Wednesday, March 12, 2014
Tuesday, March 11, 2014
Mekan, görünmek, sanat
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:17
09 Mart 2014, Pazar, Lefkoşa
'Görme Biçimleri' adlı kitabının hemen ilk satırında Berger'in belirttiği gibi, “görme konuşmadan önce gelir”. Uzmanlara göre; insanoğlu konuşmaya başlamadan önce bakmayı, baktıktan sonra da görmeyi öğrenmiştir. Görünenin önceliği, kabul edilen bir durumdur. Görmeye verdiğimiz önem ve ortaya çıkan “değer” insanı taraflı kılar ve eğilimleri nedeniyle de zaaflar oluşturur. Belki de bu nedenledir ki insanın zaaflarını bilen “toplum mühendisleri” onu her türlü görüntü ile esir alarak yönlendirir ve yönetir.
Bu yönetim için gerekli olan; zaman ve farklı toplumsal katmanlara bakmadan mekan kategorizasyonu yaptığımızda karşımıza; sokak, ev, oda, ofis ayrışması ile dört farklı tür çıkmaktadır. Bu dört mekanın sahipleri açısından “yeri ve önemi” nasıl değerlendirilebilir, “özel” mekanında insan nedir konusunu; sonucu sanata bağlamak üzere, mimarlık alanını taciz etmeden yazılı olarak düşünmeye çalışalım:
Yaşadığımız çevredeki ağaçlar, kuşlar, gökyüzü ve bulutlar gibi doğal uyarıcıların yanı sıra, gözümüze çarptığında mutlu ya da mutsuz olduğumuz; istemli veya rastlantısal “baktığımız” o kadar çok “yapay” nesne, o kadar çok görüntü var ki, değil sadece gözümüz; belleğimiz de bunları ayırt etmede yetersiz kalır. Büyük ve çekici reklam panoları, ekranlar, son model arabalar, arabalarda bakımlı hanımlar ve beyler, kimi kasvetli mimari yapılar, kimi kerpiç binalar, ışıl ışıl albenili vitrinler, (meydanlarda demek isterdim ama) kavşaklarda heykeller...
Burada kapitalist sistemin önemli ulaştırıcılarından “vitrine” ve vitrinin “dışındakine” bir parantez açmak gerek: Önünden geçenlerin çok büyük bir çoğunluğunun beslenme alışkanlıkları ve taşıdığı genler nedeniyle ne oran ne de orantı açısından uyumsal örtüşme değil; sadece türdeş figür benzerliği olan mankenlere ve onlara giydirilenlere hayran hayran bakmalarını anlamak “bence” mümkün! Hatta pek çok insanın vitrin seyredenleri seyretmesi, işin bu dayanılmaz tezattaki eğlencesinden kaynaklanmaktadır denilebilir. Farklı bir açıyla bakıldığında; ilginizi çeken sizin vitrininizdekidir aslında. Öyleyse kamuya açık olarak sokak, herkes ve her şey için vitrindir!
Peki, sokaktan “içeri” özel veya kapalı mekana geçince durum nasıl: çok değil bundan elli yıl önce evin en merkezi yerinde, ailenin en yaşlısı oturur, onun sözü geçer hane halkını ve yaşamı o yönlendirirdi. Günümüz evlerinde artık o “reis” yerini “big brother” forslu televizyona bırakmış durumda. İşin burasında “tüketici” -ve hatta bunların çoğu tutucudur- toplumlar için vaziyet “size demokrasi getirdik” denilecek kadar vahimdir!
Sokak ve sokaktaki vitrini “dikizleme” işini kameralara; evin yönetimini ve demokrasiyi ise “baskın” olana bırakıp evdeki “odaya” şöyle bir göz atalım: Genetik ya da biyolojik ne tür özellikler taşıdığımızın, çoğunlukla “tercih” edilmiş göstergeleridir o duvarda asılı olanlar. Çünkü sokakta istemimiz dışında var olan, kontrolsüz görüngülere inat; odamızdakiler, tekrar tekrar “görmek için” orada tuttuğumuz özel nesnelerdir. Bir fotoğraf, bir afiş, küçük bir resim veya saat; sizden başka kimsenin umursamayacağı bir anı veya anlam taşıyıcısı olarak öylece orada ama “tercihen” yaşamın içindedir!
Sokak gibi kişisel kontrolümüz dışında kalan, evimiz gibi egomuzu koşulsuz rahatlatan, odamız gibi özgür ve gözümüzü süsleyen yaşam alanlarının dışında; bir de çalışanların günlük aktif saatlerinin neredeyse yarısını geçirdikleri iş ortamlarını da ele almak gerekiyor bu yazı kapsamında. İnsan hayatındaki klasik sınıflama ile kimine göre savaş meydanı, kimilerine göre zorunlu alan: çalışma ofisleri.
Çalışma ofislerinde statü ölçüsü olarak gerçek ve olunmaya çalışılan arasındaki bir dilemmanın dans eskizleri görülebilir. Hele kapı çalındığında cevaben çıkacak “gir” sesi savaşmadan kazanılan zaferin çığlığı gibi olmalıdır! Şahsa münhasır sesin tarifi havada öylece asılı kalsın, -yazı gereği- varsın içeriye de kimse girmesin. Ancak içeridekinin, ofisin kullanıcısı olarak “slalom” hareketleri sırasında ve yukarıya fırlama gayretleri içinde iken birbirine takılmış, doğal yürüyüş ritmini yitirmiş o ayaklarının taşıdığı, mecazen cılız, hastalıklı bedeni; pencereden gelen güçlü ışıkla duvarda “aslan” gibi gözükür. Ancak yansıma kaynağı duvardan uzak oldukça gölge büyür, yalanına inanan bir illüzyona döner ofisinden kendine bakan için. Burada Woyzeck’i anmak gerek; “her insan dipsiz bir uçurumdur; kendine bakmaya görsün, başı döner.”
Penceresi açık ofiste; üfürülme halleri ile tüller oynarken esen rüzgar eteklerini havalandırır o kendine bakan muhteremin, ama zilleride çalar keçilerin… Reprodüksiyon hırsların kanıtlarıdır aslında o ofisin duvarındakiler, kapıdan her girenin koşullu olarak görmesi planlanan bir güç sembolü; arsız, plastik, çizik, lekeli bir büyütecin arkasına saklanmış ucuzluğu taşır o koltuk. Çerçevesiz Çin işi resimler değil duvardan okunması gereken, sokma aklın kurallarıyla oynayan ucuz bir kukladır o, bakıp da görebilen için. Ama o mekanda nerede olduğunuz, hangisi olduğunuz, isteyen mi istenen mi olduğunuzun önemi, bu yazılanlara iyi ya da kötü “tepki seçiminizi” belirler. Bu seçimi; egosunu hırslarıyla kirletmeden önce herkesin temiz olduğuna inanarak ve kararı dürüst insanlara teslim ederek, ofisten çıkıp yolumuza devam edelim.
Sokak, ev, oda ve ofis dörtlemesinden hareketle; tarihi ve bugünüyle barışık, her uygar ülke ve toplumun vitrini olduğu üzere; bir “sanat müzesi” mutlaka yolumuza çıkacaktır.
Sanata yakın kalmanız dileğimle; insan için, sanat için yürümeye devam…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:17
09 Mart 2014, Pazar, Lefkoşa
'Görme Biçimleri' adlı kitabının hemen ilk satırında Berger'in belirttiği gibi, “görme konuşmadan önce gelir”. Uzmanlara göre; insanoğlu konuşmaya başlamadan önce bakmayı, baktıktan sonra da görmeyi öğrenmiştir. Görünenin önceliği, kabul edilen bir durumdur. Görmeye verdiğimiz önem ve ortaya çıkan “değer” insanı taraflı kılar ve eğilimleri nedeniyle de zaaflar oluşturur. Belki de bu nedenledir ki insanın zaaflarını bilen “toplum mühendisleri” onu her türlü görüntü ile esir alarak yönlendirir ve yönetir.
Bu yönetim için gerekli olan; zaman ve farklı toplumsal katmanlara bakmadan mekan kategorizasyonu yaptığımızda karşımıza; sokak, ev, oda, ofis ayrışması ile dört farklı tür çıkmaktadır. Bu dört mekanın sahipleri açısından “yeri ve önemi” nasıl değerlendirilebilir, “özel” mekanında insan nedir konusunu; sonucu sanata bağlamak üzere, mimarlık alanını taciz etmeden yazılı olarak düşünmeye çalışalım:
Yaşadığımız çevredeki ağaçlar, kuşlar, gökyüzü ve bulutlar gibi doğal uyarıcıların yanı sıra, gözümüze çarptığında mutlu ya da mutsuz olduğumuz; istemli veya rastlantısal “baktığımız” o kadar çok “yapay” nesne, o kadar çok görüntü var ki, değil sadece gözümüz; belleğimiz de bunları ayırt etmede yetersiz kalır. Büyük ve çekici reklam panoları, ekranlar, son model arabalar, arabalarda bakımlı hanımlar ve beyler, kimi kasvetli mimari yapılar, kimi kerpiç binalar, ışıl ışıl albenili vitrinler, (meydanlarda demek isterdim ama) kavşaklarda heykeller...
Burada kapitalist sistemin önemli ulaştırıcılarından “vitrine” ve vitrinin “dışındakine” bir parantez açmak gerek: Önünden geçenlerin çok büyük bir çoğunluğunun beslenme alışkanlıkları ve taşıdığı genler nedeniyle ne oran ne de orantı açısından uyumsal örtüşme değil; sadece türdeş figür benzerliği olan mankenlere ve onlara giydirilenlere hayran hayran bakmalarını anlamak “bence” mümkün! Hatta pek çok insanın vitrin seyredenleri seyretmesi, işin bu dayanılmaz tezattaki eğlencesinden kaynaklanmaktadır denilebilir. Farklı bir açıyla bakıldığında; ilginizi çeken sizin vitrininizdekidir aslında. Öyleyse kamuya açık olarak sokak, herkes ve her şey için vitrindir!
Peki, sokaktan “içeri” özel veya kapalı mekana geçince durum nasıl: çok değil bundan elli yıl önce evin en merkezi yerinde, ailenin en yaşlısı oturur, onun sözü geçer hane halkını ve yaşamı o yönlendirirdi. Günümüz evlerinde artık o “reis” yerini “big brother” forslu televizyona bırakmış durumda. İşin burasında “tüketici” -ve hatta bunların çoğu tutucudur- toplumlar için vaziyet “size demokrasi getirdik” denilecek kadar vahimdir!
Sokak ve sokaktaki vitrini “dikizleme” işini kameralara; evin yönetimini ve demokrasiyi ise “baskın” olana bırakıp evdeki “odaya” şöyle bir göz atalım: Genetik ya da biyolojik ne tür özellikler taşıdığımızın, çoğunlukla “tercih” edilmiş göstergeleridir o duvarda asılı olanlar. Çünkü sokakta istemimiz dışında var olan, kontrolsüz görüngülere inat; odamızdakiler, tekrar tekrar “görmek için” orada tuttuğumuz özel nesnelerdir. Bir fotoğraf, bir afiş, küçük bir resim veya saat; sizden başka kimsenin umursamayacağı bir anı veya anlam taşıyıcısı olarak öylece orada ama “tercihen” yaşamın içindedir!
Sokak gibi kişisel kontrolümüz dışında kalan, evimiz gibi egomuzu koşulsuz rahatlatan, odamız gibi özgür ve gözümüzü süsleyen yaşam alanlarının dışında; bir de çalışanların günlük aktif saatlerinin neredeyse yarısını geçirdikleri iş ortamlarını da ele almak gerekiyor bu yazı kapsamında. İnsan hayatındaki klasik sınıflama ile kimine göre savaş meydanı, kimilerine göre zorunlu alan: çalışma ofisleri.
Çalışma ofislerinde statü ölçüsü olarak gerçek ve olunmaya çalışılan arasındaki bir dilemmanın dans eskizleri görülebilir. Hele kapı çalındığında cevaben çıkacak “gir” sesi savaşmadan kazanılan zaferin çığlığı gibi olmalıdır! Şahsa münhasır sesin tarifi havada öylece asılı kalsın, -yazı gereği- varsın içeriye de kimse girmesin. Ancak içeridekinin, ofisin kullanıcısı olarak “slalom” hareketleri sırasında ve yukarıya fırlama gayretleri içinde iken birbirine takılmış, doğal yürüyüş ritmini yitirmiş o ayaklarının taşıdığı, mecazen cılız, hastalıklı bedeni; pencereden gelen güçlü ışıkla duvarda “aslan” gibi gözükür. Ancak yansıma kaynağı duvardan uzak oldukça gölge büyür, yalanına inanan bir illüzyona döner ofisinden kendine bakan için. Burada Woyzeck’i anmak gerek; “her insan dipsiz bir uçurumdur; kendine bakmaya görsün, başı döner.”
Penceresi açık ofiste; üfürülme halleri ile tüller oynarken esen rüzgar eteklerini havalandırır o kendine bakan muhteremin, ama zilleride çalar keçilerin… Reprodüksiyon hırsların kanıtlarıdır aslında o ofisin duvarındakiler, kapıdan her girenin koşullu olarak görmesi planlanan bir güç sembolü; arsız, plastik, çizik, lekeli bir büyütecin arkasına saklanmış ucuzluğu taşır o koltuk. Çerçevesiz Çin işi resimler değil duvardan okunması gereken, sokma aklın kurallarıyla oynayan ucuz bir kukladır o, bakıp da görebilen için. Ama o mekanda nerede olduğunuz, hangisi olduğunuz, isteyen mi istenen mi olduğunuzun önemi, bu yazılanlara iyi ya da kötü “tepki seçiminizi” belirler. Bu seçimi; egosunu hırslarıyla kirletmeden önce herkesin temiz olduğuna inanarak ve kararı dürüst insanlara teslim ederek, ofisten çıkıp yolumuza devam edelim.
Sokak, ev, oda ve ofis dörtlemesinden hareketle; tarihi ve bugünüyle barışık, her uygar ülke ve toplumun vitrini olduğu üzere; bir “sanat müzesi” mutlaka yolumuza çıkacaktır.
Sanata yakın kalmanız dileğimle; insan için, sanat için yürümeye devam…
Subscribe to:
Posts (Atom)