Monday, November 10, 2014
Sunday, November 9, 2014
Sergi, araç, “farkedilmeyen”
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:53
09 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Sanat; insanın kendi beğenisini diğer insanlarla paylaşmak için kullandığı bir ifade yolu olarak da ele alınabilir değerlendirmesi; Erdal Aygenç’in “farkedilmeyen” sergisine ilişkin yazımın girişi olsun! Beğeni eksenli bu yolda, paylaşmak ve en azından bunu gerçekleştirmek; kişi, zaman ve koşullara göre değişkenlik gösterecektir kuşkusuz. Bu nedenle de amacına ulaşmak için değişik yöntemler kullanır insanoğlu. Mesela; bunlardan dans, müzik, resim, heykel, edebiyat, grafik ilk akla gelenler oluyor. Kimi zaman, veya “işe göre” bunların ikisini veya daha çoğunu birlikte de kullandığına rastlanıyor bireyin. Amaç kendi beğenisinin; diğerlerinin beğenilerden daha üstün, daha önemli, daha değerli olduğunu bir “farkettirme” duygusu içinde “teşhir” etmek midir acaba?
Günümüzde “galeri” veya “sergi salonu” olarak tanımlanan mekanların, kimilerince “teşhir salonu” olarak adlandırılmaları boşuna değildir. Sergi salonları, teşhirin en şiddetlisinin aleni olarak yaşandığı ringe benzer desem abartmamış olurum umarım. Şöyle ki; sınırlanmış bir mekan içinde bir tarafta olası durumlara hazırlanmış bir sahip ve işleri; diğer tarafta ise, o işlerin farkında olup etrafında dönen “beğeni” merkezli sözler, bakışlar, davranışlar… Galeride yumruklar konuşulmaz elbette. Beğeninin üzerine konuşlandığı; ahlak, ekonomi, eğitim, çevre merkezli ve birikimlidir konuşmalar… Ancak, buradan çıkışla; beğeninin rafine edilmiş hali olarak “estetik” kendi başına ve bunlardan farklı olarak ele alınmalıdır. Çünkü; o mekanda; estetikten yoksun siyasi söylemler ve üçbuçuk sözcükten oluşan kavram kargaşasının toz dumanında “işler” amacı için işlemez hale gelmemeli diye niyaz edilir.
Sergilenen çalışmaların estetik kalitesi bir yana, bir işin sanat eseri olabilmesi için, iyi bir zanaatkarlığı da yansıtması gerekir. Zanaatkarlık için geçerli kurallardan biri atasözüne dönüşmüş olarak karşımıza çıkmakta: Alet işler, el öğünür! Yaklaşık altmışbin yıldan beri sanatı sorgulayan insan; bugüne gelinceye kadar kendisi için gerekli tüm araçları temin konusunda, ısrarlı davranışı ile sonuçlarına ulaşmıştır. Hatta kimi zaman bu ısrarcılık tıkanmaya ve dolayısı ile yeniyi “reddetmeye” kadar da gitmiştir. Özellikle portre ressamlarının, fotoğrafın bulunuşu ve kullanımına karşı çıkışlarının arkasında mesleki statülerinin ve aranır olma avantajlarının ellerinden alınması yatar diye bir yorum, sığ olmayacaktır. Çünkü, biçim oluşturmanın çok çeşitli yöntem ve tekniklerinin varlığı ve gelişmekte olduğu gerçeği, tarihin insana öğrettiğidir. Günümüzde, gelişme seyri açısından baktığımızda fotoğraf makinelerinin nerede ise kalemden daha fazla kullanılan “tespit etme” aracı olduğu kabul edilmektedir. Bundan çıkarımla da, teknolojinin bir nimeti olarak yaklaşık 15-20 yıldan beri gittikçe yoğun bir şekilde kullanılan dijital baskılara, portre ressamı zihniyetindekilerin verdiği tepki, artık hafiflemiştir. Sorun; çalışanın ne ürettiğidir, ne ile ürettiği değil!
Teknoloji ile ilintisi açısından da şu bizim çalışkan kuşağa değinmek gerek! Değil sadece sosyolojik buhranların tanığı olmak, teknolojik gelişimin de bizzat içinde büyümüştür!.. Sosyal medyadan izlediğim kadarı ile, kendi aramızdaki uçurumlar, “eko” yapamayacak kadar da derindir. Çıraklık, kalfalık, ustalık hiyerarşisinde; zamana inat yerinde çakılıp kalan ile yeni medya çalışan insanların aynı kuşaktan olduklarını söylemek, ortak nokta olarak ancak doğum tarihleri ile ilintilendirilebilir… Buna koşut bizim kuşakta; bireylerin davranış biçimlerinde örneğin; vefa, saygı ve empati kavramlarının yerleri, televizyon senaryolu ucuz atarlarla değişmemiştir. Daha olduğu gibidir, daha içtendir. Dedim ya bizim kuşak ilginç bir kuşak!
Bu yazının konusunun sahibi olan, aynı kuşaktan ve aynı coğrafyadan geldiğimiz, Erdal Aygenç ile yollarımız yaklaşık otuzbeş yıldır aynı yönde seyrediyor. O nedenle yazdıklarım veya bundan sonra da okuyacaklarınız, birinci elden yazılmış ve “içten” bilgi olarak da değerlendirilebilinir. 1981’de TC. Kültür Bakanlığı Resim-Heykel Yarışması sergisinde yer alan, “sinekler” çalışmasını suluboya ile yaptığında, onunla Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’nde aynı sıraları paylaşan öğrencilerdik. 2004’deki aynı yarışmada ben ödül aldığımda ise Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde akademisyendik! Şimdi yıl 2014, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde yine birlikteyiz ve ben onun kişisel sergi kataloğu için; keyifle, “gönüllü olarak” yazı yazıyorum! Defalarca yazmış olmak isterdim!
“Farkedilmeyen” ile karşımıza çıkan Erdal Aygenç’in çalışmalarında, sıradan nesnelerin de; iyi eğitilmiş bir göz ve seçici bir belleğin birlikteliğinden sürpriz sonuçlar çıkarabileceğinin başarılı örneği olarak değerlendirebiliriz. Riskli bir durumdur bu aslında, araç gereç kullanımındaki beceri veya ustalık, seçicilikte birikim olmadığında başka bir sonuca dönüşebilir. Oysa Erdal Aygenç’in çalışmaları şaşırtıcı bir yakınlık duygusu ile izleyiciyi kendine çekmekte, başka bir dünyaya geçecekmiş gibi daha da yakınlaşma ihtiyacı hissettirmektedir.
Gündelik yaşamda her an karşılaşabileceğimiz ancak, gözden kaçırdığımız siyah-beyaz renk ve gri tonlu görüntüler, kare boyutlu formlar içerisinde sergileniyor. Bu, aynı zamanda görünenden fazlasını yakınlaştırarak farklı bir gerçeklikle açığa çıkaran sunum olarak tanımlanabilir. Sergi; aynı zamanda fark edilmeyeni fark ettirmekle, teknik ve kurgu olarak amacına ulaşmış görülmektedir: Önemli olan neye nasıl bakılacağı ve seçileceğidir!
“Farkedilmeyen” sergisindeki çalışmaların anlam katmanları ve estetik yetkinliği, izleyicinin rahatlıkla çözebileceği kadar kolay ve ayrıntısı alınmış bir başka gerçekliğin yeniden biçimlendirilmesidir aslında. Sırf kesitsel olarak akıl ve duygu sentezi içerisinde “kroplanmış” fotoğraflardan derlenmiş albüm değildir bu sunulan. Dijital teknolojiyi kullanmakla beraber, dünün kriterleri ve beğeni ölçütlerini çekinmeden bugüne taşımak, elbette riskli bir durumdur.
Dün ile bugün, bugün ile yarın arasındaki duygusallığı sarmalayan ince çizgide; siyah-beyaz görüntülerin şarkısını dinlemek, yakınlaştırılmış detayların hafifliğinden olsa gerek, fark ediliyor!
Erdal Aygenç’in sergisinden çıkıp, geçen hafta yazdığımdan bir alıntı yapayım: “Yalnızca KKTC’de değil; uluslararası düzeyde, bilimin ve sanatın her alanında kendisinden beklenen performansı gösteren, Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında; 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Uluslararası Resim Çalıştayı düzenlenecek. Usta, akademisyen ve sanatçılarla gerçekleştirilecek bu çalıştay, yeni bir başlangıcın daha ilk adımı olacak!”
İkincisi ise geçen haftaya bu sütunlardan bir açıklama olsun: Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’nin iki yerli üç yabancı, beş kişilik jürisinden biri seçildim!
Eğitim alın, farkedilin, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:53
09 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Sanat; insanın kendi beğenisini diğer insanlarla paylaşmak için kullandığı bir ifade yolu olarak da ele alınabilir değerlendirmesi; Erdal Aygenç’in “farkedilmeyen” sergisine ilişkin yazımın girişi olsun! Beğeni eksenli bu yolda, paylaşmak ve en azından bunu gerçekleştirmek; kişi, zaman ve koşullara göre değişkenlik gösterecektir kuşkusuz. Bu nedenle de amacına ulaşmak için değişik yöntemler kullanır insanoğlu. Mesela; bunlardan dans, müzik, resim, heykel, edebiyat, grafik ilk akla gelenler oluyor. Kimi zaman, veya “işe göre” bunların ikisini veya daha çoğunu birlikte de kullandığına rastlanıyor bireyin. Amaç kendi beğenisinin; diğerlerinin beğenilerden daha üstün, daha önemli, daha değerli olduğunu bir “farkettirme” duygusu içinde “teşhir” etmek midir acaba?
Günümüzde “galeri” veya “sergi salonu” olarak tanımlanan mekanların, kimilerince “teşhir salonu” olarak adlandırılmaları boşuna değildir. Sergi salonları, teşhirin en şiddetlisinin aleni olarak yaşandığı ringe benzer desem abartmamış olurum umarım. Şöyle ki; sınırlanmış bir mekan içinde bir tarafta olası durumlara hazırlanmış bir sahip ve işleri; diğer tarafta ise, o işlerin farkında olup etrafında dönen “beğeni” merkezli sözler, bakışlar, davranışlar… Galeride yumruklar konuşulmaz elbette. Beğeninin üzerine konuşlandığı; ahlak, ekonomi, eğitim, çevre merkezli ve birikimlidir konuşmalar… Ancak, buradan çıkışla; beğeninin rafine edilmiş hali olarak “estetik” kendi başına ve bunlardan farklı olarak ele alınmalıdır. Çünkü; o mekanda; estetikten yoksun siyasi söylemler ve üçbuçuk sözcükten oluşan kavram kargaşasının toz dumanında “işler” amacı için işlemez hale gelmemeli diye niyaz edilir.
Sergilenen çalışmaların estetik kalitesi bir yana, bir işin sanat eseri olabilmesi için, iyi bir zanaatkarlığı da yansıtması gerekir. Zanaatkarlık için geçerli kurallardan biri atasözüne dönüşmüş olarak karşımıza çıkmakta: Alet işler, el öğünür! Yaklaşık altmışbin yıldan beri sanatı sorgulayan insan; bugüne gelinceye kadar kendisi için gerekli tüm araçları temin konusunda, ısrarlı davranışı ile sonuçlarına ulaşmıştır. Hatta kimi zaman bu ısrarcılık tıkanmaya ve dolayısı ile yeniyi “reddetmeye” kadar da gitmiştir. Özellikle portre ressamlarının, fotoğrafın bulunuşu ve kullanımına karşı çıkışlarının arkasında mesleki statülerinin ve aranır olma avantajlarının ellerinden alınması yatar diye bir yorum, sığ olmayacaktır. Çünkü, biçim oluşturmanın çok çeşitli yöntem ve tekniklerinin varlığı ve gelişmekte olduğu gerçeği, tarihin insana öğrettiğidir. Günümüzde, gelişme seyri açısından baktığımızda fotoğraf makinelerinin nerede ise kalemden daha fazla kullanılan “tespit etme” aracı olduğu kabul edilmektedir. Bundan çıkarımla da, teknolojinin bir nimeti olarak yaklaşık 15-20 yıldan beri gittikçe yoğun bir şekilde kullanılan dijital baskılara, portre ressamı zihniyetindekilerin verdiği tepki, artık hafiflemiştir. Sorun; çalışanın ne ürettiğidir, ne ile ürettiği değil!
Teknoloji ile ilintisi açısından da şu bizim çalışkan kuşağa değinmek gerek! Değil sadece sosyolojik buhranların tanığı olmak, teknolojik gelişimin de bizzat içinde büyümüştür!.. Sosyal medyadan izlediğim kadarı ile, kendi aramızdaki uçurumlar, “eko” yapamayacak kadar da derindir. Çıraklık, kalfalık, ustalık hiyerarşisinde; zamana inat yerinde çakılıp kalan ile yeni medya çalışan insanların aynı kuşaktan olduklarını söylemek, ortak nokta olarak ancak doğum tarihleri ile ilintilendirilebilir… Buna koşut bizim kuşakta; bireylerin davranış biçimlerinde örneğin; vefa, saygı ve empati kavramlarının yerleri, televizyon senaryolu ucuz atarlarla değişmemiştir. Daha olduğu gibidir, daha içtendir. Dedim ya bizim kuşak ilginç bir kuşak!
Bu yazının konusunun sahibi olan, aynı kuşaktan ve aynı coğrafyadan geldiğimiz, Erdal Aygenç ile yollarımız yaklaşık otuzbeş yıldır aynı yönde seyrediyor. O nedenle yazdıklarım veya bundan sonra da okuyacaklarınız, birinci elden yazılmış ve “içten” bilgi olarak da değerlendirilebilinir. 1981’de TC. Kültür Bakanlığı Resim-Heykel Yarışması sergisinde yer alan, “sinekler” çalışmasını suluboya ile yaptığında, onunla Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’nde aynı sıraları paylaşan öğrencilerdik. 2004’deki aynı yarışmada ben ödül aldığımda ise Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde akademisyendik! Şimdi yıl 2014, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde yine birlikteyiz ve ben onun kişisel sergi kataloğu için; keyifle, “gönüllü olarak” yazı yazıyorum! Defalarca yazmış olmak isterdim!
“Farkedilmeyen” ile karşımıza çıkan Erdal Aygenç’in çalışmalarında, sıradan nesnelerin de; iyi eğitilmiş bir göz ve seçici bir belleğin birlikteliğinden sürpriz sonuçlar çıkarabileceğinin başarılı örneği olarak değerlendirebiliriz. Riskli bir durumdur bu aslında, araç gereç kullanımındaki beceri veya ustalık, seçicilikte birikim olmadığında başka bir sonuca dönüşebilir. Oysa Erdal Aygenç’in çalışmaları şaşırtıcı bir yakınlık duygusu ile izleyiciyi kendine çekmekte, başka bir dünyaya geçecekmiş gibi daha da yakınlaşma ihtiyacı hissettirmektedir.
Gündelik yaşamda her an karşılaşabileceğimiz ancak, gözden kaçırdığımız siyah-beyaz renk ve gri tonlu görüntüler, kare boyutlu formlar içerisinde sergileniyor. Bu, aynı zamanda görünenden fazlasını yakınlaştırarak farklı bir gerçeklikle açığa çıkaran sunum olarak tanımlanabilir. Sergi; aynı zamanda fark edilmeyeni fark ettirmekle, teknik ve kurgu olarak amacına ulaşmış görülmektedir: Önemli olan neye nasıl bakılacağı ve seçileceğidir!
“Farkedilmeyen” sergisindeki çalışmaların anlam katmanları ve estetik yetkinliği, izleyicinin rahatlıkla çözebileceği kadar kolay ve ayrıntısı alınmış bir başka gerçekliğin yeniden biçimlendirilmesidir aslında. Sırf kesitsel olarak akıl ve duygu sentezi içerisinde “kroplanmış” fotoğraflardan derlenmiş albüm değildir bu sunulan. Dijital teknolojiyi kullanmakla beraber, dünün kriterleri ve beğeni ölçütlerini çekinmeden bugüne taşımak, elbette riskli bir durumdur.
Dün ile bugün, bugün ile yarın arasındaki duygusallığı sarmalayan ince çizgide; siyah-beyaz görüntülerin şarkısını dinlemek, yakınlaştırılmış detayların hafifliğinden olsa gerek, fark ediliyor!
Erdal Aygenç’in sergisinden çıkıp, geçen hafta yazdığımdan bir alıntı yapayım: “Yalnızca KKTC’de değil; uluslararası düzeyde, bilimin ve sanatın her alanında kendisinden beklenen performansı gösteren, Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında; 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Uluslararası Resim Çalıştayı düzenlenecek. Usta, akademisyen ve sanatçılarla gerçekleştirilecek bu çalıştay, yeni bir başlangıcın daha ilk adımı olacak!”
İkincisi ise geçen haftaya bu sütunlardan bir açıklama olsun: Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’nin iki yerli üç yabancı, beş kişilik jürisinden biri seçildim!
Eğitim alın, farkedilin, sanata yakın kalın…
Subscribe to:
Posts (Atom)