Saturday, March 12, 2016

Ayva, kuyu, mutluluk

KIBRIS gazetesi, 2016-03-12, Cumartesi, sayfa:30



Kendimize tanımlayabildiğimiz veya başkalarına tanımlayamadığımız beklentilerin doğrudan çıkarlarımızla ilişkisi olduğu açıktır.  Bu ilişki değişik biçimlerle ve malzemelerle makyajlanarak gizlenmeye çalışılır. Eğer, zamanla kendisini deşifreleyebilirseniz, gizlenmeye çalışılan ortaya çıkacaktır.  Her daim çıkarlarımızdır aslında ölçü olarak ele aldığımız.

Örneğin; benim için, şu anda rahatsız edilmek yazma konsantrasyonumu bozacağı için çıkarımla ölçüldüğünde eksi değerlerde gezecektir…

Örneğin; siz yasa ve yönetmeliklere uygun görev yapmaya çalışırken “ben böyle istiyorum” diye bir gırtlak temizlemesi duyduğunuzda motivasyonunuzun bozulması çıkarınıza ters düşecektir.

Örneğin; deyip buraya siz kendinize göre bir şeyler yazabilirsiniz.

Örneğin; ben, ne yazabilirim diye düşündüm: Akademinin içinde olmak ki, nerede ise öğrenciliğimle birlikte otuziki yıllık bir süreci kapsıyor. Üstelik de bunun nerede ise on yılı dekanlıkla geçiyorsa ve hala öğrenebiliyorsam ne mutlu bana!  Sorarsanız elbette cevabım hazır; çıkarım öğrenmektir… Öğretmek ise başka bir keyif!

Serde akademisyenlik var demeyip, merak olduğu için, üşenmeden yazılı araştırmalar yaptım.  Bu arada onu da belirteyim ki; sanata teşvik olmadığı için popüler olana yönelme rüzgarına kapılmadan idari içeriğe geçmek fena olmaz gibime geldi. Bundan hareketle de bir kitap aklıma geldi!

 Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor!

The University; an Owner's Manual adı ile Henry Rosovsky tarafından yazılıp, 1990 yılında basılan bir kitaptır bu sözünü ettiğim kitap.  Kitap, TÜBİTAK tarafından Süreyya Ersoy'un çevirisiyle yayımlanmıştır.

Peki, Rosovsky kimdir?

Dünyanın en nitelikli üniversitelerinden biri sayılan Harvard Üniversitesi'nin en büyük fakültesi olan Fen-Edebiyat Fakültesi'nde onbir yıl dekanlık yapmış, konusunda yetkin bir kişi Henry Rosovsky.

Peki, kitabın içinde ne var ona da bakalım:

Amerikan eğitim sitemini ve üniversite kültürü hakkında değerlendirme yapmaya ışık tutan bir kitap. Yazar, karmaşık toplumsal olayları bile sade anılarla entelektüel bir bakışla yorumsuz olarak irdeler.

Amerikan üniversitelerinin gizli iç kimliği, eğitimin niteliği, gerek öğrenci gerekse öğretim görevlisi olarak sivrilmenin koşulları, kitapta açık ve nükteli bir dille anlatılmış. Öğrenci, öğretim üyesi ya da yönetici olarak üniversiteyle ilişkisi olmuş herkes, kendi yaşantıları ile bu kitapta anlatılanlar arasında benzerlikler bulacak... Anlatılanların çoğu, yalnızca Amerikan üniversitelerine özgü değil. Genelleme yapılacak olursa, tüm üniversitelerin birbirlerine oldukça benzer yönleri olduğu söylenebilir; ancak sorunlar temelde aynı da olsa, çözümler ve yaklaşımlar farklı olabiliyor.

Açık kaynaklarda kitap hakkında şu bilgi yer alıyor: “Commentary dergisinde Thomas Short; "mizahi bir acımasızlıkla kendini küçümseyecek şekilde" paylaşılmış birçok alıntıyla Rosovsky'nin yüksek öğretim ve kendi kariyeri ile ilgili yazdığını belirterek, kitabı "şirin bir kitap" olarak değerlendirmiştir. Kitabın Türkçe çevirisinin eleştirilerinde de, Süreyya Ersoy başarılı bulunmuş, kitabın son derece akıcı bir dille ve yalın bir anlatımla sunulduğu belirtilmiştir.”

Peki, bu kitabı bu makaleye niye getirdim, onu cevaplayalım:

Çünkü dekanlık görevinde onuncu yılımın dolmasına altı ay bile kalmadı!

Şimdilik kitabı rafına kaldırıp; Konfüçyüs’dan bir ders alalım:

Ayva

Konfüçyüs bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun onu örneklerle göstermek olduğuna inanır. Bir gün ders verdiği sınıfın tam karşısına geçer. Eline bir vazo alır, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tutar. Diğer elinde bir ayva vardır. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, ayvayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koyar ve şöyle der: "Ayvayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, onu yiyebilir." Çocuklardan biri açtır, ilk o davranır, elini vazonun dar ağzından içeri sokar.  Ayvayı yakalar, çıkarmaya çalışır, ancak başaramaz.

"Elimi çıkaramıyorum!"

Konfüçyüs:
"Ayvayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" der. Çocuk ayvayı elinden bırakmak istemez; ancak bir süre sonra mecbur bırakır. Elini vazodan çıkarırken şaşkındır.

“Ayvanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir  fikriniz var mı?” Konfüçyüs sorusuna cevap alamayınca, vazoyu yerden alıp ters çevirir. Ayva, vazonun içinden yuvarlanıp avucuna düşer. Çocuklar gülmeye başlar. Aslında çözüm o kadar basittir!

Konfüçyüs, "fakat bu, göründüğü kadar basit değil" der. Ayvayı havada tutarak konuşur:

“Bazen, bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek zor bir iştir.  Onu bırakabilmek de bir beceridir.  Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğinizi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.  Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman ona son vermelisiniz.  Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst  davranmıyorsanız, o hilekarlığı hemen durdurmalısınız.  İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz.”

İsa’dan önce 551 yılında doğup İÖ-479’da ölen Çinli filozof, eğitimci ve yazar olan Konfüçyüs’ün öğretileri resmi din olarak kabul edilir…

Birileri, ondan yaklaşık  2500 yıl sonra Nasreddin hocayı iki eşli öykülediler… (Bu konuyu araştırmadım, sosyal medyada tam da dünya emekçi kadınlar gününde karşıma çıktı!)

Nasreddin hoca deyince onun bir eşeği vardı hani kaybolan, o aklıma geldi.  Ancak, bu aşağıdaki öykü o değil, eşek de onun eşeği değil…

Kuyu

Günlerden bir gün, köylerden birinde bir çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer, kaybolur. Eşek saatlerce acı içinde kıvranır ve anırır. Sesini duyan sahibi gelip baktığında zavallı eşeği kuyunun dibinde görür.

Çaresiz çiftçi, eş-dost köylüleri yardıma çağırır. Köylüler, kör kuyudaki eşeği kurtarmak için ne yapacaklarını tartışırlar bir süre.  Ancak ve sonuçta onu kurtarmanın imkânsız olduğuna ve bunun için çalışmaya değmeyeceğine karar verirler.

Yine de eşeğin acı anırışlarına dayanamazlar. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmektir. Herkes elline aldığı kürekle etraftan kuyunun içine toprak atar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibine döker. Bir süre sonra ise ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde yükselir, yükselir ve sonunda yukarıya kadar çıkar.  Köylüler, bu duruma, yani kuyudan dışarı çıkan eşeğe çok şaşırırlar.

İşte hayat da bazen bize yüklenir ve üzerimiz toz toprakla örtülüyormuş gibi olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır. Kör kuyuda olsak bile…

Üçüncü bir ders daha ekleyip bu haftayı olumlu kapatalım!

Artık “öteki” kullandığı için imtina edilen öncelikle barış, sonrasında huzur ve nihayetinde mutluluk dilekleri edilir ya hep; işte o mutluluk içerikli, örneklenmiş bir ders:

Mutluluk

Bir genç; mutluluğun sırlarını öğrenmek istemiş.  Bir bilge aramış.  Sormuş,  soruşturmuş falanca kişidir demişler. Ayrıca, kırk günlük mesafedeki bir köşkte yaşadığını da söylemişler.  Genç, gitmiş ve bilgeyi bulmuş. Bilge, onu bir güzel ağırladıktan sonra ne isteğini sormuş:
“Mutluluğun sırrı” demiş delikanlı “bana onu öğret.”

“Peki” demiş bilge. Gencin eline bir kaşık vermiş, bir de küçük yumurta bırakmış kaşığa.. “Bu kaşıktaki yumurtayı düşürmeden köşkümü gezip buraya, yanıma döneceksin. Başarırsan ben de sana sırrı söylerim” demiş.

Genç sarayı gezmiş gezmesine de ama gözü hep kaşıktaymış. Dönüp gelince bilge sormuş:
“Salondaki Acem halılarını gördün mü? Ya kütüphanedeki şömineyi fark ettin mi? Bahçedeki güller?” Ayrıntı sorularından utanan genç, hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. “Ben sadece kaşıktaki yumurtaya bakıyordum!”

Bilge: “Öyleyse git şimdi daha dikkatli olarak köşkümün harikalarını gör. Oturduğu evi tanımadan o insana güvenemezsin”.

İçi rahatlayan genç, kaşığı elinden bırakmadan tekrar gezmeye başlamış.  Gördüğü her şeyi hafızasına adeta kazımış, geri dönünce de detayları bilgeye bir güzel anlatmış.

Bilge: “Peki sana emanet ettiğim yumurta nerede? Diye sormuş.

Kaşığa bakan genç,  yumurtanın düşmüş olduğunu görmüş.

Bilgeler bilgesi demiş ki: “Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün harikalarını görmektir ama bir yumurta taşıdığını unutmadan”.

Mesele, ayvayı yemek değil “çıkar” meselesidir. Kuyuya düşmemek veya düşünce kalkmaktır. Mesele, taşıdığın bir canı mutlu etmektir!

Ben dekanlığımdan bir şey anlatmadım! Siz yine de sanata yakın kalın…

Monday, March 7, 2016

Kıbrıs, Che, istemek

KIBRIS gazetesi, 2016-03-07, pazartesi, sayfa: 34



Maalesef bu coğrafyadaki hemen herkesin gündeminde derece farklılıklarıyla da olsa yer alan siyaset; nerede ise her hafta Yakından Sanat köşesinde istenmeyen misafirim olarak kendine “bir” yer buluyor.  Son yıllarda soluksuz yaşanan gerilime; bir Türk olarak Prof.Dr. Aziz Sancar’ın Nobel ödülü alması bile ara verdiremedi. Hatırlayınız, onu bile siyasete alet ettiler. Hangi ırktan olduğu, ödülünü nereye emanet edeceği ve daha pek çok soruyu sorup istedikleri cevabın peşine koştular birileri. Elde edemedikleri her cevap için de çirkinleştiler…

Geldik bugüne; gerilimin içinde artık savaş tamtamları çalıyor…

Dışarıda yalnızlaşan, içeride ayrışan güzel ülkemde; diğerleri için, başkalarının çocuklarını feda etmeye hazır siyaset!  Bu durum, ülkemin evlatları için olmasın felaket…

Deyip, ara vermek lazım…

Diyerek esas konuya geçtiğim bir yazı yazdım dün.  Hani bana sorulsa fena da olmamıştı. Fotoğraflarla desteklenmiş Yakından Sanat’taki klasik yazılarımdan biriydi.  Tamam biliyorum elbette biraz uzun oluyordu yazılar, okunması güçleşiyordu punto da küçük olunca. Ama bu işe kendimi bayağı da kaptırmadım değil-di!.. Ancak, içeriği nedeniyle -ki biz buna kurumsal nedenler diyelim- yazdığım yazının yerine, nazik bir telefon, başka bir yazı yazmam gerektiği sonucuna döndürdü işi.  Saygı göstererek devam edelim…

Durumla sakın yakın uğraşırken bir fıkra geldi aklıma:

Babası, okuldan dönen küçük Temel`in defterine bakar ki ne görsün, tek bir satır bile yazı yoktur.  Aslında notları iyi ve çok çalışkan olduğuna inandığı oğluna büyük bir merak içinde sorar:
-Ula uşağum neden ha bu defterun sayfaları boştur?

Küçük Temel’in cevabı:
-Babacuğum sen benum tembel olmaduğumu bileyisun, öğretmenun tahtaya yazdıklarınun aynısını ben da her zaman defterume yazayirum.

Baba atlar hemen:
-Haçan, ha bu kirlenmiş defterde yazılmış bir şey yoktur da!

Temel:
-Ama babacuğum; öğretmen tahtayı silince, ben da defteri silmek zorunda kaliyirum!


Merakınızı gidereyim; Temel’in sildiği, ama benim değiştirdiğim yazımın konusunda işlediğim büyük bir hayal vardı, ulaşılmak istenen bir hedef!

Türkiye’de henüz televizyonun tek kanallı ve siyah beyaz olduğu dönemlerden hatırlıyorum, yayın kesilince ekrana hemen ve genellikle bir maşrapa ya da çeşme resmi gelirdi… İşte o maşrapa örneğini daha önce bir yazımda kullanmıştım. Bugüne çeşme kaldı demek istemediğim için öyle bir resim de paylaşmayacağım sizinle…

Ama, şöyle derinliği olan bir Kıbrıs manzarasına yok demezsiniz diye düşünüyorum…

Kıbrıs hakkında açık bilgi kaynaklarında araştırma yapınca ortaya çıkan ilk yorumsuz ve siyasetsiz verileri olduğu gibi aktarmanın bir zararı olmayacağını düşündüm. Çünkü bu bilgiler o hayalin, Che Guevara’nın  “gerçekçi ol, imkânsızı iste…” deyişi ile örtüştüğünü gösteriyordu.

Özellikle gençlerin giydiği tişortlerde, yıldızlı şapkalarda  karşımıza sıkça çıkan bu ikon adam Che Guevara kimdi?

Gelin bugün sanatı tatile gönderelim, içinde seyahat olan egzotik bir yere gönderelim onu ki, dönerken de oradan öyle gelsin!..

Açık bilgi kaynaklarına göre, Ernesto Che Guevara, kısaca Che Guevara ya da el Che, Arjantinli bir doktordur.  Ünlü yazar ve 1968 hareketlerinin önde gelen isimlerinden Jean-Paul Sartre, Guevara’yı  “çağımızın en olgun insanı” olarak tanımlamıştır. Ancak onu ikonlaştıran doktorluğu değildir!

Che Guevara’nın İspanyolcadan İngilizceye, İngilizceden Türkçeye çevrilmiş “Günlük” kitabını okumuştum…

Hakkında Türkçe yazılmış en kısa, en sıradan özgeçmişini paylaşayım:

“Dünyaca tanınırlığı Marksist politikacı, Küba gerillaları ile Enternasyonalist gerillaların lideri oluşu ve devrimciliğinden gelir. 

Doktorluk eğitimi alırken Latin Amerika’yı boydan boya gezer ve böylece toplumun karşı karşıya kaldığı fakirliği doğrudan görür.. Bu gözlemleri sonucunda bölgedeki ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolunun devrim olduğuna karar vererek Marksizm’i incelemeye başlar. Başkan Jacobo Arbenz Guzmán’ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devrimine katılır. Bir süre sonra Küba yönetimini ele geçiren Fidel Castro’nun askeri nitelikli 26 Temmuz Hareketi’nin bir üyesi olur. 

Gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler ve kitaplar yazdıktan sonra diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılmak üzere 1965 yılında Küba’dan ayrılır. 

İlk önce Kongo-Kinşasa’ya (sonraları Kongo Demokratik Cumhuriyeti) daha sonra da CIA ve Amerikan Ordusu Özel Harekât Birlikleri’nin ortak operasyonu sonrası yakalanacağı Bolivya’ya gider.  

Guevara, 9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya Ordusu’nun elindeyken öldürülür. Son saatlerinde yanında bulunanlar ve onu öldürenler, yargısız infaz edildiğine tanıklık etmişlerdir. 

Che Guevara ölümünden sonra sosyalist, devrimci hareketlerin bir sembolü, hatta bir kahraman haline gelmiştir.” 

Bugün, -herkesin kabul ettiği üzere- dünya çapında en çok tanınan ikonlardan biridir Che Guevara.  Kimi kaynaklara göre de açık ara birinci.

Özet olarak ve tekrardan; “gerçekçi ol, imkânsızı iste”… diyen bir kahraman Che Guevara.

Makale gereği; Che Guevara’yı Kıbrıs ile alakalandırmamız lazım!

Madem öyle, önce Kıbrıs hakkında biraz bilgi vererek başlayalım alakalandırmaya.

Kıbrıs, bazı ülkelerle sadece coğrafi alan olarak bile kıyaslandığında ortaya elbette pek de iç açıcı sonuçlar çıkmıyor. Aşağıda kıyaslama yapılabilmesi için bazı ülkeleri ve onların rakamsal büyüklüklerini verdim… İşte bu rakamlar; okuyabilenler için, o hayalin büyüklüğünün, kültürel ve teknolojik farklılıkların dışındaki “açıklığın” da göstergeleridir. Eğitim zaten başlı başına bir konudur.

Çin Halk Cumhuriyeti: 9.706.961 km²
Japonya: 377.930 km²
Almanya: 357.114 km²
İtalya: 301.336 km²
Güney Kore: 100.210 km²
Kıbrıs: 9.251 km²
KKTC: 3.355 km²

Kaynaklardan özetleyerek okumaya devam edelim:

“Kıbrıs, Türkiye’nin güneyinde bulunan, Akdeniz’in üçüncü büyük adası. Türkiye’ye olan uzaklığı Anamur Burnundan 65 km’dir. Toroslar'ın çevrelediği Çukurova bölgesi ile Amanoslar'ın kuşattığı bugünkü Hatay bölgesi arasında bir ada olması dolayısıyla bu kara parçaları ile bir bütünlük arz eder. Aynı zamanda Hatay ile Anadolu kıyılarının teşkil ettiği İskenderun Körfezi'ne hakim bir noktada bulunduğundan bu toprakları kontrol eder durumdadır.

Kıbrıs; Türkiye sahillerinden 70, Suriye'den 100, Mısır'dan 370, Rodos'tan 400 ve Yunanistan sahillerinden 800 km. uzaklıktadır.  Girintili çıkıntılı bir özelliğe sahip olan 782 km. uzunluğundaki sahilleriyle, 35° kuzey paraleli ve 35° doğu meridyeni üzerinde yer alır. Ada; kuzeyinde Kormacit Yarımadası'ndan başlayarak Karpaz Yarımadası'na doğru uzanan ve en yüksek zirveleri 1.000 metreyi nadiren aşan Girne-Karpaz Dağları, güneyinde Trodos Dağları ve bunların arasında 100 km. uzunluğunda, 10-15 km. genişliğinde bir alçak sahadan meydana gelir. Adanın doğuda ve batıda uç noktalarını teşkil eden Andreas ve Drepena burunları arası 227 km. ve güney ve kuzey istikametindeki uç noktalar olan Gata ve Kormacit burunları arası ise 97 km.'dir. 

Kıbrıs; yapı ve yeryüzü şekilleri itibariyle Anadolu'nun güneyindeki Toros sistemi içinde mütalaa edilir. Hatay'daki dağ ve ovalar 130 km. güneybatıda, Kıbrıs'ta deniz seviyesi üzerine çıkarak aynı vasıflarla devam etmektedir. Derinliği birkaç yüz metrelik bir denizaltı platformu ile Anadolu'ya bağlı olan adanın temeli, batıda ve güneyde 2.000 metreden daha derin denizaltı çukurları tarafından çevrilmiştir. 

Yeryüzü şekilleri ve yapısı hakkında verilen kısa bilgiler Kıbrıs Adası'nın, Anadolu Yarımadası'na akraba, hatta onun küçük bir örneği olduğunu göstermektedir. İklim bakımından da aynı paralelliği görmek mümkündür. Bitki örtüsü bakımından da Toroslarla benzerlik arz etmektedir.” 

Böyle özellikleri olan bir “adada kıtalı gibi yaşamak” sloganıyla yola çıkılıp, bir hayalin peşine koşulunca bakalım nerelere varılıyor deyip; gelinen bir sonucun basına yansıyan kısmına tanıklık ettim bu hafta!


Kıbrıs’ta, KKTC’de günün tanığı olarak, üstelik siyasi konuların çekiciliğine ve de suyun girdabına kapılmadan; yazımı noktalayayım.

Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü; geçen yıl hem bir makale yazmış, hem de sunum koşulları iyi olmayan bir ortamda konferans vermiştim, “Kadın ve Sanat” üzerine.

Dün; sohbet ederken bir arkadaşım: “her gün onların günü, ancak yılda bir kere de kutluyorlar” dedi…

Hayallerinize, teknolojiye ve sanata yakın kalın…