KIBRIS gazetesi, 2016-03-12, Cumartesi, sayfa:30
Kendimize tanımlayabildiğimiz veya başkalarına tanımlayamadığımız beklentilerin doğrudan çıkarlarımızla ilişkisi olduğu açıktır. Bu ilişki değişik biçimlerle ve malzemelerle makyajlanarak gizlenmeye çalışılır. Eğer, zamanla kendisini deşifreleyebilirseniz, gizlenmeye çalışılan ortaya çıkacaktır. Her daim çıkarlarımızdır aslında ölçü olarak ele aldığımız.
Örneğin; benim için, şu anda rahatsız edilmek yazma konsantrasyonumu bozacağı için çıkarımla ölçüldüğünde eksi değerlerde gezecektir…
Örneğin; siz yasa ve yönetmeliklere uygun görev yapmaya çalışırken “ben böyle istiyorum” diye bir gırtlak temizlemesi duyduğunuzda motivasyonunuzun bozulması çıkarınıza ters düşecektir.
Örneğin; deyip buraya siz kendinize göre bir şeyler yazabilirsiniz.
Örneğin; ben, ne yazabilirim diye düşündüm: Akademinin içinde olmak ki, nerede ise öğrenciliğimle birlikte otuziki yıllık bir süreci kapsıyor. Üstelik de bunun nerede ise on yılı dekanlıkla geçiyorsa ve hala öğrenebiliyorsam ne mutlu bana! Sorarsanız elbette cevabım hazır; çıkarım öğrenmektir… Öğretmek ise başka bir keyif!
Serde akademisyenlik var demeyip, merak olduğu için, üşenmeden yazılı araştırmalar yaptım. Bu arada onu da belirteyim ki; sanata teşvik olmadığı için popüler olana yönelme rüzgarına kapılmadan idari içeriğe geçmek fena olmaz gibime geldi. Bundan hareketle de bir kitap aklıma geldi!
Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor!
The University; an Owner's Manual adı ile Henry Rosovsky tarafından yazılıp, 1990 yılında basılan bir kitaptır bu sözünü ettiğim kitap. Kitap, TÜBİTAK tarafından Süreyya Ersoy'un çevirisiyle yayımlanmıştır.
Peki, Rosovsky kimdir?
Dünyanın en nitelikli üniversitelerinden biri sayılan Harvard Üniversitesi'nin en büyük fakültesi olan Fen-Edebiyat Fakültesi'nde onbir yıl dekanlık yapmış, konusunda yetkin bir kişi Henry Rosovsky.
Peki, kitabın içinde ne var ona da bakalım:
Amerikan eğitim sitemini ve üniversite kültürü hakkında değerlendirme yapmaya ışık tutan bir kitap. Yazar, karmaşık toplumsal olayları bile sade anılarla entelektüel bir bakışla yorumsuz olarak irdeler.
Amerikan üniversitelerinin gizli iç kimliği, eğitimin niteliği, gerek öğrenci gerekse öğretim görevlisi olarak sivrilmenin koşulları, kitapta açık ve nükteli bir dille anlatılmış. Öğrenci, öğretim üyesi ya da yönetici olarak üniversiteyle ilişkisi olmuş herkes, kendi yaşantıları ile bu kitapta anlatılanlar arasında benzerlikler bulacak... Anlatılanların çoğu, yalnızca Amerikan üniversitelerine özgü değil. Genelleme yapılacak olursa, tüm üniversitelerin birbirlerine oldukça benzer yönleri olduğu söylenebilir; ancak sorunlar temelde aynı da olsa, çözümler ve yaklaşımlar farklı olabiliyor.
Açık kaynaklarda kitap hakkında şu bilgi yer alıyor: “Commentary dergisinde Thomas Short; "mizahi bir acımasızlıkla kendini küçümseyecek şekilde" paylaşılmış birçok alıntıyla Rosovsky'nin yüksek öğretim ve kendi kariyeri ile ilgili yazdığını belirterek, kitabı "şirin bir kitap" olarak değerlendirmiştir. Kitabın Türkçe çevirisinin eleştirilerinde de, Süreyya Ersoy başarılı bulunmuş, kitabın son derece akıcı bir dille ve yalın bir anlatımla sunulduğu belirtilmiştir.”
Peki, bu kitabı bu makaleye niye getirdim, onu cevaplayalım:
Çünkü dekanlık görevinde onuncu yılımın dolmasına altı ay bile kalmadı!
Şimdilik kitabı rafına kaldırıp; Konfüçyüs’dan bir ders alalım:
Ayva
Konfüçyüs bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun onu örneklerle göstermek olduğuna inanır. Bir gün ders verdiği sınıfın tam karşısına geçer. Eline bir vazo alır, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tutar. Diğer elinde bir ayva vardır. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, ayvayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koyar ve şöyle der: "Ayvayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, onu yiyebilir." Çocuklardan biri açtır, ilk o davranır, elini vazonun dar ağzından içeri sokar. Ayvayı yakalar, çıkarmaya çalışır, ancak başaramaz.
"Elimi çıkaramıyorum!"
Konfüçyüs:
"Ayvayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" der. Çocuk ayvayı elinden bırakmak istemez; ancak bir süre sonra mecbur bırakır. Elini vazodan çıkarırken şaşkındır.
“Ayvanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?” Konfüçyüs sorusuna cevap alamayınca, vazoyu yerden alıp ters çevirir. Ayva, vazonun içinden yuvarlanıp avucuna düşer. Çocuklar gülmeye başlar. Aslında çözüm o kadar basittir!
Konfüçyüs, "fakat bu, göründüğü kadar basit değil" der. Ayvayı havada tutarak konuşur:
“Bazen, bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğinizi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman ona son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, o hilekarlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz.”
İsa’dan önce 551 yılında doğup İÖ-479’da ölen Çinli filozof, eğitimci ve yazar olan Konfüçyüs’ün öğretileri resmi din olarak kabul edilir…
Birileri, ondan yaklaşık 2500 yıl sonra Nasreddin hocayı iki eşli öykülediler… (Bu konuyu araştırmadım, sosyal medyada tam da dünya emekçi kadınlar gününde karşıma çıktı!)
Nasreddin hoca deyince onun bir eşeği vardı hani kaybolan, o aklıma geldi. Ancak, bu aşağıdaki öykü o değil, eşek de onun eşeği değil…
Kuyu
Günlerden bir gün, köylerden birinde bir çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer, kaybolur. Eşek saatlerce acı içinde kıvranır ve anırır. Sesini duyan sahibi gelip baktığında zavallı eşeği kuyunun dibinde görür.
Çaresiz çiftçi, eş-dost köylüleri yardıma çağırır. Köylüler, kör kuyudaki eşeği kurtarmak için ne yapacaklarını tartışırlar bir süre. Ancak ve sonuçta onu kurtarmanın imkânsız olduğuna ve bunun için çalışmaya değmeyeceğine karar verirler.
Yine de eşeğin acı anırışlarına dayanamazlar. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmektir. Herkes elline aldığı kürekle etraftan kuyunun içine toprak atar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibine döker. Bir süre sonra ise ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde yükselir, yükselir ve sonunda yukarıya kadar çıkar. Köylüler, bu duruma, yani kuyudan dışarı çıkan eşeğe çok şaşırırlar.
İşte hayat da bazen bize yüklenir ve üzerimiz toz toprakla örtülüyormuş gibi olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır. Kör kuyuda olsak bile…
Üçüncü bir ders daha ekleyip bu haftayı olumlu kapatalım!
Artık “öteki” kullandığı için imtina edilen öncelikle barış, sonrasında huzur ve nihayetinde mutluluk dilekleri edilir ya hep; işte o mutluluk içerikli, örneklenmiş bir ders:
Mutluluk
Bir genç; mutluluğun sırlarını öğrenmek istemiş. Bir bilge aramış. Sormuş, soruşturmuş falanca kişidir demişler. Ayrıca, kırk günlük mesafedeki bir köşkte yaşadığını da söylemişler. Genç, gitmiş ve bilgeyi bulmuş. Bilge, onu bir güzel ağırladıktan sonra ne isteğini sormuş:
“Mutluluğun sırrı” demiş delikanlı “bana onu öğret.”
“Peki” demiş bilge. Gencin eline bir kaşık vermiş, bir de küçük yumurta bırakmış kaşığa.. “Bu kaşıktaki yumurtayı düşürmeden köşkümü gezip buraya, yanıma döneceksin. Başarırsan ben de sana sırrı söylerim” demiş.
Genç sarayı gezmiş gezmesine de ama gözü hep kaşıktaymış. Dönüp gelince bilge sormuş:
“Salondaki Acem halılarını gördün mü? Ya kütüphanedeki şömineyi fark ettin mi? Bahçedeki güller?” Ayrıntı sorularından utanan genç, hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. “Ben sadece kaşıktaki yumurtaya bakıyordum!”
Bilge: “Öyleyse git şimdi daha dikkatli olarak köşkümün harikalarını gör. Oturduğu evi tanımadan o insana güvenemezsin”.
İçi rahatlayan genç, kaşığı elinden bırakmadan tekrar gezmeye başlamış. Gördüğü her şeyi hafızasına adeta kazımış, geri dönünce de detayları bilgeye bir güzel anlatmış.
Bilge: “Peki sana emanet ettiğim yumurta nerede? Diye sormuş.
Kaşığa bakan genç, yumurtanın düşmüş olduğunu görmüş.
Bilgeler bilgesi demiş ki: “Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün harikalarını görmektir ama bir yumurta taşıdığını unutmadan”.
Mesele, ayvayı yemek değil “çıkar” meselesidir. Kuyuya düşmemek veya düşünce kalkmaktır. Mesele, taşıdığın bir canı mutlu etmektir!
Ben dekanlığımdan bir şey anlatmadım! Siz yine de sanata yakın kalın…
Kendimize tanımlayabildiğimiz veya başkalarına tanımlayamadığımız beklentilerin doğrudan çıkarlarımızla ilişkisi olduğu açıktır. Bu ilişki değişik biçimlerle ve malzemelerle makyajlanarak gizlenmeye çalışılır. Eğer, zamanla kendisini deşifreleyebilirseniz, gizlenmeye çalışılan ortaya çıkacaktır. Her daim çıkarlarımızdır aslında ölçü olarak ele aldığımız.
Örneğin; benim için, şu anda rahatsız edilmek yazma konsantrasyonumu bozacağı için çıkarımla ölçüldüğünde eksi değerlerde gezecektir…
Örneğin; siz yasa ve yönetmeliklere uygun görev yapmaya çalışırken “ben böyle istiyorum” diye bir gırtlak temizlemesi duyduğunuzda motivasyonunuzun bozulması çıkarınıza ters düşecektir.
Örneğin; deyip buraya siz kendinize göre bir şeyler yazabilirsiniz.
Örneğin; ben, ne yazabilirim diye düşündüm: Akademinin içinde olmak ki, nerede ise öğrenciliğimle birlikte otuziki yıllık bir süreci kapsıyor. Üstelik de bunun nerede ise on yılı dekanlıkla geçiyorsa ve hala öğrenebiliyorsam ne mutlu bana! Sorarsanız elbette cevabım hazır; çıkarım öğrenmektir… Öğretmek ise başka bir keyif!
Serde akademisyenlik var demeyip, merak olduğu için, üşenmeden yazılı araştırmalar yaptım. Bu arada onu da belirteyim ki; sanata teşvik olmadığı için popüler olana yönelme rüzgarına kapılmadan idari içeriğe geçmek fena olmaz gibime geldi. Bundan hareketle de bir kitap aklıma geldi!
Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor!
The University; an Owner's Manual adı ile Henry Rosovsky tarafından yazılıp, 1990 yılında basılan bir kitaptır bu sözünü ettiğim kitap. Kitap, TÜBİTAK tarafından Süreyya Ersoy'un çevirisiyle yayımlanmıştır.
Peki, Rosovsky kimdir?
Dünyanın en nitelikli üniversitelerinden biri sayılan Harvard Üniversitesi'nin en büyük fakültesi olan Fen-Edebiyat Fakültesi'nde onbir yıl dekanlık yapmış, konusunda yetkin bir kişi Henry Rosovsky.
Peki, kitabın içinde ne var ona da bakalım:
Amerikan eğitim sitemini ve üniversite kültürü hakkında değerlendirme yapmaya ışık tutan bir kitap. Yazar, karmaşık toplumsal olayları bile sade anılarla entelektüel bir bakışla yorumsuz olarak irdeler.
Amerikan üniversitelerinin gizli iç kimliği, eğitimin niteliği, gerek öğrenci gerekse öğretim görevlisi olarak sivrilmenin koşulları, kitapta açık ve nükteli bir dille anlatılmış. Öğrenci, öğretim üyesi ya da yönetici olarak üniversiteyle ilişkisi olmuş herkes, kendi yaşantıları ile bu kitapta anlatılanlar arasında benzerlikler bulacak... Anlatılanların çoğu, yalnızca Amerikan üniversitelerine özgü değil. Genelleme yapılacak olursa, tüm üniversitelerin birbirlerine oldukça benzer yönleri olduğu söylenebilir; ancak sorunlar temelde aynı da olsa, çözümler ve yaklaşımlar farklı olabiliyor.
Açık kaynaklarda kitap hakkında şu bilgi yer alıyor: “Commentary dergisinde Thomas Short; "mizahi bir acımasızlıkla kendini küçümseyecek şekilde" paylaşılmış birçok alıntıyla Rosovsky'nin yüksek öğretim ve kendi kariyeri ile ilgili yazdığını belirterek, kitabı "şirin bir kitap" olarak değerlendirmiştir. Kitabın Türkçe çevirisinin eleştirilerinde de, Süreyya Ersoy başarılı bulunmuş, kitabın son derece akıcı bir dille ve yalın bir anlatımla sunulduğu belirtilmiştir.”
Peki, bu kitabı bu makaleye niye getirdim, onu cevaplayalım:
Çünkü dekanlık görevinde onuncu yılımın dolmasına altı ay bile kalmadı!
Şimdilik kitabı rafına kaldırıp; Konfüçyüs’dan bir ders alalım:
Ayva
Konfüçyüs bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun onu örneklerle göstermek olduğuna inanır. Bir gün ders verdiği sınıfın tam karşısına geçer. Eline bir vazo alır, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tutar. Diğer elinde bir ayva vardır. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, ayvayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koyar ve şöyle der: "Ayvayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, onu yiyebilir." Çocuklardan biri açtır, ilk o davranır, elini vazonun dar ağzından içeri sokar. Ayvayı yakalar, çıkarmaya çalışır, ancak başaramaz.
"Elimi çıkaramıyorum!"
Konfüçyüs:
"Ayvayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" der. Çocuk ayvayı elinden bırakmak istemez; ancak bir süre sonra mecbur bırakır. Elini vazodan çıkarırken şaşkındır.
“Ayvanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?” Konfüçyüs sorusuna cevap alamayınca, vazoyu yerden alıp ters çevirir. Ayva, vazonun içinden yuvarlanıp avucuna düşer. Çocuklar gülmeye başlar. Aslında çözüm o kadar basittir!
Konfüçyüs, "fakat bu, göründüğü kadar basit değil" der. Ayvayı havada tutarak konuşur:
“Bazen, bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğinizi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman ona son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, o hilekarlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz.”
İsa’dan önce 551 yılında doğup İÖ-479’da ölen Çinli filozof, eğitimci ve yazar olan Konfüçyüs’ün öğretileri resmi din olarak kabul edilir…
Birileri, ondan yaklaşık 2500 yıl sonra Nasreddin hocayı iki eşli öykülediler… (Bu konuyu araştırmadım, sosyal medyada tam da dünya emekçi kadınlar gününde karşıma çıktı!)
Nasreddin hoca deyince onun bir eşeği vardı hani kaybolan, o aklıma geldi. Ancak, bu aşağıdaki öykü o değil, eşek de onun eşeği değil…
Kuyu
Günlerden bir gün, köylerden birinde bir çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer, kaybolur. Eşek saatlerce acı içinde kıvranır ve anırır. Sesini duyan sahibi gelip baktığında zavallı eşeği kuyunun dibinde görür.
Çaresiz çiftçi, eş-dost köylüleri yardıma çağırır. Köylüler, kör kuyudaki eşeği kurtarmak için ne yapacaklarını tartışırlar bir süre. Ancak ve sonuçta onu kurtarmanın imkânsız olduğuna ve bunun için çalışmaya değmeyeceğine karar verirler.
Yine de eşeğin acı anırışlarına dayanamazlar. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmektir. Herkes elline aldığı kürekle etraftan kuyunun içine toprak atar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibine döker. Bir süre sonra ise ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde yükselir, yükselir ve sonunda yukarıya kadar çıkar. Köylüler, bu duruma, yani kuyudan dışarı çıkan eşeğe çok şaşırırlar.
İşte hayat da bazen bize yüklenir ve üzerimiz toz toprakla örtülüyormuş gibi olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır. Kör kuyuda olsak bile…
Üçüncü bir ders daha ekleyip bu haftayı olumlu kapatalım!
Artık “öteki” kullandığı için imtina edilen öncelikle barış, sonrasında huzur ve nihayetinde mutluluk dilekleri edilir ya hep; işte o mutluluk içerikli, örneklenmiş bir ders:
Mutluluk
Bir genç; mutluluğun sırlarını öğrenmek istemiş. Bir bilge aramış. Sormuş, soruşturmuş falanca kişidir demişler. Ayrıca, kırk günlük mesafedeki bir köşkte yaşadığını da söylemişler. Genç, gitmiş ve bilgeyi bulmuş. Bilge, onu bir güzel ağırladıktan sonra ne isteğini sormuş:
“Mutluluğun sırrı” demiş delikanlı “bana onu öğret.”
“Peki” demiş bilge. Gencin eline bir kaşık vermiş, bir de küçük yumurta bırakmış kaşığa.. “Bu kaşıktaki yumurtayı düşürmeden köşkümü gezip buraya, yanıma döneceksin. Başarırsan ben de sana sırrı söylerim” demiş.
Genç sarayı gezmiş gezmesine de ama gözü hep kaşıktaymış. Dönüp gelince bilge sormuş:
“Salondaki Acem halılarını gördün mü? Ya kütüphanedeki şömineyi fark ettin mi? Bahçedeki güller?” Ayrıntı sorularından utanan genç, hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. “Ben sadece kaşıktaki yumurtaya bakıyordum!”
Bilge: “Öyleyse git şimdi daha dikkatli olarak köşkümün harikalarını gör. Oturduğu evi tanımadan o insana güvenemezsin”.
İçi rahatlayan genç, kaşığı elinden bırakmadan tekrar gezmeye başlamış. Gördüğü her şeyi hafızasına adeta kazımış, geri dönünce de detayları bilgeye bir güzel anlatmış.
Bilge: “Peki sana emanet ettiğim yumurta nerede? Diye sormuş.
Kaşığa bakan genç, yumurtanın düşmüş olduğunu görmüş.
Bilgeler bilgesi demiş ki: “Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün harikalarını görmektir ama bir yumurta taşıdığını unutmadan”.
Mesele, ayvayı yemek değil “çıkar” meselesidir. Kuyuya düşmemek veya düşünce kalkmaktır. Mesele, taşıdığın bir canı mutlu etmektir!
Ben dekanlığımdan bir şey anlatmadım! Siz yine de sanata yakın kalın…