Wednesday, December 31, 2014
Sunday, December 28, 2014
Kayıp, misafir, selfi
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:60
28 Aralık 2014, Pazar, Lefkoşa
Değerli okurlar; bu yılı uğurlama hengamesi içinde iken; geçen yıl bu köşede yayınladığım takvim içerikli iki yazıyı okudum. Bir önceki yılın son yazısını ve bu yılın ilk yazısını. Hoşçakal değil de, hoş geldin diyebilmem için, yeni yıl yazımı bir hafta daha beklemem gerek!.. Bu yılın son haftasına, aynı yazıların özetinden bir demet tekrarı çok uygun olur diye düşünüyordum ki; Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekan Vekili Doç.Dr. Erdal Aygenç’in köşeme “misafir olma” talebi geldi.
Aliye Ummanel’in yazıp yönettiği “Kayıp” tiyatro oyunu için Erdal’ın yazısı hazırmış! Epeydir “Yakından Sanat” TV Programıma konuk almayı düşündüğüm Aliye Ummanel’in misafiri olarak oyunu; Yükselen, ben, Mustafa, Selen ve Erdal birlikte izledik.. Aliye Ummanel’i kutlayarak; YDÜ GSTF’de Yüksek Lisans çalışmaları sırasında öğrencilerim olan Hatice Tezcan, (oyunda anne rolunu oynuyor) ve Özlem Deniz Yetkili (oyunun dekor ve kostüm tasarımını yapmış) ile gurur duydum. Oyunu izledikten sonra; Erdal’ın yazısını paylaşmanın daha uygun olacağını düşündüm! Sayfaya sığdırmak için “girişini” biraz kırparak ve teşekkürle!
…
“Kayıp”, Aliye Ummanel’in yazıp yönettiği, tek perde ve 9 sahneden oluşan, bir saatlik tiyatro yapıtı. Ummanel, bir Kıbrıs gerçeğinden yola çıkarak kaleme almış oyunu. Bildik, tanıdık, yaşanmış bir öykü. Ama kolaya kaçmadan, sloganlaştırmadan, zekice yazılmış. Hamlet ilişkilendirilmesi ve geçişler ustaca kurgulanmış. Hamlet’in mezar sahnesi Kıbrıs örneğinde yeniden üretilmiş. Oyun, benzer acıları yaşayan dünyanın farklı toplumlarına da uyarlayabileceğiniz özelliklere sahip. Tekrar replikler dengeli. Kıbrıs’a ilişkin diyalekt olması gereken yerlerde; izleyiciyi çok güzel yakalıyor ve oyunun evrensel kimliğini bozmuyor. Kısaca metin güçlü, net ve abartısız.
Konuya ya da içeriğe derinlemesine girmek istemiyorum. Çünkü, ilk oyundan sonra tahminim -doğal olarak- yapılacak değerlendirmelerin konu ağırlıklı olacağı idi. Benzer şeyleri tekrarlamak bir yarar sağlamayacak. Bu topraklarda hala bir çok çatının altında tazeliğini koruyan benzer öykülerin var olduğunu, canlı tanıklarının ve gerçek kahramanlarının bulunduğunu biliyorum. Onun içindir ki Ummanel’in eserde isim, kimlik kullanmaması evrensel değerleri yakalamak adına çok isabetli olmuş. Sanatta içerik biçimle ‘görünür’ hale gelir; aralarındaki ilişki, miktar ve denge doğru kurgulanırsa sanat eserine dönüşür. Ne anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da önemlidir ve değerlidir. Bu durum farklı sanat dallarında farklı örgüler içinde aynı ilke olarak karşımıza çıkar.
“Kayıp”ta üç ana karakter var; oğlunu savaşta yitirmiş Büyükbaba (Erol Refikoğlu), kocasının kayıp kemiklerini yaşadığı topraklara gömmeyi amaç edinmiş Anne (Hatice Tezcan), dört yaşında babasız kalmış tiyatro oyuncusu Oğul (Erdoğan Kavaz). Refikoğlu kasketini takıp Hamlet yönetmeni de oluyor. Osman Ateş ve İzel Seylani diğer oyuncular. Beş kişilik ama kocaman bir ekip…Erdoğan Kavaz, Refikoğlu’na ve Tezcan’a eşlik ederken göz dolduruyor. Osman Ateş o denli ustaca kullanıyor ki jestlerini ve mimiklerini, oyunun gülümseten karakteri olarak belleklerde yer ediyor. İlk kez izlediğim İzel Seylani giderek heyecanından sıyrılıyor, rahatlıyor ve ilerisi için umut verici bir oyun sergiliyor.
Canlandırdığı her iki karakterde de ustalığını sergiliyor Erol Refikoğlu; kah gülümsetiyor, kah içinizde uykuya dalmış bir şeyleri uyandırıyor. Hele Büyükbabanın isyan sahnesinde seyircinin gözlerinin içine baka baka öyle tokatlıyor ki sizi, mıhlanıp kalıyorsunuz. Sevimli bir yaşlıdan ödünsüz bir Hamlet yönetmenine dönüşüveriyor saniyeler içerisinde. Abartısız, yalın, ‘usta bir oyunculuk nasıl olur’un dersini veriyor adeta. Tiyatroya gönül vermiş bir oyucunun, bir sanatçının hiçbir zaman emekli olamayacağını öğretiyor bize.
Anne karakterini öylesine sindirmiş ve içselleştirmiş ki, yaşından büyük bir karakteri canlandırırken usta bir performans sergiliyor Hatice Tezcan; oynamıyor, yaşıyor adeta. Akıttığı gözyaşlarını izlerken siz de elinizde olmadan göz pınarlarınızı yokluyorsunuz. Özellikle iki sahnede izleyiciyi ta şah damarından yakalıyor Tezcan. Ürperiyorsunuz. Donuyorsunuz. Eski fotoğrafları fırlattığı anda, her bir resim taş gibi ağırlaşıp yüreğinize oturuyor. Masa başında o sert duygu geçişi nasıl anlatılır, nasıl açıklanabilir bilemiyorum.
İzlediğimiz bir tiyatro yapıtı. Tiyatro, diğer sanat dallarına göre daha çok bileşeni olan bir alan. Tek başına içerik yeterli olsa idi, metni okur, ne anlattığını kavrardık. Biçimi değersiz bulsa idik şiir, öykü, roman da okumamıza gerek kalmazdı, kuş sesi dinlemekle müzik gereksinimimizi giderirdik. Oysa, o metne yaşam veren, kan taşıyan başka şeyler var tiyatroda. Dekor, kostüm, müzik, ışık, oyuncu… Ve tabii ki seyirci… İşte tiyatroyu sihirli kılan bunların uyumlu birlikteliği. Sahne arkası da dahil, dişlilerin yerinde, doğru ve istenir ‘biçim’de çalışması gerekir.
LBT’nin bir özelliği, sahne ile salonu ayıran platform ya da benzeri bir şey yok. Sanki izleyici olarak siz de içindesiniz sahnenin. Çok sıcak ve samimi bir ilişki. Bu ilişkinin kurulmasında dekor ve kostüm tasarımcısı Özlem Deniz Yetkili’nin katkısı büyük. Belli ki oyunu çok iyi okumuş Yetkili. İyi bir sahne tasarımının oyuna ne denli katkı sağladığına tanıklık ediyorsunuz “Kayıp” ta. Ne gerekiyorsa o. Bunu da koyalım, şunu da gösterelim endişesi yok. Hele mezar sahnelerinin tozu-toprağı, seyirciye ‘sahne tozu yutma’ şansı vermesi bir zeka kıvraklığı, cesaret işi. İşlevsiz bir şey yok. Kuşkusuz dekoru gerçekleştiren, oyuna kendi kimliği ile de dahil olan Rıza Şen’i de kutlamak gerekir.
İlk oyunda ‘acaba müzik olarak bir yaylı eser mi kulanılsaydı’ diye düşünmedim değil. Ancak sonradan bunun rol çalabileceğini, oyunu da ağırlaştırabileceğini fark ettim. Osman Ateş bir piyano eseri ile doğru seçim yapmış.
Yazmak ayrı, sahneye koymak ayrı bir olgu. Aliye Ummanel, Yönetmen Yardımcıları Kıymet Karabiber ve Melek Erdil ile birlikte sahneye koyma yetkinliği yanında, oyuncu seçiminde de ne denli isabetli olduklarını kanıtlıyorlar. Tıkır tıkır işleyen bir ‘oyun’ izliyorsunuz.
Son söz olarak; Stanislavski ve Brecht birlikte izleselerdi bu oyunu, eminim ikisi de ayakta alkışlarlardı. Adını andığım, anamadığım tüm ekibin emeğine, yüreğine, terine sağlık.
…
Yılın sondan dördüncü günü; bir yazı paylaştım, bir de YDÜ Mimarlık Fakültesi’nden “selfi” fotoğraf ekledim ayrıca. Altında; “başarının ilkleri ile bezenmiş müthiş bir yıl ve güzel bir final! başta Suat hocamız olmak üzere herkese teşekkürler” yazan bir fotoğraf…
Yeni yılda, sağlık, huzur ve başarı dileklerimle; eğitim alın, kayıp olmayın, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:60
28 Aralık 2014, Pazar, Lefkoşa
Değerli okurlar; bu yılı uğurlama hengamesi içinde iken; geçen yıl bu köşede yayınladığım takvim içerikli iki yazıyı okudum. Bir önceki yılın son yazısını ve bu yılın ilk yazısını. Hoşçakal değil de, hoş geldin diyebilmem için, yeni yıl yazımı bir hafta daha beklemem gerek!.. Bu yılın son haftasına, aynı yazıların özetinden bir demet tekrarı çok uygun olur diye düşünüyordum ki; Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekan Vekili Doç.Dr. Erdal Aygenç’in köşeme “misafir olma” talebi geldi.
Aliye Ummanel’in yazıp yönettiği “Kayıp” tiyatro oyunu için Erdal’ın yazısı hazırmış! Epeydir “Yakından Sanat” TV Programıma konuk almayı düşündüğüm Aliye Ummanel’in misafiri olarak oyunu; Yükselen, ben, Mustafa, Selen ve Erdal birlikte izledik.. Aliye Ummanel’i kutlayarak; YDÜ GSTF’de Yüksek Lisans çalışmaları sırasında öğrencilerim olan Hatice Tezcan, (oyunda anne rolunu oynuyor) ve Özlem Deniz Yetkili (oyunun dekor ve kostüm tasarımını yapmış) ile gurur duydum. Oyunu izledikten sonra; Erdal’ın yazısını paylaşmanın daha uygun olacağını düşündüm! Sayfaya sığdırmak için “girişini” biraz kırparak ve teşekkürle!
…
“Kayıp”, Aliye Ummanel’in yazıp yönettiği, tek perde ve 9 sahneden oluşan, bir saatlik tiyatro yapıtı. Ummanel, bir Kıbrıs gerçeğinden yola çıkarak kaleme almış oyunu. Bildik, tanıdık, yaşanmış bir öykü. Ama kolaya kaçmadan, sloganlaştırmadan, zekice yazılmış. Hamlet ilişkilendirilmesi ve geçişler ustaca kurgulanmış. Hamlet’in mezar sahnesi Kıbrıs örneğinde yeniden üretilmiş. Oyun, benzer acıları yaşayan dünyanın farklı toplumlarına da uyarlayabileceğiniz özelliklere sahip. Tekrar replikler dengeli. Kıbrıs’a ilişkin diyalekt olması gereken yerlerde; izleyiciyi çok güzel yakalıyor ve oyunun evrensel kimliğini bozmuyor. Kısaca metin güçlü, net ve abartısız.
Konuya ya da içeriğe derinlemesine girmek istemiyorum. Çünkü, ilk oyundan sonra tahminim -doğal olarak- yapılacak değerlendirmelerin konu ağırlıklı olacağı idi. Benzer şeyleri tekrarlamak bir yarar sağlamayacak. Bu topraklarda hala bir çok çatının altında tazeliğini koruyan benzer öykülerin var olduğunu, canlı tanıklarının ve gerçek kahramanlarının bulunduğunu biliyorum. Onun içindir ki Ummanel’in eserde isim, kimlik kullanmaması evrensel değerleri yakalamak adına çok isabetli olmuş. Sanatta içerik biçimle ‘görünür’ hale gelir; aralarındaki ilişki, miktar ve denge doğru kurgulanırsa sanat eserine dönüşür. Ne anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da önemlidir ve değerlidir. Bu durum farklı sanat dallarında farklı örgüler içinde aynı ilke olarak karşımıza çıkar.
“Kayıp”ta üç ana karakter var; oğlunu savaşta yitirmiş Büyükbaba (Erol Refikoğlu), kocasının kayıp kemiklerini yaşadığı topraklara gömmeyi amaç edinmiş Anne (Hatice Tezcan), dört yaşında babasız kalmış tiyatro oyuncusu Oğul (Erdoğan Kavaz). Refikoğlu kasketini takıp Hamlet yönetmeni de oluyor. Osman Ateş ve İzel Seylani diğer oyuncular. Beş kişilik ama kocaman bir ekip…Erdoğan Kavaz, Refikoğlu’na ve Tezcan’a eşlik ederken göz dolduruyor. Osman Ateş o denli ustaca kullanıyor ki jestlerini ve mimiklerini, oyunun gülümseten karakteri olarak belleklerde yer ediyor. İlk kez izlediğim İzel Seylani giderek heyecanından sıyrılıyor, rahatlıyor ve ilerisi için umut verici bir oyun sergiliyor.
Canlandırdığı her iki karakterde de ustalığını sergiliyor Erol Refikoğlu; kah gülümsetiyor, kah içinizde uykuya dalmış bir şeyleri uyandırıyor. Hele Büyükbabanın isyan sahnesinde seyircinin gözlerinin içine baka baka öyle tokatlıyor ki sizi, mıhlanıp kalıyorsunuz. Sevimli bir yaşlıdan ödünsüz bir Hamlet yönetmenine dönüşüveriyor saniyeler içerisinde. Abartısız, yalın, ‘usta bir oyunculuk nasıl olur’un dersini veriyor adeta. Tiyatroya gönül vermiş bir oyucunun, bir sanatçının hiçbir zaman emekli olamayacağını öğretiyor bize.
Anne karakterini öylesine sindirmiş ve içselleştirmiş ki, yaşından büyük bir karakteri canlandırırken usta bir performans sergiliyor Hatice Tezcan; oynamıyor, yaşıyor adeta. Akıttığı gözyaşlarını izlerken siz de elinizde olmadan göz pınarlarınızı yokluyorsunuz. Özellikle iki sahnede izleyiciyi ta şah damarından yakalıyor Tezcan. Ürperiyorsunuz. Donuyorsunuz. Eski fotoğrafları fırlattığı anda, her bir resim taş gibi ağırlaşıp yüreğinize oturuyor. Masa başında o sert duygu geçişi nasıl anlatılır, nasıl açıklanabilir bilemiyorum.
İzlediğimiz bir tiyatro yapıtı. Tiyatro, diğer sanat dallarına göre daha çok bileşeni olan bir alan. Tek başına içerik yeterli olsa idi, metni okur, ne anlattığını kavrardık. Biçimi değersiz bulsa idik şiir, öykü, roman da okumamıza gerek kalmazdı, kuş sesi dinlemekle müzik gereksinimimizi giderirdik. Oysa, o metne yaşam veren, kan taşıyan başka şeyler var tiyatroda. Dekor, kostüm, müzik, ışık, oyuncu… Ve tabii ki seyirci… İşte tiyatroyu sihirli kılan bunların uyumlu birlikteliği. Sahne arkası da dahil, dişlilerin yerinde, doğru ve istenir ‘biçim’de çalışması gerekir.
LBT’nin bir özelliği, sahne ile salonu ayıran platform ya da benzeri bir şey yok. Sanki izleyici olarak siz de içindesiniz sahnenin. Çok sıcak ve samimi bir ilişki. Bu ilişkinin kurulmasında dekor ve kostüm tasarımcısı Özlem Deniz Yetkili’nin katkısı büyük. Belli ki oyunu çok iyi okumuş Yetkili. İyi bir sahne tasarımının oyuna ne denli katkı sağladığına tanıklık ediyorsunuz “Kayıp” ta. Ne gerekiyorsa o. Bunu da koyalım, şunu da gösterelim endişesi yok. Hele mezar sahnelerinin tozu-toprağı, seyirciye ‘sahne tozu yutma’ şansı vermesi bir zeka kıvraklığı, cesaret işi. İşlevsiz bir şey yok. Kuşkusuz dekoru gerçekleştiren, oyuna kendi kimliği ile de dahil olan Rıza Şen’i de kutlamak gerekir.
İlk oyunda ‘acaba müzik olarak bir yaylı eser mi kulanılsaydı’ diye düşünmedim değil. Ancak sonradan bunun rol çalabileceğini, oyunu da ağırlaştırabileceğini fark ettim. Osman Ateş bir piyano eseri ile doğru seçim yapmış.
Yazmak ayrı, sahneye koymak ayrı bir olgu. Aliye Ummanel, Yönetmen Yardımcıları Kıymet Karabiber ve Melek Erdil ile birlikte sahneye koyma yetkinliği yanında, oyuncu seçiminde de ne denli isabetli olduklarını kanıtlıyorlar. Tıkır tıkır işleyen bir ‘oyun’ izliyorsunuz.
Son söz olarak; Stanislavski ve Brecht birlikte izleselerdi bu oyunu, eminim ikisi de ayakta alkışlarlardı. Adını andığım, anamadığım tüm ekibin emeğine, yüreğine, terine sağlık.
…
Yılın sondan dördüncü günü; bir yazı paylaştım, bir de YDÜ Mimarlık Fakültesi’nden “selfi” fotoğraf ekledim ayrıca. Altında; “başarının ilkleri ile bezenmiş müthiş bir yıl ve güzel bir final! başta Suat hocamız olmak üzere herkese teşekkürler” yazan bir fotoğraf…
Yeni yılda, sağlık, huzur ve başarı dileklerimle; eğitim alın, kayıp olmayın, sanata yakın kalın…
Sunday, December 21, 2014
Mürşide İçmeli, vefa
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:59
21 Aralık 2014, Pazar, Lefkoşa
Asya Sanat Bienali, üç hafta boyunca bu sayfanın konuğu oldu. Bienal üzerinden sürdürdüğüm sanatsal değerlendirmelerimi bir yana bırakırsak; dünyanın değişen yönü, “sosyo-ekonomik” denge kayması içerikli tespit ve tartışmalarım, oldukça ilgi çekti. Mutlu oldum, eleştirileriyle beni yüreklendiren okurlarıma, arkadaşlarıma, hocalarıma teşekkür ederim.
Bienal, Dhaka’da sürüyör ancak; geçen Çarşamba günü (17 Aralı 20014) bir hocam telefonumdan aradı beni. 1983 yılında lisans diplomamı aldığım Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden hocam.
Hocamla görüşmemiz beni üzdü, beni ezdi bu sefer.
Arayan hocam, lisansta mezun olduğum atölyenin hocası sayın Prof. Hayati Misman idi. Hocam konuşmaya başlayınca, benim de yüreğim sızlamaya başladı. Öğrencilik yıllarım; hocalarım, arkadaşlarım ve anılar, hızla ve telaşla gözümün önüne damla olup yığıldılar. Hayati hocam; annesi, ablası gibi sevdiği, koruyup kolladığı, sayın Prof. Mürşide İçmeli hocamızın ismini anarak, rahmetli olduğunu haber verdi bana…
Belleğimde bir yaprak daha düştü, bir öğretmenimi daha kaybettim…
Mürşide İçmeli hocamın vefatından sonra sosyal medyada ve basında pek çok yazı okudum hakkında yazılan, ancak bunlar arasından dönem arkadaşım Kadir Şişginoğlu’nun yazdıklarını sizinle paylaşmak istedim:
“Ufak tefek, sessiz, sakin, zarif, tane tane, az ve öz konuşan hocamızın yapıtlarını sergilerde ve atölyesinde gördüğümüzde olağanüstü yorumlama gücüne, titiz tekniğine ve her türlü malzemeyi baskılarında kullanabilmesine hayran olmuştum. Zarif ve sakin kişiliğin üstüne önlüğünü giyip, o ağır gravür presinin başına geçince hiç enerjisi bitmeyen bir savaşçıya dönüştüğünü gözlerimle görmesem, o eserleri onun yaptığına asla inanmayacaktım..
Sessizliğinden çekinirdik. Sürekli çalışıp araştırıp ondan iyi bir söz duymak için çaba harcardık. Ancak zor beğenen, titiz hocamızdan en fazla alacağımız övgü "eh fena değil" olurdu.
Sakinliğin büyük bir yaratım enerjisine dönüşebildiğini onda gördüm, atölye ve araştırma disiplinini ondan öğrendim, ölçüyü ondan öğrendim, her şeyin kalabalığına inat, azın aslında ne kadar çok olduğunu ondan öğrendim.
Birden, otuz dört yıllık anılarımızla örülü geçmişimden bir parça eksildi. Nurlar içinde uyu sevgili hocam. Bize öğrettiğin ve bizde yaşayan her şey için sonsuz teşekkürler...”
Mürşide İçmeli kimdir peki?
Resim çalışmalarına 1947 yılında İstanbul Çapa Kız İlköğretmen Okulu resim seminerinde başlar. Yıl sonunda seminerin kapanmasıyla Bursa ve Konya Kız İlköğretmen Okularında öğrenimine devam eder. 1950-53 yılları arasında okuduğu Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden resim-iş öğretmeni olarak mezun olur. 1959 yılında mezun olduğu okula grafik asistanı olarak girer. Hükümet bursu ile baskıresim dalında araştırma, inceleme ve ihtisas yapmak üzere 1960 yılında Madrid’e gönderilir. Madrid Güzel Sanatlar Akademisi gravür atölyesi ve Güzel Sanatlar Milli Okulu litografi atölyelerine devam eder. 1962’de bu kez Grafik sanatlar dalında yetiştirilmek üzere Londra'ya gönderilir. Central School Art and Design'ın Grafik Sanatları Bölümünde İllüstrasyon dalında ihtisas yapar. 1965 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünde Grafik Sanatları Öğretim Görevlisi olarak göreve başlar. Sanatta yeterlik unvanını 1985’te aldıktan hemen sonra 1986'da profesör olarak Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde çalışmaya başlar. Kendi isteği ile 1995 yılında emekli olur.
Çeşitli karma sergilere, devlet sergilerine katılan Mürşide İçmeli, ilk kişisel sergisini 1977’de Ankara’da açar. Berlin, Nürnberg, Leipzig, Tokyo, vb. yerlerde düzenlenen bienallere sergilere, gravürleriyle katılır. Bulgaristan, Almanya ve Yugoslavya’da Çağdaş Türk Grafik Sanatı karma sergilerine yapıt verir. 1973,1979, 1981 ve 1990 yıllarında Devlet Resim ve Heykel sergilerinde başarı ödülleri alır. 1980’de Balkan Halkları Arasında Barış ve Dayanışma Sergisi’nde grafik dalı ödülüne değer görülür. 1985’te İskenderiye bienalinde ikincilik ödülü alır.
Mürşide İçmeli’yi farklı ve alanında önemli kılan özelliklerinin başında; kabartma ve gravür tekniğini, uluslararası ölçülere uygun kullanan ve kendine özgü bir biçimlendirme anlayışı ile çalışmalar üreten Türk sanatçılarından biri olması gelir.
Anadolu sanatının kilim, halı ve minyatür gibi uygumla alanlarında kullanılan geometrik, simetrik ve stilize edilmiş kompozisyonları ona özgü çalışmaların kimliğini oluşturur. Yaşam, yeniden doğuş, yokoluş, toprak ve diriliş, gravürlerinde çokça işlenen temalardır. Ancak o, bu tür temaları çağdaş soyut gravür estetiğinin gerekli kıldığı disiplin içinde, konunun öyküsel yönünü geri plana iterek yansıtır.
Özellikle istiflenmiş figürler onun gravürlerinde soyut ve geometrik biçimlerle bir zıtlık etkisi uyandırır. Kompozisyonları ve biçimlerinde teknik olgunluk ile olabildiğince yalın bir anlatım dilini yansıtır. Çalışmalarında az renk kullanır, daha çok açık koyu tonlamalar ile formlar çizer.
Yalınlık, boş ve dolu yüzeyler arasındaki uyum ve denge; çok az şeyle derin bir anlam yansıtabilme gücü, Mürşide İçmeli’nin illüstrasyon ve afişlerine de özgün bir boyut katar.
Seksenli yılların sonları; Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümünde yüksek lisans öğrencisiyim. Mürşide İçmeli hocamız da Bilkent Üniversitesinden part-time olarak bize derse geliyordu. O dönemde bizzat öğrencisi olarak ondan dersler aldım. Beni yüreklendiren eleştirileri taptaze ve hala aklımda. Kendisi gibi İngiltere’ye gitmeme ilişkin konuşmalarımız ve bana verdiği desteği de ayrıca unutmam mümkün değil. Belleğimde bir yaprak daha düştü…
Mürşide İçmeli hocamızın narin ama büyük yüreği ile ürettiği çalışmaları; Türk grafik tasarımı ve baskıresmine ışık tutacaktır.
Başta ilk öğretmenim babam olmak üzere, vefat edenleri rahmetle anarak; bende emeği olan tüm öğretmenlerimi saygı ile selamlıyorum.
Eğitim alın, vefalı olun, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:59
21 Aralık 2014, Pazar, Lefkoşa
Asya Sanat Bienali, üç hafta boyunca bu sayfanın konuğu oldu. Bienal üzerinden sürdürdüğüm sanatsal değerlendirmelerimi bir yana bırakırsak; dünyanın değişen yönü, “sosyo-ekonomik” denge kayması içerikli tespit ve tartışmalarım, oldukça ilgi çekti. Mutlu oldum, eleştirileriyle beni yüreklendiren okurlarıma, arkadaşlarıma, hocalarıma teşekkür ederim.
Bienal, Dhaka’da sürüyör ancak; geçen Çarşamba günü (17 Aralı 20014) bir hocam telefonumdan aradı beni. 1983 yılında lisans diplomamı aldığım Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden hocam.
Hocamla görüşmemiz beni üzdü, beni ezdi bu sefer.
Arayan hocam, lisansta mezun olduğum atölyenin hocası sayın Prof. Hayati Misman idi. Hocam konuşmaya başlayınca, benim de yüreğim sızlamaya başladı. Öğrencilik yıllarım; hocalarım, arkadaşlarım ve anılar, hızla ve telaşla gözümün önüne damla olup yığıldılar. Hayati hocam; annesi, ablası gibi sevdiği, koruyup kolladığı, sayın Prof. Mürşide İçmeli hocamızın ismini anarak, rahmetli olduğunu haber verdi bana…
Belleğimde bir yaprak daha düştü, bir öğretmenimi daha kaybettim…
Mürşide İçmeli hocamın vefatından sonra sosyal medyada ve basında pek çok yazı okudum hakkında yazılan, ancak bunlar arasından dönem arkadaşım Kadir Şişginoğlu’nun yazdıklarını sizinle paylaşmak istedim:
“Ufak tefek, sessiz, sakin, zarif, tane tane, az ve öz konuşan hocamızın yapıtlarını sergilerde ve atölyesinde gördüğümüzde olağanüstü yorumlama gücüne, titiz tekniğine ve her türlü malzemeyi baskılarında kullanabilmesine hayran olmuştum. Zarif ve sakin kişiliğin üstüne önlüğünü giyip, o ağır gravür presinin başına geçince hiç enerjisi bitmeyen bir savaşçıya dönüştüğünü gözlerimle görmesem, o eserleri onun yaptığına asla inanmayacaktım..
Sessizliğinden çekinirdik. Sürekli çalışıp araştırıp ondan iyi bir söz duymak için çaba harcardık. Ancak zor beğenen, titiz hocamızdan en fazla alacağımız övgü "eh fena değil" olurdu.
Sakinliğin büyük bir yaratım enerjisine dönüşebildiğini onda gördüm, atölye ve araştırma disiplinini ondan öğrendim, ölçüyü ondan öğrendim, her şeyin kalabalığına inat, azın aslında ne kadar çok olduğunu ondan öğrendim.
Birden, otuz dört yıllık anılarımızla örülü geçmişimden bir parça eksildi. Nurlar içinde uyu sevgili hocam. Bize öğrettiğin ve bizde yaşayan her şey için sonsuz teşekkürler...”
Mürşide İçmeli kimdir peki?
Resim çalışmalarına 1947 yılında İstanbul Çapa Kız İlköğretmen Okulu resim seminerinde başlar. Yıl sonunda seminerin kapanmasıyla Bursa ve Konya Kız İlköğretmen Okularında öğrenimine devam eder. 1950-53 yılları arasında okuduğu Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden resim-iş öğretmeni olarak mezun olur. 1959 yılında mezun olduğu okula grafik asistanı olarak girer. Hükümet bursu ile baskıresim dalında araştırma, inceleme ve ihtisas yapmak üzere 1960 yılında Madrid’e gönderilir. Madrid Güzel Sanatlar Akademisi gravür atölyesi ve Güzel Sanatlar Milli Okulu litografi atölyelerine devam eder. 1962’de bu kez Grafik sanatlar dalında yetiştirilmek üzere Londra'ya gönderilir. Central School Art and Design'ın Grafik Sanatları Bölümünde İllüstrasyon dalında ihtisas yapar. 1965 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünde Grafik Sanatları Öğretim Görevlisi olarak göreve başlar. Sanatta yeterlik unvanını 1985’te aldıktan hemen sonra 1986'da profesör olarak Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde çalışmaya başlar. Kendi isteği ile 1995 yılında emekli olur.
Çeşitli karma sergilere, devlet sergilerine katılan Mürşide İçmeli, ilk kişisel sergisini 1977’de Ankara’da açar. Berlin, Nürnberg, Leipzig, Tokyo, vb. yerlerde düzenlenen bienallere sergilere, gravürleriyle katılır. Bulgaristan, Almanya ve Yugoslavya’da Çağdaş Türk Grafik Sanatı karma sergilerine yapıt verir. 1973,1979, 1981 ve 1990 yıllarında Devlet Resim ve Heykel sergilerinde başarı ödülleri alır. 1980’de Balkan Halkları Arasında Barış ve Dayanışma Sergisi’nde grafik dalı ödülüne değer görülür. 1985’te İskenderiye bienalinde ikincilik ödülü alır.
Mürşide İçmeli’yi farklı ve alanında önemli kılan özelliklerinin başında; kabartma ve gravür tekniğini, uluslararası ölçülere uygun kullanan ve kendine özgü bir biçimlendirme anlayışı ile çalışmalar üreten Türk sanatçılarından biri olması gelir.
Anadolu sanatının kilim, halı ve minyatür gibi uygumla alanlarında kullanılan geometrik, simetrik ve stilize edilmiş kompozisyonları ona özgü çalışmaların kimliğini oluşturur. Yaşam, yeniden doğuş, yokoluş, toprak ve diriliş, gravürlerinde çokça işlenen temalardır. Ancak o, bu tür temaları çağdaş soyut gravür estetiğinin gerekli kıldığı disiplin içinde, konunun öyküsel yönünü geri plana iterek yansıtır.
Özellikle istiflenmiş figürler onun gravürlerinde soyut ve geometrik biçimlerle bir zıtlık etkisi uyandırır. Kompozisyonları ve biçimlerinde teknik olgunluk ile olabildiğince yalın bir anlatım dilini yansıtır. Çalışmalarında az renk kullanır, daha çok açık koyu tonlamalar ile formlar çizer.
Yalınlık, boş ve dolu yüzeyler arasındaki uyum ve denge; çok az şeyle derin bir anlam yansıtabilme gücü, Mürşide İçmeli’nin illüstrasyon ve afişlerine de özgün bir boyut katar.
Seksenli yılların sonları; Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümünde yüksek lisans öğrencisiyim. Mürşide İçmeli hocamız da Bilkent Üniversitesinden part-time olarak bize derse geliyordu. O dönemde bizzat öğrencisi olarak ondan dersler aldım. Beni yüreklendiren eleştirileri taptaze ve hala aklımda. Kendisi gibi İngiltere’ye gitmeme ilişkin konuşmalarımız ve bana verdiği desteği de ayrıca unutmam mümkün değil. Belleğimde bir yaprak daha düştü…
Mürşide İçmeli hocamızın narin ama büyük yüreği ile ürettiği çalışmaları; Türk grafik tasarımı ve baskıresmine ışık tutacaktır.
Başta ilk öğretmenim babam olmak üzere, vefat edenleri rahmetle anarak; bende emeği olan tüm öğretmenlerimi saygı ile selamlıyorum.
Eğitim alın, vefalı olun, sanata yakın kalın…
Sunday, December 14, 2014
Ödüller, jüri ve bienal
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:58
“Sanatın küresel olarak sosyo-ekonomik boyutunu tartışırken, Asya Sanat Bienali üzerine yazmaktan biraz uzaklaştım…” demiştim geçen haftaki yazımda... Yazımda sözünü ettiğim ve tartıştığım “sosyo-ekonomik” durumu kabule pek çok okur-yazar insanın dahi henüz hazır olduğunu sanmıyorum. Daha ilkokul yıllarında ezberlediğimiz şiirler gibi, bugünkü tek tip yaklaşımdan kurtulmanın; Batılı yöntemlerle şekillenmiş bilinçaltının özgür kalması ile mümkün olacağına inanıyorum. Çünkü bugünün “Batı”sında kendini bulmuş baskın “sistemler” Doğu’ya dönülmesine, izin vermek istemeyeceklerdir. İki ay önce bulunduğum Batı ile, iki hafta önce bulunduğum Doğu arasındaki dengelerin yavaş da olsa değişmekte olduğunu gözle görüp, kaynaklardan okumak keyif verici. Buradan; “ne kadar büyük olursa olsun bütün nehirler sonuçta denize dökülür” sözünün tartışmaya anlam desteği sağlayabileceği düşüncesi ile, yeniden bienale dönelim.
İki yıl önceki bienalde “sanatta melezleşme-kültürlerarası geçiş” olarak belirlenen konu kapsamında yapılan ve sergilemeye seçilen çalışmalardan çıkış bulan; bu yılki “yeni medya-yeni gerçekler” konusu, bienalin sürekliliğinden kazanılan deneyimlerin başarıya etkisini, kurumsal boyutuyla açıkça gösteriyordu. Özellikle Asya, Orta Doğu ve Pasifik bölgesindeki ülkelerden sanat çalışmalarının son iki yılını özetleyen Asya Sanat Bienali; hem ortaya çıkan işlerden etkileniyor, hem de yeni açılımlara ışık tutup yol gösterme misyonunu da yerine getiriyor yorumu yanlış olmasa gerek. Sosyo-ekonomik kıyaslamalar yapıldığında başarının boyutu kendini daha da net gösteriyor yorumu da haksız olmasa gerek. Jürinin ortak bir değerlendirmesi olarak organizsayon için şu notu da eklemek isterim: havaalanında karşılanmadan, havaalanında uğurlanmaya kadar geçen sürenin programı çok başarılıydı ve aksamadan uygulandı.
Bienal açılış törenine; Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı Abul Maal Abdul Muhith ve Kültür Bakanı Asaduzzaman Noor ile birlikte üst düzey bürokratlar ve yabancı misyon şefleri de katıldılar.
Türkiye Cumhuriyeti Dhaka Büyükelçisi Sayın Hüseyin Müftüoğlu da açılış törenine geldi, onurlandım. Sağ olsunlar bienal hakkındaki ilk yazımı elçiliğin facebook sayfasına da koymuşlar. Genç, başarılı ve sanatla ilgili bir büyükelçi. Kendisine; Bangladesh’in Ankara Büyükelçisi Sayın Md. Zulfiqur Rahman, Sayın Kemal Doğan ve Yakın Doğu Üniversitesi’ne de bu süre içindeki destekleri nedeni ile bir kere daha teşekkür ederim.
Oraya davet ediliş nedenim olan jüri çalışmalarına gelelim: Daha önceki iki bienale göre sayı olarak, dijital veya yeni medya çalışmaları epeyce artmıştı. Özel gösteri odaları ses ve ışık yalıtımı açısından oldukça başarılıydı. Yabancı katılımcıların heykel ve seramik gibi taşınması diğerlerine göre daha zor olan çalışmaları küçük boyutluydu. Karışık tekniklerle yapılmış epey çalışma vardı. Bunların sergilenmeleri sanatçıların talimatlarına uygun olarak yerine getirilmişti. İstediğimizde çalışmaların manifestoları ve kurulum şemaları bizlere sunuldu. Tuval üzerine yağlıboya veya akrilik çalışmalar yine çoğunluktaydı. Özetlemek gerekirse; iki gün boyunca, teknoloji, uygulama tekniği ve kavramsal olarak dünya sanatına doyduk!
Jüri üyeleri sıfatı ile; birlikte, ancak bireysel olarak iki gün boyunca notlar ve görüntüler alarak, tüm galerileri ve işleri teker teker inceleyerek gezdik. Galerilerin hangi ülkeye ait olduğu belli değildi biz gezerken. Resimlerin de künyeleri yoktu!
Üçüncü gün tüm kişisel değerlendirmelerimizi, bizim için izole edilmiş, özgür ve rahat bir ortamda, ortaya açtık ve görsel destekle de tartıştık. Çok verimli ve keyifli bir süreci tamamlayıp ödüller üzerinde “fikir birliği” ile anlaşmaya vardık. Sonuçta: Bangladesh’ten Gulshan Hossain “Sound of Tears of Burnt Woman” isimli resim, ışık ve ekran enstalasyonuyla; Md Abdul Momen Milton, “Long March for Water” sermik enstalasyonuyla; Katar’dan Hessa Ahmed Kalla ise “Arab Character” adlı tuval üzerine akrilik ve kolaj çalışması ile büyük ödülü aldılar.
Umman’dan; Fakhriya Al-Yahyal “El-Aid Alkabeer” adli video ve hayvan kemiklerinden oluşturduğu çalışması ile, yine Umman’dan; Hamed Al Jabri “Impasse-2” adlı enstalasyonu ile, Bangladesh’ten Nurul Amin “Damege Books” adlı terracotta çalışması ile, Kamruzzaman Shadhin “Across the Line” adlı videosu ile, Maynul İslam Paul “Piper” adlı metal parçaların ardışık dizinimi enstalasyonu ile ve Bishwajit Goswami’nin“Cinderella’s Slippers” adlı enstalasyonu ile mansiyon ödüllerine değer bulundular.
Katılımcı ülkelerin bayrakları ve çalışmaların künyeleri asıldıktan sonra ortaya bir gerçek çıktı: Ekonomisi güçlü ülkelerin sanatı ve sunumlarındaki belirgin farklılık her açıdan kendini gösteriyordu. Yerel sanatçıların samimi, duygusal çalışmaları her türlü takdirin üzerindeydi. Bazı ülkelerdeki sosyal sorunlara sanatçıların duyarlılığı, illüstratif resimlemelerle kendini afişe ediyordu. Geçen bienale robotlarla galerinin ortasında, yerel adıyla “rickshaw” bisiklet taxi ve ses sistemi yerleştiren Japonlar, bu bienale yirmiye onbeş metrelik bir muşamba zemin üzerlerine farklı renklerden kovalar yerleştirilmiş beş robotlarla bir resim yaptılar… Daha önceki yıllarda ödüller alan Kore, Hindistan ve Avustralya’nın galerileri de çok güçlüydü… Orta Doğu’dan da yoğun bir katılım vardı. Bizim galeriden geçen hafta söz etmiştim.
Böylesi büyük bir organizasyonu ara vermeden ve kalitesini düşürmeden sürdürmek; jüri veya tüm katılımcılar, yerli veya yabancı hepsi ile, gerektiği şekilde ilgilenip zarif bir konukseverlik göstermek, gerçekten büyük bir başarıdır. Hiçbir masraftan kaçınmadan kurdukları sergi; Shilpakala Akademinin yönetimindeki Ulusal Galeri’nin Bangladesh için çok büyük bir vitrin özelliği taşımasıyla da farklı bir misyonu yerine getiriyor. Ulusal Galeri, bienal ile birlikte, ülkenin uluslararası prestijine önemli katkıda bulunuyor.
Bangladesh için başka söz olarak; 1971’de bağımsızlığına kavuşmuş, 1981’de Asya Sanat Bienalini başlatmış ve sürdürmekte olan bir ülkenin Ulusal Müzesi; her boyutuyla “tarihlerine” ayna tutuyordu. Mustafa Kemal Atatürk Bulvarı da vardı Dhaka’da!
Son söz olarak: mazlum insanların sosyo-ekonomik durumlarına koşut, büyük bir başarıya dönüşmüştü çabaları. Bu güzel yürekli insanların, sanat sayesinde gerçekleştirmekte oldukları bir mucize ile, geleceklerine ışık tutuyordu bienalleri…
Eğitim alın, yürekli olun, sanata yakın kalın…
“Sanatın küresel olarak sosyo-ekonomik boyutunu tartışırken, Asya Sanat Bienali üzerine yazmaktan biraz uzaklaştım…” demiştim geçen haftaki yazımda... Yazımda sözünü ettiğim ve tartıştığım “sosyo-ekonomik” durumu kabule pek çok okur-yazar insanın dahi henüz hazır olduğunu sanmıyorum. Daha ilkokul yıllarında ezberlediğimiz şiirler gibi, bugünkü tek tip yaklaşımdan kurtulmanın; Batılı yöntemlerle şekillenmiş bilinçaltının özgür kalması ile mümkün olacağına inanıyorum. Çünkü bugünün “Batı”sında kendini bulmuş baskın “sistemler” Doğu’ya dönülmesine, izin vermek istemeyeceklerdir. İki ay önce bulunduğum Batı ile, iki hafta önce bulunduğum Doğu arasındaki dengelerin yavaş da olsa değişmekte olduğunu gözle görüp, kaynaklardan okumak keyif verici. Buradan; “ne kadar büyük olursa olsun bütün nehirler sonuçta denize dökülür” sözünün tartışmaya anlam desteği sağlayabileceği düşüncesi ile, yeniden bienale dönelim.
İki yıl önceki bienalde “sanatta melezleşme-kültürlerarası geçiş” olarak belirlenen konu kapsamında yapılan ve sergilemeye seçilen çalışmalardan çıkış bulan; bu yılki “yeni medya-yeni gerçekler” konusu, bienalin sürekliliğinden kazanılan deneyimlerin başarıya etkisini, kurumsal boyutuyla açıkça gösteriyordu. Özellikle Asya, Orta Doğu ve Pasifik bölgesindeki ülkelerden sanat çalışmalarının son iki yılını özetleyen Asya Sanat Bienali; hem ortaya çıkan işlerden etkileniyor, hem de yeni açılımlara ışık tutup yol gösterme misyonunu da yerine getiriyor yorumu yanlış olmasa gerek. Sosyo-ekonomik kıyaslamalar yapıldığında başarının boyutu kendini daha da net gösteriyor yorumu da haksız olmasa gerek. Jürinin ortak bir değerlendirmesi olarak organizsayon için şu notu da eklemek isterim: havaalanında karşılanmadan, havaalanında uğurlanmaya kadar geçen sürenin programı çok başarılıydı ve aksamadan uygulandı.
Bienal açılış törenine; Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı Abul Maal Abdul Muhith ve Kültür Bakanı Asaduzzaman Noor ile birlikte üst düzey bürokratlar ve yabancı misyon şefleri de katıldılar.
Türkiye Cumhuriyeti Dhaka Büyükelçisi Sayın Hüseyin Müftüoğlu da açılış törenine geldi, onurlandım. Sağ olsunlar bienal hakkındaki ilk yazımı elçiliğin facebook sayfasına da koymuşlar. Genç, başarılı ve sanatla ilgili bir büyükelçi. Kendisine; Bangladesh’in Ankara Büyükelçisi Sayın Md. Zulfiqur Rahman, Sayın Kemal Doğan ve Yakın Doğu Üniversitesi’ne de bu süre içindeki destekleri nedeni ile bir kere daha teşekkür ederim.
Oraya davet ediliş nedenim olan jüri çalışmalarına gelelim: Daha önceki iki bienale göre sayı olarak, dijital veya yeni medya çalışmaları epeyce artmıştı. Özel gösteri odaları ses ve ışık yalıtımı açısından oldukça başarılıydı. Yabancı katılımcıların heykel ve seramik gibi taşınması diğerlerine göre daha zor olan çalışmaları küçük boyutluydu. Karışık tekniklerle yapılmış epey çalışma vardı. Bunların sergilenmeleri sanatçıların talimatlarına uygun olarak yerine getirilmişti. İstediğimizde çalışmaların manifestoları ve kurulum şemaları bizlere sunuldu. Tuval üzerine yağlıboya veya akrilik çalışmalar yine çoğunluktaydı. Özetlemek gerekirse; iki gün boyunca, teknoloji, uygulama tekniği ve kavramsal olarak dünya sanatına doyduk!
Jüri üyeleri sıfatı ile; birlikte, ancak bireysel olarak iki gün boyunca notlar ve görüntüler alarak, tüm galerileri ve işleri teker teker inceleyerek gezdik. Galerilerin hangi ülkeye ait olduğu belli değildi biz gezerken. Resimlerin de künyeleri yoktu!
Üçüncü gün tüm kişisel değerlendirmelerimizi, bizim için izole edilmiş, özgür ve rahat bir ortamda, ortaya açtık ve görsel destekle de tartıştık. Çok verimli ve keyifli bir süreci tamamlayıp ödüller üzerinde “fikir birliği” ile anlaşmaya vardık. Sonuçta: Bangladesh’ten Gulshan Hossain “Sound of Tears of Burnt Woman” isimli resim, ışık ve ekran enstalasyonuyla; Md Abdul Momen Milton, “Long March for Water” sermik enstalasyonuyla; Katar’dan Hessa Ahmed Kalla ise “Arab Character” adlı tuval üzerine akrilik ve kolaj çalışması ile büyük ödülü aldılar.
Umman’dan; Fakhriya Al-Yahyal “El-Aid Alkabeer” adli video ve hayvan kemiklerinden oluşturduğu çalışması ile, yine Umman’dan; Hamed Al Jabri “Impasse-2” adlı enstalasyonu ile, Bangladesh’ten Nurul Amin “Damege Books” adlı terracotta çalışması ile, Kamruzzaman Shadhin “Across the Line” adlı videosu ile, Maynul İslam Paul “Piper” adlı metal parçaların ardışık dizinimi enstalasyonu ile ve Bishwajit Goswami’nin“Cinderella’s Slippers” adlı enstalasyonu ile mansiyon ödüllerine değer bulundular.
Katılımcı ülkelerin bayrakları ve çalışmaların künyeleri asıldıktan sonra ortaya bir gerçek çıktı: Ekonomisi güçlü ülkelerin sanatı ve sunumlarındaki belirgin farklılık her açıdan kendini gösteriyordu. Yerel sanatçıların samimi, duygusal çalışmaları her türlü takdirin üzerindeydi. Bazı ülkelerdeki sosyal sorunlara sanatçıların duyarlılığı, illüstratif resimlemelerle kendini afişe ediyordu. Geçen bienale robotlarla galerinin ortasında, yerel adıyla “rickshaw” bisiklet taxi ve ses sistemi yerleştiren Japonlar, bu bienale yirmiye onbeş metrelik bir muşamba zemin üzerlerine farklı renklerden kovalar yerleştirilmiş beş robotlarla bir resim yaptılar… Daha önceki yıllarda ödüller alan Kore, Hindistan ve Avustralya’nın galerileri de çok güçlüydü… Orta Doğu’dan da yoğun bir katılım vardı. Bizim galeriden geçen hafta söz etmiştim.
Böylesi büyük bir organizasyonu ara vermeden ve kalitesini düşürmeden sürdürmek; jüri veya tüm katılımcılar, yerli veya yabancı hepsi ile, gerektiği şekilde ilgilenip zarif bir konukseverlik göstermek, gerçekten büyük bir başarıdır. Hiçbir masraftan kaçınmadan kurdukları sergi; Shilpakala Akademinin yönetimindeki Ulusal Galeri’nin Bangladesh için çok büyük bir vitrin özelliği taşımasıyla da farklı bir misyonu yerine getiriyor. Ulusal Galeri, bienal ile birlikte, ülkenin uluslararası prestijine önemli katkıda bulunuyor.
Bangladesh için başka söz olarak; 1971’de bağımsızlığına kavuşmuş, 1981’de Asya Sanat Bienalini başlatmış ve sürdürmekte olan bir ülkenin Ulusal Müzesi; her boyutuyla “tarihlerine” ayna tutuyordu. Mustafa Kemal Atatürk Bulvarı da vardı Dhaka’da!
Son söz olarak: mazlum insanların sosyo-ekonomik durumlarına koşut, büyük bir başarıya dönüşmüştü çabaları. Bu güzel yürekli insanların, sanat sayesinde gerçekleştirmekte oldukları bir mucize ile, geleceklerine ışık tutuyordu bienalleri…
Eğitim alın, yürekli olun, sanata yakın kalın…
Sunday, December 7, 2014
Ekonomi, sanat ve bienal
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:57
IMF verilerine göre Çin, ekonomik olarak dünyanın en büyüğü sıfatını artık Amerika’nın elinden almış bulunuyor. Başka bir deyişle; USA, 1872’de İngiltere’den aldığı dünya ekonomisinin lideri koltuğunu, artık Çin’e kaptırmış durumda. Yine, IMF verilerine göre Çin, 17.61 trilyon dolarlık bir ticari hacimle büyürken, buna karşılık USA 17.4 trilyon dolarlık bir hacimle onun gerisinde kalmış vaziyette. Aynı veri ve tahminlerine göre, 2019 yılında Çin’in bütçesinin 26.98 trilyon dolarlık rakamlara ulaşılacağı beklenmektedir.
Çin’in, özellikle son beş yıl içindeki büyümesi Asya’nın yüzünü güldürmüş; bu büyümenin kesintisiz ve bu hızla devam etmesi durumunda, 2050 yılında dünya ekonomisinin yüzde ellisini yöneteceği tahminleri konuşulmaya başlanmıştır. Bu perspektif ile bakan ekonomistler, muhtemel bir Asya yüzyılının eşiğinde olduğumuzu söylemektedirler.
Peki bu değişen ekonomik dünya düzeni ve dengeler, çağdaş sanatın manzarasını nasıl şekillendirmektedir? Ya da yeni bir sanat üretim dili ile, dünya sanatında yeni bir düzen mi oluşmaktadır?
Aslında son on yıla bakıldığında uluslararası sanat piyasasının başlangıçtan beri hedeflediği, bienaller ve küratörler aracılığı ile dünyaya kabul ettirmeye çalıştığı; Batılı olanın daha iyi, daha güzel, daha güçlü olduğu felsefesi; değişen ekonomik dengeler ile sorgulanmaya başlanmış; Batılı olmayan ile yeni bir yüzleşme sorunu ortaya çıkmıştır. Özellikle bienallerde Batılı olmayan sanatçıların baskın bir duruma gelmeleri ile, sosyo-ekonomik değişimin renkleri, galerilerde ya da sergileme mekanlarında da kendini göstermiştir. Böylece, Batılı organizasyonlar; Batıda, kendi düzenledikleri ve yönettikleri etkinliklerde, Batılı olmayan sanatçıları kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bu kabul, bir ticari mal olarak alınıp satılan sanat ile elde edilen gücün, Batıdan kaymasını da beraberinde getirmiştir. Sonuçta, Batı tarafından, bienaller ve küratörler ile yönlendirilen küresel sanatın yönünü, ekonomik dengelerdeki değişimle beraber Asya’ya doğru çevirmekte olduğunu yine Batılı eleştirmenler artık açıkça kabul etmektedirler.
Bu yön değişiminin önemli nedenlerinden biri de, kuşkusuz oluşturulan yeni görsel diller aracılığı ile Batılı olmayan sanatçıların kendilerini dünya kültür ağına entegre etmeleridir. Yeni medya ve video, dijital sanat, bilgisayar grafikleri, internet sanatı, enstalasyonlar gibi sanatsal uygulamaların yeni formlar aracılığı ile söylenmesi, Batılı olmayan sanatçıların etkin bir küresel diyalog içine girmelerine neden olmuştur.
Sosyo-ekonomik küresel gelişmeler ile sanatta yeni sorunlar, yeni teoriler ve yeni değerler ortaya çıkmıştır. Batı penceresinden bakılarak onların cümleleri ile Antik Yunan’a kadar getirilip bırakılan, içine Latince sözcükler serpiştirilip sofistike hava verilmeye çalışılan, “neden sanat” söylemleri artık günümüz sanatçısı için bayat, demode, sıkıcı ve hatta “hikaye” olarak görülül olmuştur. Günümüzün çok taraflı ve çok kutuplu dünyasında; Aristotales şöyle demişti, mimesis budur hikayeleri; Batı’nın kendi uygarlığını üzerine oturttuğu Yunan yerelinden uluslararası sanatı tariflemeye artık yetmemektedir.
Batı, bu yetersizliğin farkında olup yeni çözümler üretmeye çalışırken, kendini yenileyemeyenlerin körlükleri; değil sanat üzerinden, eski hikayeler üzerinden rol çalarak “belleme” yapmalarından başka bir şey değildir.
Batılı olmayan sanatın önlenemeyen yükselişini bu kör taklitçilerin fark etmesini beklemek çok da gerekli değil zaten. Çünkü, küresel ekonomideki süper güçlerin denge kayması ile kendine yeni bir yön çizen sanat, Yunan uygarlığının kendini var etmek için devşirdiği, Asya’daki daha eski uygarlıkların sanatı ile yeniden yüz yüze geliyor.
Batının fark ettiği Asya Sanatındaki büyük patlama, öncülüğünü Çin ve Hindistan’ın yaptığı ekonomik büyüme ile paralellik gösteriyor. Böyle bir tespit cümlesinin sonrasında Asya’nın ekonomik olarak en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladesh’in, ilkini 1981’de gerçekleştirdikleri, onaltıncısını da yedi gün önce açtıkları Asya Sanat Bienali’ni farklı bir yere koymak lazım diye düşünüyorum.
Tanık olduğum üzere; oradaki büyük sorunlar, daha büyük kararlılıklarla çözülüyor! Özellikle Asya ve Pasifik ülkeleri bu çözümlere saygı duydukları için olsa gerek, Asya Sanat Bienali’ne büyük destek veriyorlar.
Tanıklığım; 2010, 2012 ve 2014 bienallerini kapsadığı için, ekonomik, sosyal ve sanatsal değişimin bu süreç içinde hangi boyutta seyrettiğini görmekten, o güzel insanlar adına mutlu olduğumu söylemek isterim. Bu değişimin, onları yakın gelecekte küresel sanat konusunda daha da iyi yerlere getireceğine inanıyorum.
Türk sanatı adına önemli bir görev üstlenerek, Asya Sanat Bienali’ne jüri üyesi olarak seçildiğimi daha önce yazmıştım. Bu nedenle bu yılki bienale çalışmalarımla katılamadım. Ancak, Düzce Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Yıldız Doyran’ın büyük boy iki akrilik çalışması, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Öğretim Görevlisi Evrim Ergün’ün dört dakikalık yeni medya çalışması ve Mustafa Hastürk’ün üç parçalık resim/enstalasyonunu oraya götürmüş olmaktan ve çalışmaların çektikleri yoğun ilgiden, duyduğum memnuniyetimi buradan paylaşmak isterim. Arkadaşlarımı kutlarım, keşke daha çok çalışma götürebilseydim.
Sanatın küresel olarak sosyo-ekonomik boyutunu tartışırken, Asya Sanat Bienali üzerine yazmaktan biraz uzaklaştım, farkındayım. O nedenle, önümüzdeki hafta jüri, ödüller ve genel olarak yaşadıklarımı kapsayan bir yazıyı okumanıza sunmayı planlıyorum.
Bu arada; Lefkoşa’da, İsmet V. Günay sergi salonunda Nilüfer İnandım, Elena Constantinou ve Hasan Zeybek’in “Afrodit’in Üç Tezahürü” başlıklı sergileri; yeni medya, resim ve enstalasyon zenginliği ile görülmeye değer.
Eğitim alın, yenilenin, sanata yakın kalın…
IMF verilerine göre Çin, ekonomik olarak dünyanın en büyüğü sıfatını artık Amerika’nın elinden almış bulunuyor. Başka bir deyişle; USA, 1872’de İngiltere’den aldığı dünya ekonomisinin lideri koltuğunu, artık Çin’e kaptırmış durumda. Yine, IMF verilerine göre Çin, 17.61 trilyon dolarlık bir ticari hacimle büyürken, buna karşılık USA 17.4 trilyon dolarlık bir hacimle onun gerisinde kalmış vaziyette. Aynı veri ve tahminlerine göre, 2019 yılında Çin’in bütçesinin 26.98 trilyon dolarlık rakamlara ulaşılacağı beklenmektedir.
Çin’in, özellikle son beş yıl içindeki büyümesi Asya’nın yüzünü güldürmüş; bu büyümenin kesintisiz ve bu hızla devam etmesi durumunda, 2050 yılında dünya ekonomisinin yüzde ellisini yöneteceği tahminleri konuşulmaya başlanmıştır. Bu perspektif ile bakan ekonomistler, muhtemel bir Asya yüzyılının eşiğinde olduğumuzu söylemektedirler.
Peki bu değişen ekonomik dünya düzeni ve dengeler, çağdaş sanatın manzarasını nasıl şekillendirmektedir? Ya da yeni bir sanat üretim dili ile, dünya sanatında yeni bir düzen mi oluşmaktadır?
Aslında son on yıla bakıldığında uluslararası sanat piyasasının başlangıçtan beri hedeflediği, bienaller ve küratörler aracılığı ile dünyaya kabul ettirmeye çalıştığı; Batılı olanın daha iyi, daha güzel, daha güçlü olduğu felsefesi; değişen ekonomik dengeler ile sorgulanmaya başlanmış; Batılı olmayan ile yeni bir yüzleşme sorunu ortaya çıkmıştır. Özellikle bienallerde Batılı olmayan sanatçıların baskın bir duruma gelmeleri ile, sosyo-ekonomik değişimin renkleri, galerilerde ya da sergileme mekanlarında da kendini göstermiştir. Böylece, Batılı organizasyonlar; Batıda, kendi düzenledikleri ve yönettikleri etkinliklerde, Batılı olmayan sanatçıları kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bu kabul, bir ticari mal olarak alınıp satılan sanat ile elde edilen gücün, Batıdan kaymasını da beraberinde getirmiştir. Sonuçta, Batı tarafından, bienaller ve küratörler ile yönlendirilen küresel sanatın yönünü, ekonomik dengelerdeki değişimle beraber Asya’ya doğru çevirmekte olduğunu yine Batılı eleştirmenler artık açıkça kabul etmektedirler.
Bu yön değişiminin önemli nedenlerinden biri de, kuşkusuz oluşturulan yeni görsel diller aracılığı ile Batılı olmayan sanatçıların kendilerini dünya kültür ağına entegre etmeleridir. Yeni medya ve video, dijital sanat, bilgisayar grafikleri, internet sanatı, enstalasyonlar gibi sanatsal uygulamaların yeni formlar aracılığı ile söylenmesi, Batılı olmayan sanatçıların etkin bir küresel diyalog içine girmelerine neden olmuştur.
Sosyo-ekonomik küresel gelişmeler ile sanatta yeni sorunlar, yeni teoriler ve yeni değerler ortaya çıkmıştır. Batı penceresinden bakılarak onların cümleleri ile Antik Yunan’a kadar getirilip bırakılan, içine Latince sözcükler serpiştirilip sofistike hava verilmeye çalışılan, “neden sanat” söylemleri artık günümüz sanatçısı için bayat, demode, sıkıcı ve hatta “hikaye” olarak görülül olmuştur. Günümüzün çok taraflı ve çok kutuplu dünyasında; Aristotales şöyle demişti, mimesis budur hikayeleri; Batı’nın kendi uygarlığını üzerine oturttuğu Yunan yerelinden uluslararası sanatı tariflemeye artık yetmemektedir.
Batı, bu yetersizliğin farkında olup yeni çözümler üretmeye çalışırken, kendini yenileyemeyenlerin körlükleri; değil sanat üzerinden, eski hikayeler üzerinden rol çalarak “belleme” yapmalarından başka bir şey değildir.
Batılı olmayan sanatın önlenemeyen yükselişini bu kör taklitçilerin fark etmesini beklemek çok da gerekli değil zaten. Çünkü, küresel ekonomideki süper güçlerin denge kayması ile kendine yeni bir yön çizen sanat, Yunan uygarlığının kendini var etmek için devşirdiği, Asya’daki daha eski uygarlıkların sanatı ile yeniden yüz yüze geliyor.
Batının fark ettiği Asya Sanatındaki büyük patlama, öncülüğünü Çin ve Hindistan’ın yaptığı ekonomik büyüme ile paralellik gösteriyor. Böyle bir tespit cümlesinin sonrasında Asya’nın ekonomik olarak en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladesh’in, ilkini 1981’de gerçekleştirdikleri, onaltıncısını da yedi gün önce açtıkları Asya Sanat Bienali’ni farklı bir yere koymak lazım diye düşünüyorum.
Tanık olduğum üzere; oradaki büyük sorunlar, daha büyük kararlılıklarla çözülüyor! Özellikle Asya ve Pasifik ülkeleri bu çözümlere saygı duydukları için olsa gerek, Asya Sanat Bienali’ne büyük destek veriyorlar.
Tanıklığım; 2010, 2012 ve 2014 bienallerini kapsadığı için, ekonomik, sosyal ve sanatsal değişimin bu süreç içinde hangi boyutta seyrettiğini görmekten, o güzel insanlar adına mutlu olduğumu söylemek isterim. Bu değişimin, onları yakın gelecekte küresel sanat konusunda daha da iyi yerlere getireceğine inanıyorum.
Türk sanatı adına önemli bir görev üstlenerek, Asya Sanat Bienali’ne jüri üyesi olarak seçildiğimi daha önce yazmıştım. Bu nedenle bu yılki bienale çalışmalarımla katılamadım. Ancak, Düzce Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Yıldız Doyran’ın büyük boy iki akrilik çalışması, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Öğretim Görevlisi Evrim Ergün’ün dört dakikalık yeni medya çalışması ve Mustafa Hastürk’ün üç parçalık resim/enstalasyonunu oraya götürmüş olmaktan ve çalışmaların çektikleri yoğun ilgiden, duyduğum memnuniyetimi buradan paylaşmak isterim. Arkadaşlarımı kutlarım, keşke daha çok çalışma götürebilseydim.
Sanatın küresel olarak sosyo-ekonomik boyutunu tartışırken, Asya Sanat Bienali üzerine yazmaktan biraz uzaklaştım, farkındayım. O nedenle, önümüzdeki hafta jüri, ödüller ve genel olarak yaşadıklarımı kapsayan bir yazıyı okumanıza sunmayı planlıyorum.
Bu arada; Lefkoşa’da, İsmet V. Günay sergi salonunda Nilüfer İnandım, Elena Constantinou ve Hasan Zeybek’in “Afrodit’in Üç Tezahürü” başlıklı sergileri; yeni medya, resim ve enstalasyon zenginliği ile görülmeye değer.
Eğitim alın, yenilenin, sanata yakın kalın…
Sunday, November 30, 2014
Dhaka, bienal, jüri
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:56
30 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Türk sanatı adına önemli bir göreve seçildiğimi daha önce yazmıştım. İşte bugün o görevi yerine getirmek için geldiğim Dhaka’dan yazıyorum.
İstanbul Dhaka arası uçuş, yaklaşık altıbuçuk saat sürüyor. İki ülke arasında dört saat fark var, Bangladesh önde!
Elbette bu yazı bir seyahat değerlendirmesi olmayacak ancak bazı bilgileri buraya serpiştirirsem fena olmaz diye de düşünmüyor değilim. Hemen belirteyim, Asyanın en yoksul ülkelerinden biri olmakla beraber ilkini 1981’de yaptıkları bienalin onaltıncısını gerçekleştiriyorlar.
Aynı dönemlerde Ankara’da başlayan ve hemen sonlandırılan Avrasya Bienalini şimdilerde kimse hatırlamıyor bile! Türkocağı binası olarak bizzat Atatürk tarafından yaptırılan Resim Heykel Müzesindeki sergiyi üniversite öğrencisi olarak, kapısında uzun kuyruklar varken büyük bir heyecanla gezmiştim. O zamanlarda herkesin peşinden koştuğu Kenan Evren’in, üreme organı çizilmiş bir resme gösterdiği tepki miydi bahane, yoksa başka nedenler mi dizildi Ankara’da sanatın önüne kestirmesi güç değil. Bugün baktığımızda Ankara’da bienal değil, sanat fuarı bile yapılamaz durumda, Avrasya Bienali zaten bitti!
Bienaller kısaca, iki yıl içinde üretilen çalışmaların halka açık olarak sergilendiği ve ödül için seçildiği organizasyonlardır. iki yılda bir, sanat adına yapılanların anket düzenlemesi demek değildir bienaller. Bienaller de fuarlar gibi parayla stant açılmaz. Sergilenecek işlerin seçimi yapılır. Onlar arasından da ödüle değer işler seçilir. Bu ödüller sahiplerine maddi manevi değerler kazandırır ancak; en önemlisi geleceğe ışık tutacak çalışmalar olarak kamuya sunulurlar... Dijital teknolojinin yaygın olarak kullanılması ile beraber; yeni medya çalışmalarının moda haline gelmesinde, klasik sanat uygulamalarına göre öne çıkmasında bienallerin teşvik edici yönü olduğu açıktır. Üniversitelerin çabaları, Cumhuriyetin başkenti Ankara’nın sanatsal çoraklığını yeşile çevirmeye yetmiyor.
Üçüncü kere indiğim Dhaka Havaalanından, bu yılki Bienale ilk gelen misafir olduğum için özel olarak karşılandıktan sonra, şehre doğru yola çıktığımızda kavşaklardaki heykellerin arttığını fark ettim. Metal, soyut heykeller… Şehre doğru yaklaştıkça trafik de sıkışmaya başladı, korna sesleri arttı! Kuşkusuz beni karşılamıyorlardı ama, kimsenin de bir şey üstüne alındığı yoktu! Bağrışmalar da yoktu sürücüler arasında, el kol hareketleri de yoktu, “gıcık oldum” bakışları da!
Otobüsler sanki hiç değişmemiş. Defalarca boyanmış kaportaları üzerindeki kaligrafiler şaheser gibi… Henüz dijitale geçmemişler! Hele de bisiklet taksi tak-taklar! Hareket halindeki hemen her şeyin önünde ve arkasında lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi ekstra tamponlar var. Tüm yoğunluğa rağmen, olmuş bir kazaya rastlamadım ama otobüslerin hepsi defalarca çizilmiş. Her köşe başında bir trafik polisi. Polis komutu ya da ışıkta durduklarında, aralarından kargaların dahi geçemeyeceği kadar bir mesafe bırakıyorlar. Yön değiştirme, çizgi değiştirme kendi içinde öyle bir düzene sahip ki herkes kendi yoluna gidiyor!
Sokaktaki yoğun trafikten; İngiliz sömürgecilerinin 1911’de kurduğu Dhaka Kulübüne vardığımızda, hava kirliliğinden Karadenizli burnumun yanmakta olduğunu fark ettim! Daha sonrasındaki sohbetlerimizde bazı üyelerin şikayet ettikleri “giriş kıyafet kurallarını” uygulamayı hala sürdürmeleri geçmişlerine yönelik ilginç bir ikilem olarak öylece duruyor. Misafirperverlikleri üst düzeyde. Gözlemlediğim kadarı ile obezite, Asya’nın bu güzel ülkesinin insanlarını rahatsız edememiş. Bu nedenle olsa gerek, bizdeki gibi Amerika’dan devşirilmiş kampanyalar yok ortada!
Onaltıncısı yapılan bir bienal için buraya jüri üyesi olarak davet edildim.
İyi bir deneyim arşivleri var! Jüri üyeleri Hindistan’dan Ranabir Singh Kaleka, Çin’den Gao Peng, Bangladesh’ten Hashem Khan ile Rabiul Hossain ve ben üç günlük titiz bir çalışma ile değerlendirmemizi tamamlayıp ödül seçimimizi yaptık. Üç büyük, altı adet de onur ödülü için; resim, heykel, enstalasyon, seramik ve yeni medya çalışmaları arasından seçim yaptık.
Değerlendirme süresi boyunca kısaca, çok şey öğrendim. Ödüller hakkında bu hafta bir şey yazamayacağım!
Bangladesh’te tanınmış bir aktör olan Kültür Bakanı Asaduzzaman Noor, çalışmamızın daha ilk saatlerinde bizimle tanışmak için ekibiyle birlikte Bangladesh Shillpakala Akademi’ye geldi! Bienal koordinatörü arkadaşım Jafar Ikbal ve karınca gibi çalışan ekibinin motivasyonu görülmeye değerdi. Detayları yazmayacağım ama mükemmel bir organizasyon.
Bu arada; Türkiye Cumhuriyeti Dhaka Büyükelçisi Sayın Hüseyin Müftüoğlu’nun ilgisinden oldukça memnun olduğumu belirtmek isterim. Elbette Bangladesh’in Ankara Büyükelçisi Sayın Md. Zulfiqur Rahman’a ve Yakın Doğu Üniversitesi’ne de destekleri için teşekkür ederim.
Eğitim alın, açılın, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:56
30 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Türk sanatı adına önemli bir göreve seçildiğimi daha önce yazmıştım. İşte bugün o görevi yerine getirmek için geldiğim Dhaka’dan yazıyorum.
İstanbul Dhaka arası uçuş, yaklaşık altıbuçuk saat sürüyor. İki ülke arasında dört saat fark var, Bangladesh önde!
Elbette bu yazı bir seyahat değerlendirmesi olmayacak ancak bazı bilgileri buraya serpiştirirsem fena olmaz diye de düşünmüyor değilim. Hemen belirteyim, Asyanın en yoksul ülkelerinden biri olmakla beraber ilkini 1981’de yaptıkları bienalin onaltıncısını gerçekleştiriyorlar.
Aynı dönemlerde Ankara’da başlayan ve hemen sonlandırılan Avrasya Bienalini şimdilerde kimse hatırlamıyor bile! Türkocağı binası olarak bizzat Atatürk tarafından yaptırılan Resim Heykel Müzesindeki sergiyi üniversite öğrencisi olarak, kapısında uzun kuyruklar varken büyük bir heyecanla gezmiştim. O zamanlarda herkesin peşinden koştuğu Kenan Evren’in, üreme organı çizilmiş bir resme gösterdiği tepki miydi bahane, yoksa başka nedenler mi dizildi Ankara’da sanatın önüne kestirmesi güç değil. Bugün baktığımızda Ankara’da bienal değil, sanat fuarı bile yapılamaz durumda, Avrasya Bienali zaten bitti!
Bienaller kısaca, iki yıl içinde üretilen çalışmaların halka açık olarak sergilendiği ve ödül için seçildiği organizasyonlardır. iki yılda bir, sanat adına yapılanların anket düzenlemesi demek değildir bienaller. Bienaller de fuarlar gibi parayla stant açılmaz. Sergilenecek işlerin seçimi yapılır. Onlar arasından da ödüle değer işler seçilir. Bu ödüller sahiplerine maddi manevi değerler kazandırır ancak; en önemlisi geleceğe ışık tutacak çalışmalar olarak kamuya sunulurlar... Dijital teknolojinin yaygın olarak kullanılması ile beraber; yeni medya çalışmalarının moda haline gelmesinde, klasik sanat uygulamalarına göre öne çıkmasında bienallerin teşvik edici yönü olduğu açıktır. Üniversitelerin çabaları, Cumhuriyetin başkenti Ankara’nın sanatsal çoraklığını yeşile çevirmeye yetmiyor.
Üçüncü kere indiğim Dhaka Havaalanından, bu yılki Bienale ilk gelen misafir olduğum için özel olarak karşılandıktan sonra, şehre doğru yola çıktığımızda kavşaklardaki heykellerin arttığını fark ettim. Metal, soyut heykeller… Şehre doğru yaklaştıkça trafik de sıkışmaya başladı, korna sesleri arttı! Kuşkusuz beni karşılamıyorlardı ama, kimsenin de bir şey üstüne alındığı yoktu! Bağrışmalar da yoktu sürücüler arasında, el kol hareketleri de yoktu, “gıcık oldum” bakışları da!
Otobüsler sanki hiç değişmemiş. Defalarca boyanmış kaportaları üzerindeki kaligrafiler şaheser gibi… Henüz dijitale geçmemişler! Hele de bisiklet taksi tak-taklar! Hareket halindeki hemen her şeyin önünde ve arkasında lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi ekstra tamponlar var. Tüm yoğunluğa rağmen, olmuş bir kazaya rastlamadım ama otobüslerin hepsi defalarca çizilmiş. Her köşe başında bir trafik polisi. Polis komutu ya da ışıkta durduklarında, aralarından kargaların dahi geçemeyeceği kadar bir mesafe bırakıyorlar. Yön değiştirme, çizgi değiştirme kendi içinde öyle bir düzene sahip ki herkes kendi yoluna gidiyor!
Sokaktaki yoğun trafikten; İngiliz sömürgecilerinin 1911’de kurduğu Dhaka Kulübüne vardığımızda, hava kirliliğinden Karadenizli burnumun yanmakta olduğunu fark ettim! Daha sonrasındaki sohbetlerimizde bazı üyelerin şikayet ettikleri “giriş kıyafet kurallarını” uygulamayı hala sürdürmeleri geçmişlerine yönelik ilginç bir ikilem olarak öylece duruyor. Misafirperverlikleri üst düzeyde. Gözlemlediğim kadarı ile obezite, Asya’nın bu güzel ülkesinin insanlarını rahatsız edememiş. Bu nedenle olsa gerek, bizdeki gibi Amerika’dan devşirilmiş kampanyalar yok ortada!
Onaltıncısı yapılan bir bienal için buraya jüri üyesi olarak davet edildim.
İyi bir deneyim arşivleri var! Jüri üyeleri Hindistan’dan Ranabir Singh Kaleka, Çin’den Gao Peng, Bangladesh’ten Hashem Khan ile Rabiul Hossain ve ben üç günlük titiz bir çalışma ile değerlendirmemizi tamamlayıp ödül seçimimizi yaptık. Üç büyük, altı adet de onur ödülü için; resim, heykel, enstalasyon, seramik ve yeni medya çalışmaları arasından seçim yaptık.
Değerlendirme süresi boyunca kısaca, çok şey öğrendim. Ödüller hakkında bu hafta bir şey yazamayacağım!
Bangladesh’te tanınmış bir aktör olan Kültür Bakanı Asaduzzaman Noor, çalışmamızın daha ilk saatlerinde bizimle tanışmak için ekibiyle birlikte Bangladesh Shillpakala Akademi’ye geldi! Bienal koordinatörü arkadaşım Jafar Ikbal ve karınca gibi çalışan ekibinin motivasyonu görülmeye değerdi. Detayları yazmayacağım ama mükemmel bir organizasyon.
Bu arada; Türkiye Cumhuriyeti Dhaka Büyükelçisi Sayın Hüseyin Müftüoğlu’nun ilgisinden oldukça memnun olduğumu belirtmek isterim. Elbette Bangladesh’in Ankara Büyükelçisi Sayın Md. Zulfiqur Rahman’a ve Yakın Doğu Üniversitesi’ne de destekleri için teşekkür ederim.
Eğitim alın, açılın, sanata yakın kalın…
Friday, November 28, 2014
Wednesday, November 26, 2014
Sunday, November 23, 2014
Müjde müze ve çalıştay
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:55
23 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
İnsanı olayın içinde tanımak gerekir, derler! Çok güzel insanlarla tanışıp, çok güzel öğreniler elde edip, bir etkinliği daha başarıyla tamamladık. Bu nedenle; çalıştayımıza varlıkları ve eserleri ile renk katan öncelikle sanatçılarımıza teşekkür ederim. Onlar katılmasaydı bu çalıştayın başarısı bu kadar büyük olmazdı. (Katılımcı isim alfabetik sıralamasına göre:) Güney Kıbrıs’tan Adi Atassi, Çankırı Karatekin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Dekan Prof.Dr. Alaybey Karoğlu, Kosova Shkolla e Mesme e Artit Pamor’dan Prof.Dr. Avni Behluli, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Prof.Dr. Basri Erdem, Gazi Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nden Doç.Dr. Birsen Çeken, Yrd.Doç.Dr. Erol Yıldır, Kosova’dan Prof.Dr. Ethem Baymak, Feridun Işıman, Gönen Atakol, Doç.Dr. Gültekin Akengin, Hikmet Uluçam, İnci Kansu, Filipinler’den Jonal Buenafe, Ürdün’den Khaldoon Daoud, Arnavutluk’tan Mirjana Shqiptare, Bosna-Hersek’ten Mirsada Baljic, Kırgızistan’dan Momunbek Akmatkulov, Arnavutluk Tiran Güzel Sanatlar Akademisi’nden Prof.Dr. Mustafa Arapi, Mustafa Hastürk, Nihat Kürkçüoğlu, Nurhayat Erdem, SanARTworK’dan Sinan Yasdıman, Makedonya’dan Zharko Jakimovski, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Doç.Dr. Zuhal Arda…
Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde, 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenlediğimiz Uluslararası Resim Çalıştayı’nda paletimizin renkleriydiler! YDÜ Hastanesi sergi salonunda açtığımız ve halen izlenebilecek olan serginin de kahramanları!
Çalıştayın başka kahramanları da vardı kuşkusuz, bunlar: YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan Günsel ile görüşmemizden sonra –diğer etkinliklerimizde olduğu gibi- ilk kapısını çaldığım kişi Dorana Turizm İşletmeleri Müdürü Ahmet Savaşan; katılımcı isimleri üzerinde ve organizasyonda birlikte çalıştığımız Sinan Yasdıman, Hasan Zeybek ve Mustafa Hastürk. Fakültemizden görevli akademisyenler: Evrim Ergün, Mine Okur, Elif Atamaz, Raif Dimililer, Vedia Okutan Gaydeler, Rahme Manastırlı, Raif Kızıl. Gönüllü olarak çalışan öğrencilerimiz: Aybatur Yüzyıl, Emrah Türkyılmaz, Önder Türkkal, Salih Akpolat, Tamer Ekendal, Umutcan İltaş; zaman, mekan ve olanaklar ölçüsünde çalışan bir düzeneğin parçalarıydılar!
Çalıştay Düzenleme Kurulu adına sergi açılışında yaptığım konuşmada; “katılımcı sayısı ve üretilen işler açısından KKTC’de şimdiye kadar resim alanında benzeri yapılmamış bir etkinlik ile ve yine sizlerin karşısında olmaktan gurur duyuyorum. Tüm katılımcı sanatçılara; genç veya deneyimli hepsine, okuyabilen için birer yaşayan kitap özellikleri ile çok değerli zaman, birikim ve emeklerini bizimle paylaştıkları için teşekkür ederim. Diğer etkinliklerimizde olduğu gibi; bize her türlü desteği sağlayan Üniversitemiz Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın Doç.Dr. İrfan Günsel’e, Rektör Yardımcımız Sayın Prof.Dr. Şenol Bektaş’a; ulaşımdan, matbaaya, yemekhaneden otele kadar, hizmet ve emeği geçen üniversitemiz personeline teşekkür ederim.
Üniversitelerin büyüklüğünün sadece bilim ile değil; sahip olduğu müze, galeri, konser salonu, sahne, spor salonu ve sanat eserleri ile de ölçüldüğü bir dünyada; oluşturduğumuz ve oluşturmaya devam ettiğimiz değerlere sahip çıkılmasının motivasyonumuzu etkilediği gerçeği ile; okyanusu geçip derede boğulmadan, böylesi önemli ve güçlü bir uluslararası organizasyon gerçekleştirmek, takdir edersiniz ki kolay değildir. Bunu yerine getirmenin kıvancını yaşıyoruz. Bu arada sergimizi daha yerleştirme aşamasında ziyaret edip resimler ve sanatçıları hakkında teker teker bilgi alan; Kurucu Rektörümüz Sayın Dr. Suat İ. Günsel’e huzurlarınızda ve bir kere daha içtenlikle teşekkür etmek isterim çünkü; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk Çağdaş Sanatlar Müzesini kurma sözünü aldım Suat hocadan! Ayrıca; müzemize işi alınan sanatçıların %10 indirim hakkı ile hastanemiz hizmetlerinden yararlanabilmeleri sözünü de aldım” deyip sözlerime devam etmiştim.
Müze için aldığım söz, beni ayrıca heyecanlandırdı! Bu bir söz değil, müjde aslında! KKTC’de plastik sanatlar ile biraz ilgisi olanların bile, ihtiyaç olarak gördükleri ve gösterdikleri bir Çağdaş Sanatlar Müzesinin sözünü almak; değil yalnızca Üniversitemiz için KKTC için bile heyecan verici! Bu müze sözünü, çalıştayın başarısına borçlu olduğumuzu söyleyebilirim. YDÜ, kurulacak bir müze ile, kurumsal kimlik ve marka değerine oldukça önemli katkılar sağlayacaktır. Yakın coğrafyadaki eşdeğer veya benzer Üniversiteler arasında farklılaşacak, öne çıkacaktır.
Tüm katılımcıları kutlayarak ve kucaklayarak ancak; özellikle uzaklardan gelenler için bir şeyler yazmak isterim. Khaldoon Daoud’un resimleri yanı sıra; konuşmalarımız ve ilginç fikirleri ile “küçük bir pencereden dünyaya bakış” ve “kitap” projesi artık biçimleniyor bile! Yeni bir ekip çalışması, yeni sergi-ler ve yeni ufuklar…
Zharko Jakimovski; çalışma disiplini, atölyesini ve zamanı kullanmada titizliği, beslenme alışkanlığı ve “kübizmin yaşayan efsanesi” unvanını hak etmiş bir usta... Elbette çalışmaların hepsi birbirinden güzeldi ama Zharko’nun yaptığı Kıbrıs konulu çalışmasının müzede özel bir yeri olacağına eminim.
Ethem Baymak “Rumeli’nde yorgun bir gramofon”. Avni Behluli çini mürekkebi ile tuval üzerinde ustaca çizdiği özellikle boğa desenleri… Alçak gönüllü bir eğitimci. Görevli öğrencilere kağıt üzerine yaptığı desenleri hediye etmekten keyif alan bir paylaşımcı.
Üniversite sıralarından arkadaşım Erol Yıldır’ın üç ayrı tual üzerine çalıştığı atları… Jonal Buenafe’in Büyük Han ve Girne limanı; Adi Atassi’nin renkli şifreleri, Mirjana Shqiptare’nin hayvan figürleri… Momunbek Akmatkulov’un at, kartal ve okları… Mustafa Arapi’nin tarihi yapı resimleri…
Çalıştayda ortaya çıkarılıp sergilenen elliye yakın eser müzeye aktarılmak üzere YDÜ’nün envanterine girecektir.
Bu sergi izlenmeye değer…
Yarın sabah; Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’ne jüri üyesi olarak görev yapmaya gidiyorum. Oradan da yazmaya çalışacağım ama, iki hafta sonra görüşmek üzere…
Eğitim alın, resim yapın, sanata yakın ve hoşça kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:55
23 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
İnsanı olayın içinde tanımak gerekir, derler! Çok güzel insanlarla tanışıp, çok güzel öğreniler elde edip, bir etkinliği daha başarıyla tamamladık. Bu nedenle; çalıştayımıza varlıkları ve eserleri ile renk katan öncelikle sanatçılarımıza teşekkür ederim. Onlar katılmasaydı bu çalıştayın başarısı bu kadar büyük olmazdı. (Katılımcı isim alfabetik sıralamasına göre:) Güney Kıbrıs’tan Adi Atassi, Çankırı Karatekin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Dekan Prof.Dr. Alaybey Karoğlu, Kosova Shkolla e Mesme e Artit Pamor’dan Prof.Dr. Avni Behluli, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Prof.Dr. Basri Erdem, Gazi Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nden Doç.Dr. Birsen Çeken, Yrd.Doç.Dr. Erol Yıldır, Kosova’dan Prof.Dr. Ethem Baymak, Feridun Işıman, Gönen Atakol, Doç.Dr. Gültekin Akengin, Hikmet Uluçam, İnci Kansu, Filipinler’den Jonal Buenafe, Ürdün’den Khaldoon Daoud, Arnavutluk’tan Mirjana Shqiptare, Bosna-Hersek’ten Mirsada Baljic, Kırgızistan’dan Momunbek Akmatkulov, Arnavutluk Tiran Güzel Sanatlar Akademisi’nden Prof.Dr. Mustafa Arapi, Mustafa Hastürk, Nihat Kürkçüoğlu, Nurhayat Erdem, SanARTworK’dan Sinan Yasdıman, Makedonya’dan Zharko Jakimovski, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Doç.Dr. Zuhal Arda…
Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde, 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenlediğimiz Uluslararası Resim Çalıştayı’nda paletimizin renkleriydiler! YDÜ Hastanesi sergi salonunda açtığımız ve halen izlenebilecek olan serginin de kahramanları!
Çalıştayın başka kahramanları da vardı kuşkusuz, bunlar: YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan Günsel ile görüşmemizden sonra –diğer etkinliklerimizde olduğu gibi- ilk kapısını çaldığım kişi Dorana Turizm İşletmeleri Müdürü Ahmet Savaşan; katılımcı isimleri üzerinde ve organizasyonda birlikte çalıştığımız Sinan Yasdıman, Hasan Zeybek ve Mustafa Hastürk. Fakültemizden görevli akademisyenler: Evrim Ergün, Mine Okur, Elif Atamaz, Raif Dimililer, Vedia Okutan Gaydeler, Rahme Manastırlı, Raif Kızıl. Gönüllü olarak çalışan öğrencilerimiz: Aybatur Yüzyıl, Emrah Türkyılmaz, Önder Türkkal, Salih Akpolat, Tamer Ekendal, Umutcan İltaş; zaman, mekan ve olanaklar ölçüsünde çalışan bir düzeneğin parçalarıydılar!
Çalıştay Düzenleme Kurulu adına sergi açılışında yaptığım konuşmada; “katılımcı sayısı ve üretilen işler açısından KKTC’de şimdiye kadar resim alanında benzeri yapılmamış bir etkinlik ile ve yine sizlerin karşısında olmaktan gurur duyuyorum. Tüm katılımcı sanatçılara; genç veya deneyimli hepsine, okuyabilen için birer yaşayan kitap özellikleri ile çok değerli zaman, birikim ve emeklerini bizimle paylaştıkları için teşekkür ederim. Diğer etkinliklerimizde olduğu gibi; bize her türlü desteği sağlayan Üniversitemiz Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın Doç.Dr. İrfan Günsel’e, Rektör Yardımcımız Sayın Prof.Dr. Şenol Bektaş’a; ulaşımdan, matbaaya, yemekhaneden otele kadar, hizmet ve emeği geçen üniversitemiz personeline teşekkür ederim.
Üniversitelerin büyüklüğünün sadece bilim ile değil; sahip olduğu müze, galeri, konser salonu, sahne, spor salonu ve sanat eserleri ile de ölçüldüğü bir dünyada; oluşturduğumuz ve oluşturmaya devam ettiğimiz değerlere sahip çıkılmasının motivasyonumuzu etkilediği gerçeği ile; okyanusu geçip derede boğulmadan, böylesi önemli ve güçlü bir uluslararası organizasyon gerçekleştirmek, takdir edersiniz ki kolay değildir. Bunu yerine getirmenin kıvancını yaşıyoruz. Bu arada sergimizi daha yerleştirme aşamasında ziyaret edip resimler ve sanatçıları hakkında teker teker bilgi alan; Kurucu Rektörümüz Sayın Dr. Suat İ. Günsel’e huzurlarınızda ve bir kere daha içtenlikle teşekkür etmek isterim çünkü; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk Çağdaş Sanatlar Müzesini kurma sözünü aldım Suat hocadan! Ayrıca; müzemize işi alınan sanatçıların %10 indirim hakkı ile hastanemiz hizmetlerinden yararlanabilmeleri sözünü de aldım” deyip sözlerime devam etmiştim.
Müze için aldığım söz, beni ayrıca heyecanlandırdı! Bu bir söz değil, müjde aslında! KKTC’de plastik sanatlar ile biraz ilgisi olanların bile, ihtiyaç olarak gördükleri ve gösterdikleri bir Çağdaş Sanatlar Müzesinin sözünü almak; değil yalnızca Üniversitemiz için KKTC için bile heyecan verici! Bu müze sözünü, çalıştayın başarısına borçlu olduğumuzu söyleyebilirim. YDÜ, kurulacak bir müze ile, kurumsal kimlik ve marka değerine oldukça önemli katkılar sağlayacaktır. Yakın coğrafyadaki eşdeğer veya benzer Üniversiteler arasında farklılaşacak, öne çıkacaktır.
Tüm katılımcıları kutlayarak ve kucaklayarak ancak; özellikle uzaklardan gelenler için bir şeyler yazmak isterim. Khaldoon Daoud’un resimleri yanı sıra; konuşmalarımız ve ilginç fikirleri ile “küçük bir pencereden dünyaya bakış” ve “kitap” projesi artık biçimleniyor bile! Yeni bir ekip çalışması, yeni sergi-ler ve yeni ufuklar…
Zharko Jakimovski; çalışma disiplini, atölyesini ve zamanı kullanmada titizliği, beslenme alışkanlığı ve “kübizmin yaşayan efsanesi” unvanını hak etmiş bir usta... Elbette çalışmaların hepsi birbirinden güzeldi ama Zharko’nun yaptığı Kıbrıs konulu çalışmasının müzede özel bir yeri olacağına eminim.
Ethem Baymak “Rumeli’nde yorgun bir gramofon”. Avni Behluli çini mürekkebi ile tuval üzerinde ustaca çizdiği özellikle boğa desenleri… Alçak gönüllü bir eğitimci. Görevli öğrencilere kağıt üzerine yaptığı desenleri hediye etmekten keyif alan bir paylaşımcı.
Üniversite sıralarından arkadaşım Erol Yıldır’ın üç ayrı tual üzerine çalıştığı atları… Jonal Buenafe’in Büyük Han ve Girne limanı; Adi Atassi’nin renkli şifreleri, Mirjana Shqiptare’nin hayvan figürleri… Momunbek Akmatkulov’un at, kartal ve okları… Mustafa Arapi’nin tarihi yapı resimleri…
Çalıştayda ortaya çıkarılıp sergilenen elliye yakın eser müzeye aktarılmak üzere YDÜ’nün envanterine girecektir.
Bu sergi izlenmeye değer…
Yarın sabah; Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’ne jüri üyesi olarak görev yapmaya gidiyorum. Oradan da yazmaya çalışacağım ama, iki hafta sonra görüşmek üzere…
Eğitim alın, resim yapın, sanata yakın ve hoşça kalın…
Tuesday, November 18, 2014
YDÜ-GSTF Uluslararası Resim Çalıştayı
Törende; YDÜ Kurucu Rektörü Dr. Suat İ. Günsel'in YDÜ'de bir ÇAĞDAŞ SANATLAR MÜZESİ kurulacağının müjdesini, YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel'in izniyle sanatseverlere duyurma onurunu da yaşadım.
Emeği geçen herkese teşekkür ederim. Haftasonu görüşmek üzere!
Sunday, November 16, 2014
Teşekkür, eleştiri, çalıştay
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:54
17 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin düzenlemekte olduğu “Uluslararası Resim Çalıştayı” şu sanatçılarla sürüyor: Adi Atassi, Alaybey Karoğlu, Avni Behluli, Basri Erdem, Birsen Çeken, Erol Yıldır, Ethem Baymak, Feridun Işıman, Gönen Atakol, Gültekin Akengin, Hikmet Uluçam, İnci Kansu, Jonal Buenafe, Khaldoon Daoud, Mirjana Shqiptare, Mirsada Baljic, Momunbek Akmatkulov, Mustafa Arapi, Mustafa Hastürk, Nihat Kürkçüoğlu, Nurhayat Erdem, Sinan Yasdıman, Zharko Jakimovski, Zuhal Arda.
Bu nedenle de bugünkü yazımın ana konusu, yine ve yeniden çalıştay!
Çalıştaya katılan ustalarla sohbetlerimizde, çalıştayların son yıllarda gittikçe ve yeniden kendine geniş hareket alanı bulmakla beraber, öyle çok da yeni organizasyonlar olmadığı konusunda hemfikir olduğumuzu gördüm. Şöyle bir geriye doğru bakınca; “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyen Atatürk’ün talimatıyla, Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında sanat aracılığıyla, Anadolu’nun aydınlanması için devlet tarafından yürütülen çabaları hatırlamakta da yarar vardır. O yılların sosyal ve ekonomik sorunlarına karşın, sanatın her alanından “isim yapmış” kişiler tüm masrafları devlet tarafından karşılanmak suretiyle değişik illere sanatlarını icra etmek üzere gönderilirler. Örneğin; hem gittikleri yerlerin resimlerini yaparlar, hem de heveslilerine “okulun” yolunu gösterirler. İşte bu öncülerin yaptıkları resimler, devletin himayesinde müzelere alınır ve sergilenir.
Parantez içinde sormanın bir sıkıntı oluşturmayacağına inanarak; bugünlerde artık hukuki bir boyut kazanmış olması nedeniyle basını meşgul eden, Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi’nden “kaybolan” resimler arasında o dönemden eserler var mı acaba?
Ethem Baymak, Sovyetler döneminde gerçekleştirilen sanat kolonilerinin amaçlarından birinin; sanat üreticilerinin-ustalarının devlet destekli olarak, farklı bölgelerde bir araya gelip, o bölgede meraklı ve yetenekli çocuklara sanatı sevdirmek olduğunu söyledi. Başka bir amacın da, ortaya çıkan çalışmalardan oluşan kent müzelerinin kurulması olduğuydu hocanın söylediği. Sanata ve kültüre yön vermek, toplumsal bellek oluşturmak ve kentin marka değerine katkı koymak elbette ki bu tür organizasyonların diğer amaçları olarak sıralanıyordu, Ethem Baymak’in Kosova’dan taşıyıp bizimle paylaştığı deneyimleri arasında.
Elbette ki tüm katılımcıların, genç veya deneyimli hepsinin, okuyabilen için birer yaşayan kitap özelliği taşıdığına inanıyorum. Çalıştay içinde; Öğt.Gör. Nurhayat Erdem’in “baskı resim” etkinliğinde; öğrencilerimiz ve isteyenler “baskı” yapma şansını buldular. Prof.Dr. Alaybey Karoğlu’nun moderatörlüğünde katılımcılarla gerçekleştirilen “Güncel Sanat” söyleşisi ve deneyimsel paylaşımlar ile de, orada olan herkes, o yaşayan kitaplardan bir şeyler öğrendiler.
Fakültemizin kuruluşundan beri neredeyse tüm etkinliklerimize katılıp bize destek veren YDÜ Rektör Yardımcımız Sayın Prof.Dr. Şenol Bektaş’ın ustalarla, katılımcılarla yaptığı sohbetlerinden; gerçekleştirmekte olduğumuz bu ilk resim çalıştayının başarısını tahmin etmek zor değil! Okyanusu geçip derede boğulmadan böylesi önemli ve güçlü uluslararası bir organizasyon gerçekleştirmek de, kolay değil. Çünkü ve araştırdığım kadarı ile KKTC’de bu boyutlu bir “resim çalıştayı” daha önce gerçekleştirilmemiş. Çalıştayda ortaya çıkan eserler; 18 Kasım Salı günü, saat 11:00’de, YDÜ Hastanesi Sergi Salonunda açılacak sergi ile sanatseverlerin izlenimine sunulacak.
Şunu da belirteyim ki; bu çalıştay ile, Yakın Doğu Üniversitesi’nin himayesinde bir ilk’e daha imza atarak, adadaki kültür sanata katkı koymak misyonumuzu yerine getirmekte olmanın kıvancını yaşıyoruz.
Üniversitelerin büyüklüğünün sadece bilim ile değil; sahip olduğu müze, galeri, salon ve sanat eserleri ile de ölçüldüğü bir dünyada; oluşturduğumuz ve oluşturmaya devam ettiğimiz değerlere sahip çıkılmasının motivasyonumuzu etkilediğini bir kere daha belirtmek isterim. Üniversitemizin marka değerine; kişisel ve kurumsal olarak, alanımız açısından her geçen yıl yeni açılımlarla artı katmak, bizleri ayrıca mutlu etmektedir. Etkinliklerimizi ve çalışmalarımızı gerçekleştirme içerikli veya bu çalıştay kapsamındaki teşekkürlerimi haftaya paylaşacağım.
Bir eleştiri: Benim de ikinci kere katılımcıları arasında bulunduğum; KKTC Başbakan Yardımcılığı, Ekonomi, Turizm, Kültür ve Spor Bakanlığı, Kültür Dairesi Müdürlüğü’nün düzenlediği Cumhuriyet Sergisi’ne ilişkindir eleştirim! Afişten anladığım kadarı ile sergilenenler arasında üç fotoğraf, iki illüstrasyon, bir enstalasyon, bir baskı resim ve toplamda sanırım otuzdan fazla çalışma olacak. Sergi, geçen yıl “Cumhuriyet Resim Sergisi” olarak adlandırılmıştı. İsmin sınırlayıcılığından kaynaklı düşüncelerimi özellikle sergi açılışı sırasında yetkililere iletmiştim. Bu yıl “Cumhuriyet Sergisi” olarak isminin değiştirilmesi çok da iyi olmuş. Böylece; kapsam genişlediği için, plastik sanatların, ya da estetik kaygılı üretim yapılan resim dışındaki klasik alanların da sergilenme şansı olabilirdi. Olabilirdi dedim çünkü; geçen yıl ismin kapsamı nedeniyle heykel çalışmaları yoktu, sanırım heykel bu yıl da yok.
Ayrıca, günümüz olanak ve koşullarında yaygınlaşan yenimedya gibi çoklu yöntemlerin birlikte kullanıldığı çalışmaların da sergiye dahil edilmesi isim değişikliği ile mümkündü. Bu, gençlerin teşvik edilmesi açısından da önemliydi. Serginin ismi bu yıl değişmekle beraber, katılımcı isimler ve afişteki görüntülerin nerede ise “tekrarı”, geçen yıla göre durumun pek değişmediğini göstermektedir. Bu tekrar; sergiye katılmayanların neden katılmadıklarının da değerlendirilmesi açısından pek çok soruyu cevaplıyor gibi!
Yine de; serginin bir organizasyon olarak sürekliliğini sağlayan ve emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Ümit ederim önümüzdeki yıllarda farklı katılımcılar ve daha çağdaş işler görme şansımız olacaktır.
Bir kişisel teşekkür: Borcumu bu sayfadan paylaşmak isterim: Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’ne jüri üyesi olarak seçilmem nedeniyle değişik yollarla tebriklerini ileten; hocalarımdan öğrencilerime, ailemden arkadaşlarıma, idarecilerimden idare ettiklerime, kendi veya kalbi yakın herkese çok teşekkür ederim.
Eğitim alın, yenilenin, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:54
17 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin düzenlemekte olduğu “Uluslararası Resim Çalıştayı” şu sanatçılarla sürüyor: Adi Atassi, Alaybey Karoğlu, Avni Behluli, Basri Erdem, Birsen Çeken, Erol Yıldır, Ethem Baymak, Feridun Işıman, Gönen Atakol, Gültekin Akengin, Hikmet Uluçam, İnci Kansu, Jonal Buenafe, Khaldoon Daoud, Mirjana Shqiptare, Mirsada Baljic, Momunbek Akmatkulov, Mustafa Arapi, Mustafa Hastürk, Nihat Kürkçüoğlu, Nurhayat Erdem, Sinan Yasdıman, Zharko Jakimovski, Zuhal Arda.
Bu nedenle de bugünkü yazımın ana konusu, yine ve yeniden çalıştay!
Çalıştaya katılan ustalarla sohbetlerimizde, çalıştayların son yıllarda gittikçe ve yeniden kendine geniş hareket alanı bulmakla beraber, öyle çok da yeni organizasyonlar olmadığı konusunda hemfikir olduğumuzu gördüm. Şöyle bir geriye doğru bakınca; “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyen Atatürk’ün talimatıyla, Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında sanat aracılığıyla, Anadolu’nun aydınlanması için devlet tarafından yürütülen çabaları hatırlamakta da yarar vardır. O yılların sosyal ve ekonomik sorunlarına karşın, sanatın her alanından “isim yapmış” kişiler tüm masrafları devlet tarafından karşılanmak suretiyle değişik illere sanatlarını icra etmek üzere gönderilirler. Örneğin; hem gittikleri yerlerin resimlerini yaparlar, hem de heveslilerine “okulun” yolunu gösterirler. İşte bu öncülerin yaptıkları resimler, devletin himayesinde müzelere alınır ve sergilenir.
Parantez içinde sormanın bir sıkıntı oluşturmayacağına inanarak; bugünlerde artık hukuki bir boyut kazanmış olması nedeniyle basını meşgul eden, Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi’nden “kaybolan” resimler arasında o dönemden eserler var mı acaba?
Ethem Baymak, Sovyetler döneminde gerçekleştirilen sanat kolonilerinin amaçlarından birinin; sanat üreticilerinin-ustalarının devlet destekli olarak, farklı bölgelerde bir araya gelip, o bölgede meraklı ve yetenekli çocuklara sanatı sevdirmek olduğunu söyledi. Başka bir amacın da, ortaya çıkan çalışmalardan oluşan kent müzelerinin kurulması olduğuydu hocanın söylediği. Sanata ve kültüre yön vermek, toplumsal bellek oluşturmak ve kentin marka değerine katkı koymak elbette ki bu tür organizasyonların diğer amaçları olarak sıralanıyordu, Ethem Baymak’in Kosova’dan taşıyıp bizimle paylaştığı deneyimleri arasında.
Elbette ki tüm katılımcıların, genç veya deneyimli hepsinin, okuyabilen için birer yaşayan kitap özelliği taşıdığına inanıyorum. Çalıştay içinde; Öğt.Gör. Nurhayat Erdem’in “baskı resim” etkinliğinde; öğrencilerimiz ve isteyenler “baskı” yapma şansını buldular. Prof.Dr. Alaybey Karoğlu’nun moderatörlüğünde katılımcılarla gerçekleştirilen “Güncel Sanat” söyleşisi ve deneyimsel paylaşımlar ile de, orada olan herkes, o yaşayan kitaplardan bir şeyler öğrendiler.
Fakültemizin kuruluşundan beri neredeyse tüm etkinliklerimize katılıp bize destek veren YDÜ Rektör Yardımcımız Sayın Prof.Dr. Şenol Bektaş’ın ustalarla, katılımcılarla yaptığı sohbetlerinden; gerçekleştirmekte olduğumuz bu ilk resim çalıştayının başarısını tahmin etmek zor değil! Okyanusu geçip derede boğulmadan böylesi önemli ve güçlü uluslararası bir organizasyon gerçekleştirmek de, kolay değil. Çünkü ve araştırdığım kadarı ile KKTC’de bu boyutlu bir “resim çalıştayı” daha önce gerçekleştirilmemiş. Çalıştayda ortaya çıkan eserler; 18 Kasım Salı günü, saat 11:00’de, YDÜ Hastanesi Sergi Salonunda açılacak sergi ile sanatseverlerin izlenimine sunulacak.
Şunu da belirteyim ki; bu çalıştay ile, Yakın Doğu Üniversitesi’nin himayesinde bir ilk’e daha imza atarak, adadaki kültür sanata katkı koymak misyonumuzu yerine getirmekte olmanın kıvancını yaşıyoruz.
Üniversitelerin büyüklüğünün sadece bilim ile değil; sahip olduğu müze, galeri, salon ve sanat eserleri ile de ölçüldüğü bir dünyada; oluşturduğumuz ve oluşturmaya devam ettiğimiz değerlere sahip çıkılmasının motivasyonumuzu etkilediğini bir kere daha belirtmek isterim. Üniversitemizin marka değerine; kişisel ve kurumsal olarak, alanımız açısından her geçen yıl yeni açılımlarla artı katmak, bizleri ayrıca mutlu etmektedir. Etkinliklerimizi ve çalışmalarımızı gerçekleştirme içerikli veya bu çalıştay kapsamındaki teşekkürlerimi haftaya paylaşacağım.
Bir eleştiri: Benim de ikinci kere katılımcıları arasında bulunduğum; KKTC Başbakan Yardımcılığı, Ekonomi, Turizm, Kültür ve Spor Bakanlığı, Kültür Dairesi Müdürlüğü’nün düzenlediği Cumhuriyet Sergisi’ne ilişkindir eleştirim! Afişten anladığım kadarı ile sergilenenler arasında üç fotoğraf, iki illüstrasyon, bir enstalasyon, bir baskı resim ve toplamda sanırım otuzdan fazla çalışma olacak. Sergi, geçen yıl “Cumhuriyet Resim Sergisi” olarak adlandırılmıştı. İsmin sınırlayıcılığından kaynaklı düşüncelerimi özellikle sergi açılışı sırasında yetkililere iletmiştim. Bu yıl “Cumhuriyet Sergisi” olarak isminin değiştirilmesi çok da iyi olmuş. Böylece; kapsam genişlediği için, plastik sanatların, ya da estetik kaygılı üretim yapılan resim dışındaki klasik alanların da sergilenme şansı olabilirdi. Olabilirdi dedim çünkü; geçen yıl ismin kapsamı nedeniyle heykel çalışmaları yoktu, sanırım heykel bu yıl da yok.
Ayrıca, günümüz olanak ve koşullarında yaygınlaşan yenimedya gibi çoklu yöntemlerin birlikte kullanıldığı çalışmaların da sergiye dahil edilmesi isim değişikliği ile mümkündü. Bu, gençlerin teşvik edilmesi açısından da önemliydi. Serginin ismi bu yıl değişmekle beraber, katılımcı isimler ve afişteki görüntülerin nerede ise “tekrarı”, geçen yıla göre durumun pek değişmediğini göstermektedir. Bu tekrar; sergiye katılmayanların neden katılmadıklarının da değerlendirilmesi açısından pek çok soruyu cevaplıyor gibi!
Yine de; serginin bir organizasyon olarak sürekliliğini sağlayan ve emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Ümit ederim önümüzdeki yıllarda farklı katılımcılar ve daha çağdaş işler görme şansımız olacaktır.
Bir kişisel teşekkür: Borcumu bu sayfadan paylaşmak isterim: Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’ne jüri üyesi olarak seçilmem nedeniyle değişik yollarla tebriklerini ileten; hocalarımdan öğrencilerime, ailemden arkadaşlarıma, idarecilerimden idare ettiklerime, kendi veya kalbi yakın herkese çok teşekkür ederim.
Eğitim alın, yenilenin, sanata yakın kalın…
Monday, November 10, 2014
Sunday, November 9, 2014
Sergi, araç, “farkedilmeyen”
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:53
09 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Sanat; insanın kendi beğenisini diğer insanlarla paylaşmak için kullandığı bir ifade yolu olarak da ele alınabilir değerlendirmesi; Erdal Aygenç’in “farkedilmeyen” sergisine ilişkin yazımın girişi olsun! Beğeni eksenli bu yolda, paylaşmak ve en azından bunu gerçekleştirmek; kişi, zaman ve koşullara göre değişkenlik gösterecektir kuşkusuz. Bu nedenle de amacına ulaşmak için değişik yöntemler kullanır insanoğlu. Mesela; bunlardan dans, müzik, resim, heykel, edebiyat, grafik ilk akla gelenler oluyor. Kimi zaman, veya “işe göre” bunların ikisini veya daha çoğunu birlikte de kullandığına rastlanıyor bireyin. Amaç kendi beğenisinin; diğerlerinin beğenilerden daha üstün, daha önemli, daha değerli olduğunu bir “farkettirme” duygusu içinde “teşhir” etmek midir acaba?
Günümüzde “galeri” veya “sergi salonu” olarak tanımlanan mekanların, kimilerince “teşhir salonu” olarak adlandırılmaları boşuna değildir. Sergi salonları, teşhirin en şiddetlisinin aleni olarak yaşandığı ringe benzer desem abartmamış olurum umarım. Şöyle ki; sınırlanmış bir mekan içinde bir tarafta olası durumlara hazırlanmış bir sahip ve işleri; diğer tarafta ise, o işlerin farkında olup etrafında dönen “beğeni” merkezli sözler, bakışlar, davranışlar… Galeride yumruklar konuşulmaz elbette. Beğeninin üzerine konuşlandığı; ahlak, ekonomi, eğitim, çevre merkezli ve birikimlidir konuşmalar… Ancak, buradan çıkışla; beğeninin rafine edilmiş hali olarak “estetik” kendi başına ve bunlardan farklı olarak ele alınmalıdır. Çünkü; o mekanda; estetikten yoksun siyasi söylemler ve üçbuçuk sözcükten oluşan kavram kargaşasının toz dumanında “işler” amacı için işlemez hale gelmemeli diye niyaz edilir.
Sergilenen çalışmaların estetik kalitesi bir yana, bir işin sanat eseri olabilmesi için, iyi bir zanaatkarlığı da yansıtması gerekir. Zanaatkarlık için geçerli kurallardan biri atasözüne dönüşmüş olarak karşımıza çıkmakta: Alet işler, el öğünür! Yaklaşık altmışbin yıldan beri sanatı sorgulayan insan; bugüne gelinceye kadar kendisi için gerekli tüm araçları temin konusunda, ısrarlı davranışı ile sonuçlarına ulaşmıştır. Hatta kimi zaman bu ısrarcılık tıkanmaya ve dolayısı ile yeniyi “reddetmeye” kadar da gitmiştir. Özellikle portre ressamlarının, fotoğrafın bulunuşu ve kullanımına karşı çıkışlarının arkasında mesleki statülerinin ve aranır olma avantajlarının ellerinden alınması yatar diye bir yorum, sığ olmayacaktır. Çünkü, biçim oluşturmanın çok çeşitli yöntem ve tekniklerinin varlığı ve gelişmekte olduğu gerçeği, tarihin insana öğrettiğidir. Günümüzde, gelişme seyri açısından baktığımızda fotoğraf makinelerinin nerede ise kalemden daha fazla kullanılan “tespit etme” aracı olduğu kabul edilmektedir. Bundan çıkarımla da, teknolojinin bir nimeti olarak yaklaşık 15-20 yıldan beri gittikçe yoğun bir şekilde kullanılan dijital baskılara, portre ressamı zihniyetindekilerin verdiği tepki, artık hafiflemiştir. Sorun; çalışanın ne ürettiğidir, ne ile ürettiği değil!
Teknoloji ile ilintisi açısından da şu bizim çalışkan kuşağa değinmek gerek! Değil sadece sosyolojik buhranların tanığı olmak, teknolojik gelişimin de bizzat içinde büyümüştür!.. Sosyal medyadan izlediğim kadarı ile, kendi aramızdaki uçurumlar, “eko” yapamayacak kadar da derindir. Çıraklık, kalfalık, ustalık hiyerarşisinde; zamana inat yerinde çakılıp kalan ile yeni medya çalışan insanların aynı kuşaktan olduklarını söylemek, ortak nokta olarak ancak doğum tarihleri ile ilintilendirilebilir… Buna koşut bizim kuşakta; bireylerin davranış biçimlerinde örneğin; vefa, saygı ve empati kavramlarının yerleri, televizyon senaryolu ucuz atarlarla değişmemiştir. Daha olduğu gibidir, daha içtendir. Dedim ya bizim kuşak ilginç bir kuşak!
Bu yazının konusunun sahibi olan, aynı kuşaktan ve aynı coğrafyadan geldiğimiz, Erdal Aygenç ile yollarımız yaklaşık otuzbeş yıldır aynı yönde seyrediyor. O nedenle yazdıklarım veya bundan sonra da okuyacaklarınız, birinci elden yazılmış ve “içten” bilgi olarak da değerlendirilebilinir. 1981’de TC. Kültür Bakanlığı Resim-Heykel Yarışması sergisinde yer alan, “sinekler” çalışmasını suluboya ile yaptığında, onunla Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’nde aynı sıraları paylaşan öğrencilerdik. 2004’deki aynı yarışmada ben ödül aldığımda ise Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde akademisyendik! Şimdi yıl 2014, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde yine birlikteyiz ve ben onun kişisel sergi kataloğu için; keyifle, “gönüllü olarak” yazı yazıyorum! Defalarca yazmış olmak isterdim!
“Farkedilmeyen” ile karşımıza çıkan Erdal Aygenç’in çalışmalarında, sıradan nesnelerin de; iyi eğitilmiş bir göz ve seçici bir belleğin birlikteliğinden sürpriz sonuçlar çıkarabileceğinin başarılı örneği olarak değerlendirebiliriz. Riskli bir durumdur bu aslında, araç gereç kullanımındaki beceri veya ustalık, seçicilikte birikim olmadığında başka bir sonuca dönüşebilir. Oysa Erdal Aygenç’in çalışmaları şaşırtıcı bir yakınlık duygusu ile izleyiciyi kendine çekmekte, başka bir dünyaya geçecekmiş gibi daha da yakınlaşma ihtiyacı hissettirmektedir.
Gündelik yaşamda her an karşılaşabileceğimiz ancak, gözden kaçırdığımız siyah-beyaz renk ve gri tonlu görüntüler, kare boyutlu formlar içerisinde sergileniyor. Bu, aynı zamanda görünenden fazlasını yakınlaştırarak farklı bir gerçeklikle açığa çıkaran sunum olarak tanımlanabilir. Sergi; aynı zamanda fark edilmeyeni fark ettirmekle, teknik ve kurgu olarak amacına ulaşmış görülmektedir: Önemli olan neye nasıl bakılacağı ve seçileceğidir!
“Farkedilmeyen” sergisindeki çalışmaların anlam katmanları ve estetik yetkinliği, izleyicinin rahatlıkla çözebileceği kadar kolay ve ayrıntısı alınmış bir başka gerçekliğin yeniden biçimlendirilmesidir aslında. Sırf kesitsel olarak akıl ve duygu sentezi içerisinde “kroplanmış” fotoğraflardan derlenmiş albüm değildir bu sunulan. Dijital teknolojiyi kullanmakla beraber, dünün kriterleri ve beğeni ölçütlerini çekinmeden bugüne taşımak, elbette riskli bir durumdur.
Dün ile bugün, bugün ile yarın arasındaki duygusallığı sarmalayan ince çizgide; siyah-beyaz görüntülerin şarkısını dinlemek, yakınlaştırılmış detayların hafifliğinden olsa gerek, fark ediliyor!
Erdal Aygenç’in sergisinden çıkıp, geçen hafta yazdığımdan bir alıntı yapayım: “Yalnızca KKTC’de değil; uluslararası düzeyde, bilimin ve sanatın her alanında kendisinden beklenen performansı gösteren, Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında; 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Uluslararası Resim Çalıştayı düzenlenecek. Usta, akademisyen ve sanatçılarla gerçekleştirilecek bu çalıştay, yeni bir başlangıcın daha ilk adımı olacak!”
İkincisi ise geçen haftaya bu sütunlardan bir açıklama olsun: Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’nin iki yerli üç yabancı, beş kişilik jürisinden biri seçildim!
Eğitim alın, farkedilin, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:53
09 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Sanat; insanın kendi beğenisini diğer insanlarla paylaşmak için kullandığı bir ifade yolu olarak da ele alınabilir değerlendirmesi; Erdal Aygenç’in “farkedilmeyen” sergisine ilişkin yazımın girişi olsun! Beğeni eksenli bu yolda, paylaşmak ve en azından bunu gerçekleştirmek; kişi, zaman ve koşullara göre değişkenlik gösterecektir kuşkusuz. Bu nedenle de amacına ulaşmak için değişik yöntemler kullanır insanoğlu. Mesela; bunlardan dans, müzik, resim, heykel, edebiyat, grafik ilk akla gelenler oluyor. Kimi zaman, veya “işe göre” bunların ikisini veya daha çoğunu birlikte de kullandığına rastlanıyor bireyin. Amaç kendi beğenisinin; diğerlerinin beğenilerden daha üstün, daha önemli, daha değerli olduğunu bir “farkettirme” duygusu içinde “teşhir” etmek midir acaba?
Günümüzde “galeri” veya “sergi salonu” olarak tanımlanan mekanların, kimilerince “teşhir salonu” olarak adlandırılmaları boşuna değildir. Sergi salonları, teşhirin en şiddetlisinin aleni olarak yaşandığı ringe benzer desem abartmamış olurum umarım. Şöyle ki; sınırlanmış bir mekan içinde bir tarafta olası durumlara hazırlanmış bir sahip ve işleri; diğer tarafta ise, o işlerin farkında olup etrafında dönen “beğeni” merkezli sözler, bakışlar, davranışlar… Galeride yumruklar konuşulmaz elbette. Beğeninin üzerine konuşlandığı; ahlak, ekonomi, eğitim, çevre merkezli ve birikimlidir konuşmalar… Ancak, buradan çıkışla; beğeninin rafine edilmiş hali olarak “estetik” kendi başına ve bunlardan farklı olarak ele alınmalıdır. Çünkü; o mekanda; estetikten yoksun siyasi söylemler ve üçbuçuk sözcükten oluşan kavram kargaşasının toz dumanında “işler” amacı için işlemez hale gelmemeli diye niyaz edilir.
Sergilenen çalışmaların estetik kalitesi bir yana, bir işin sanat eseri olabilmesi için, iyi bir zanaatkarlığı da yansıtması gerekir. Zanaatkarlık için geçerli kurallardan biri atasözüne dönüşmüş olarak karşımıza çıkmakta: Alet işler, el öğünür! Yaklaşık altmışbin yıldan beri sanatı sorgulayan insan; bugüne gelinceye kadar kendisi için gerekli tüm araçları temin konusunda, ısrarlı davranışı ile sonuçlarına ulaşmıştır. Hatta kimi zaman bu ısrarcılık tıkanmaya ve dolayısı ile yeniyi “reddetmeye” kadar da gitmiştir. Özellikle portre ressamlarının, fotoğrafın bulunuşu ve kullanımına karşı çıkışlarının arkasında mesleki statülerinin ve aranır olma avantajlarının ellerinden alınması yatar diye bir yorum, sığ olmayacaktır. Çünkü, biçim oluşturmanın çok çeşitli yöntem ve tekniklerinin varlığı ve gelişmekte olduğu gerçeği, tarihin insana öğrettiğidir. Günümüzde, gelişme seyri açısından baktığımızda fotoğraf makinelerinin nerede ise kalemden daha fazla kullanılan “tespit etme” aracı olduğu kabul edilmektedir. Bundan çıkarımla da, teknolojinin bir nimeti olarak yaklaşık 15-20 yıldan beri gittikçe yoğun bir şekilde kullanılan dijital baskılara, portre ressamı zihniyetindekilerin verdiği tepki, artık hafiflemiştir. Sorun; çalışanın ne ürettiğidir, ne ile ürettiği değil!
Teknoloji ile ilintisi açısından da şu bizim çalışkan kuşağa değinmek gerek! Değil sadece sosyolojik buhranların tanığı olmak, teknolojik gelişimin de bizzat içinde büyümüştür!.. Sosyal medyadan izlediğim kadarı ile, kendi aramızdaki uçurumlar, “eko” yapamayacak kadar da derindir. Çıraklık, kalfalık, ustalık hiyerarşisinde; zamana inat yerinde çakılıp kalan ile yeni medya çalışan insanların aynı kuşaktan olduklarını söylemek, ortak nokta olarak ancak doğum tarihleri ile ilintilendirilebilir… Buna koşut bizim kuşakta; bireylerin davranış biçimlerinde örneğin; vefa, saygı ve empati kavramlarının yerleri, televizyon senaryolu ucuz atarlarla değişmemiştir. Daha olduğu gibidir, daha içtendir. Dedim ya bizim kuşak ilginç bir kuşak!
Bu yazının konusunun sahibi olan, aynı kuşaktan ve aynı coğrafyadan geldiğimiz, Erdal Aygenç ile yollarımız yaklaşık otuzbeş yıldır aynı yönde seyrediyor. O nedenle yazdıklarım veya bundan sonra da okuyacaklarınız, birinci elden yazılmış ve “içten” bilgi olarak da değerlendirilebilinir. 1981’de TC. Kültür Bakanlığı Resim-Heykel Yarışması sergisinde yer alan, “sinekler” çalışmasını suluboya ile yaptığında, onunla Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’nde aynı sıraları paylaşan öğrencilerdik. 2004’deki aynı yarışmada ben ödül aldığımda ise Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde akademisyendik! Şimdi yıl 2014, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde yine birlikteyiz ve ben onun kişisel sergi kataloğu için; keyifle, “gönüllü olarak” yazı yazıyorum! Defalarca yazmış olmak isterdim!
“Farkedilmeyen” ile karşımıza çıkan Erdal Aygenç’in çalışmalarında, sıradan nesnelerin de; iyi eğitilmiş bir göz ve seçici bir belleğin birlikteliğinden sürpriz sonuçlar çıkarabileceğinin başarılı örneği olarak değerlendirebiliriz. Riskli bir durumdur bu aslında, araç gereç kullanımındaki beceri veya ustalık, seçicilikte birikim olmadığında başka bir sonuca dönüşebilir. Oysa Erdal Aygenç’in çalışmaları şaşırtıcı bir yakınlık duygusu ile izleyiciyi kendine çekmekte, başka bir dünyaya geçecekmiş gibi daha da yakınlaşma ihtiyacı hissettirmektedir.
Gündelik yaşamda her an karşılaşabileceğimiz ancak, gözden kaçırdığımız siyah-beyaz renk ve gri tonlu görüntüler, kare boyutlu formlar içerisinde sergileniyor. Bu, aynı zamanda görünenden fazlasını yakınlaştırarak farklı bir gerçeklikle açığa çıkaran sunum olarak tanımlanabilir. Sergi; aynı zamanda fark edilmeyeni fark ettirmekle, teknik ve kurgu olarak amacına ulaşmış görülmektedir: Önemli olan neye nasıl bakılacağı ve seçileceğidir!
“Farkedilmeyen” sergisindeki çalışmaların anlam katmanları ve estetik yetkinliği, izleyicinin rahatlıkla çözebileceği kadar kolay ve ayrıntısı alınmış bir başka gerçekliğin yeniden biçimlendirilmesidir aslında. Sırf kesitsel olarak akıl ve duygu sentezi içerisinde “kroplanmış” fotoğraflardan derlenmiş albüm değildir bu sunulan. Dijital teknolojiyi kullanmakla beraber, dünün kriterleri ve beğeni ölçütlerini çekinmeden bugüne taşımak, elbette riskli bir durumdur.
Dün ile bugün, bugün ile yarın arasındaki duygusallığı sarmalayan ince çizgide; siyah-beyaz görüntülerin şarkısını dinlemek, yakınlaştırılmış detayların hafifliğinden olsa gerek, fark ediliyor!
Erdal Aygenç’in sergisinden çıkıp, geçen hafta yazdığımdan bir alıntı yapayım: “Yalnızca KKTC’de değil; uluslararası düzeyde, bilimin ve sanatın her alanında kendisinden beklenen performansı gösteren, Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında; 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Uluslararası Resim Çalıştayı düzenlenecek. Usta, akademisyen ve sanatçılarla gerçekleştirilecek bu çalıştay, yeni bir başlangıcın daha ilk adımı olacak!”
İkincisi ise geçen haftaya bu sütunlardan bir açıklama olsun: Bangladesh’in başkenti Dhaka’da; Asya, Avrupa, Afrika ve Pasifik Bölgesi’nden elliye yakın ülkenin katılımı ile bu yıl onaltıncısı gerçekleştirilecek olan Asya Bienali’nin iki yerli üç yabancı, beş kişilik jürisinden biri seçildim!
Eğitim alın, farkedilin, sanata yakın kalın…
Sunday, November 2, 2014
Mutluluk, Uşak, çalıştaylar
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:52
02 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Düzeltme: gazetedeki başlıkta; uşak değil, Uşak olacak!
Dün, bir arkadaşımın sosyal medyada paylaştığı "mutlu olmak her şeyin yolunda olması demek değildir. Mutlu olmak, görmezden gelme konusunda da ustalaşmak demektir" sözü ile yazıma başlamak istedim. Bugünlerde üstüste gelen “hoşlanmadığım” davranışlarla karşılaşma oranı rakamsal olmayan istatiklerimde epeyce yükseldi. Her şeyin yolunda olmaması nedeniyle sorgulama gereği duyduğum bu kendi içinde sıkıntılı davranışları, uygun bir dille açıklamaya çalışacağım.
Şöyle ki: bizden hemen sonra gelen kuşağın, bizimle kıyaslandığında, daha farklı davranış biçimleri sergilediğine inanır ve bu düşüncemi uygun ortamlarda dillendirirdim. Cümlede geniş zaman kullandım, çünkü deneyimler her zaman iyi bir yol tarifleyici olmuştur benim için! Bugüne kadar peşine takıldığım yol tarifleyicilerime vefa borcum var ve sadakat ile tanımlanabilecek bir bağ var aramızda. Ayrıca, okumalarım sırasında rastladığım ve doğruluğunu kendimce de deneyimlediğim “insanı olayın içinde tanırsınız” sözünü de tam burada kullanmanın yararlı olacağını düşünüyorum... Yarar açısından bakıldığında da, deneyimlerin ışığında “kendi” yolumdan yürüyeceğim..
Bizim kuşak; üzerinden sağlam bir darbe geçmiş dönemi de temsil ettiği için, yaşadıklarınca daha duygusal olmaya sevkedilmiştir. Yaşamın pekçok anlamıyla elbette. O nedenle de yapılan hataların büyük bir kısmı duygusal temellidir. Başarıların büyük bir kısmı ise mantık ve stratejinin ürünü.
Kuşaklar arasındaki farklılıkların, çağa ve yaşam koşullarına göre doğal karşılanması gerektiğine inanırım. İnanırım dedim çünkü; “hoşlanmadığım” birkaç davranışla karşılaşınca sadece canım sıkıldı bugünlerde. Takdir edersiniz ki her normal birey gibi benim de canım kıymetli, inancım önemlidir, çünkü olaylar kalıcı değil!
“Güncel” olaylara biraz daha geniş bakınca; insanın içgüdülerini kontrolünde başarıya ulaşması bir-iki “adım” atmakla mümkün değildir denilebilir.. Evet, denilebilir diye düşünüyorum. Söz konusu olan adım atmak ise; kontrol, bir-iki adım atmaya yardımcı olabilir. Ancak, atılan o adımların taşıdığı yürek ve beyin; bir-iki adım önceki beyin ve yürekle aynı olduğu için, koordinatların değişmiş olması onların da değiştiği anlamını doğurmaz. Ayaklar onları taşır, onlar da, ayakları yürütür. Hepsi bu. Bundan çıkarımla; iki adımda kimisi her şeyi öğrendiğini sanır, kimisi de her şeye sahip olduğunu… Ancak aklı olan, kendini sorgular! Çünkü, içgüdü insandan başka canlılarda da vardır ve çoğu da içgüdüleri peşinde koordinatlarını değişir!
Değişim, üzerinde yaşadığımız milyarlarca yıllık dünyada da vardır. Bu bilinen dünyada binlerce yıldır var olan insanoğlunda da vardır değişim! Değişmeyen tek şey değişimin kendisi ise “hoşlanmadığım” davranışların da bir değişim sonucu gerçekleştiğini kabul etmem gerekir. Öyleyse baştaki söze dönersek; “…mutlu olmak, görmezden gelme konusunda da ustalaşmak demektir."
Bizden öncekilerin olduğu gibi, bizim ve bizden sonrakilerin de ardından koştukları “şeyin” mutluluk olduğunu söylemek çok zor olmazsa gerek. Peki bir ayrıntı olarak; asla sencil olamayan, bu bencil “mutluluk” nedir? En küçük sosyolojik birimin tekili olan bireyin tatminidir aslında mutluluk. Amacına ulaşmak, “sahip olmaktır” mutluluk. Yaşamının her kesiminde “edinmek” için çabalayan bir bireyin mutluluğu edinme sürecinin içinde değil de, sonunda değerlendirilebilir belki. Test sorusu belki de şu olabilir: beklenti neydi, nedir elde edilen sonuç? İşte, bu sorunun cevabına göre bireyin ne kadar mutlu olduğu, sanırım “tartılabilir”. Beklentilerinizi yüksek tuttuğunuz oranda, başarısızlık durumunda hayal kırıklıklarınız da o denli yüksek olur. Elbette bu kaderci yaklaşımın tam tersi de mümkündür; hedeflerinizi yüksek tutun ki, başarıda mutluluğunuz farklı olsun, seviyeniz yükselsin!
Buradan artık yumuşak bir geçişle çıkmak gerekiyor! Nasıl mutlu olunacağına ilişkin sanatsal tarifler yapan onca mutsuz varken, mutluluk konusunda benim bir şeyler yazmam buraya kadar olsun! Çünkü tarif vermek değil, yaşamak daha güzel. Mutluluk öğrenmededir, ustalık görmede!
Bugünlerde üstüste gelen o “hoşlanmadığım” davranışlarda gördüğüm; ayakların başla, başın ayaklarla “sıklet” yoklaması yapma hareketliliği içinde iken, ortaya çıkan toz bulutlarından bile yeni resimler yaptığımdır! Geçen haftalarda bulutlar şiir gibi geçmişti yazılarımın arasından… Resmin de, şiirin de, estetik kaygılarla üretildiğini tekrarlamaya gerek yok sanırım bu satırlardan… Estetik ile de sanata geçiş yapabiliriz buradan!
Uşak’ta bu yıl beşincisi düzenlenen Cumhuriyet’in Aydınlığında Sanat Festivali’ne (CAS FEST); Erdoğan Ergün ve Gökhan Okur ile davetle katılıp, temsiliyetimizi başarıyla gerçekleştirdik. Kim, Yong Moon, Amin Siminmaram, Ulla Shemeikka, Ahmet İmami, Aziz Jon Ochilov, Osman Merttopçuoğlu, Kamile Coşkun, Ayşe Vanlıoğlu, Aziz Özdemir, Nazende Özkanlı, Fahrettin Öztürk, Selin Şahin, Gürkan Şen, İsmail Gündoğan, Sinem Akın, Sadet Metin, Gülendam Özcan ve Doğuş Bakan’ı isimleriyle; Doğukan Alsay, Mustafa Kozak, Mehmet Arslan Güven ve özellikle Mert Kılınç’ı teşekkürle anmak isterim.
Oldukça verimli bir süreçti, üç tane farklı iş bıraktık orada, bir de izimizi! Bu tür festival ya da çalıştaylarda özveri ve hoşgörünün, sorunların üstesinden gelmede önemli etkenler olduğunu söylemek doğru bir tespit olacaktır. Kuşkusuz; şans ona hazır olana güler de, sorun kime gelir dadanır orası bir muamma. Çalıştaydan bu sayfaya taşıdığım fotoğrafın birinde TC. Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan BOZKIR, Uşak Valisi Seddar YAVUZ, Belediye Başkanı Nurullah CAHAN ve Uşak Milletvekili Mehmet ALTAY ile görülmekteyim. Diğer fotoğrafta ise genç katılımcı arkadaşlardan bir grup var, çalıştay onlarla keyifliydi! Cumhuriyet’in Aydınlığında Sanat Festivali’nden sonra KKTC’ye mutlu olarak döndük. Mesele, biraz da adım atmakla ilgili…
Tekrar olacak ama; böylesi çalıştayların düzenlenmesinin, hem sanatın geniş kitlelere yayılması, hem de kurumların eser sahibi olması açısından iyi bir çözüm olduğuna inanıyorum. Daha önce katıldığım çalıştaylarda bu durumun yabancı sanatçılar açısından da bir misyonu yerine getirmek olarak algılanıp memnuniyetle karşılandığına tanık olmuştum. Sivil toplum örgütlerinin ve akademik kurumların desteğinde gerçekleşen bu tür etkinliklerin, sanat açısından topluma çok önemli kazanımlar getirdiğini bir kere daha belirtmek isterim.
Yalnızca KKTC’de değil; uluslararası düzeyde, bilimin ve sanatın her alanında kendisinden beklenen her türlü desteği sunma konusunda örneklik yapan, Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında; 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Uluslararası Resim Çalıştayı düzenlenecek. Akdeniz’in bu bölgesinde ve yakın coğrafyada benzeri olmayan, yalnızca öğrencilere yönelik düzenlenen ve artık bir marka değere dönüşen AKADEMİADA ve İKİDEBİR’lerden sonra; ustalarla gerçekleştirilecek bu resim çalıştayı yeni bir başlangıcın daha ilk adımı olacak!
Ufukta; Bangladesh’in başkenti Dhaka’da bu yıl onltıncısı düzenlenecek olan Asya Bienali de var!
Eğitim alın, mutlu olun, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:52
02 Kasım 2014, Pazar, Lefkoşa
Düzeltme: gazetedeki başlıkta; uşak değil, Uşak olacak!
Dün, bir arkadaşımın sosyal medyada paylaştığı "mutlu olmak her şeyin yolunda olması demek değildir. Mutlu olmak, görmezden gelme konusunda da ustalaşmak demektir" sözü ile yazıma başlamak istedim. Bugünlerde üstüste gelen “hoşlanmadığım” davranışlarla karşılaşma oranı rakamsal olmayan istatiklerimde epeyce yükseldi. Her şeyin yolunda olmaması nedeniyle sorgulama gereği duyduğum bu kendi içinde sıkıntılı davranışları, uygun bir dille açıklamaya çalışacağım.
Şöyle ki: bizden hemen sonra gelen kuşağın, bizimle kıyaslandığında, daha farklı davranış biçimleri sergilediğine inanır ve bu düşüncemi uygun ortamlarda dillendirirdim. Cümlede geniş zaman kullandım, çünkü deneyimler her zaman iyi bir yol tarifleyici olmuştur benim için! Bugüne kadar peşine takıldığım yol tarifleyicilerime vefa borcum var ve sadakat ile tanımlanabilecek bir bağ var aramızda. Ayrıca, okumalarım sırasında rastladığım ve doğruluğunu kendimce de deneyimlediğim “insanı olayın içinde tanırsınız” sözünü de tam burada kullanmanın yararlı olacağını düşünüyorum... Yarar açısından bakıldığında da, deneyimlerin ışığında “kendi” yolumdan yürüyeceğim..
Bizim kuşak; üzerinden sağlam bir darbe geçmiş dönemi de temsil ettiği için, yaşadıklarınca daha duygusal olmaya sevkedilmiştir. Yaşamın pekçok anlamıyla elbette. O nedenle de yapılan hataların büyük bir kısmı duygusal temellidir. Başarıların büyük bir kısmı ise mantık ve stratejinin ürünü.
Kuşaklar arasındaki farklılıkların, çağa ve yaşam koşullarına göre doğal karşılanması gerektiğine inanırım. İnanırım dedim çünkü; “hoşlanmadığım” birkaç davranışla karşılaşınca sadece canım sıkıldı bugünlerde. Takdir edersiniz ki her normal birey gibi benim de canım kıymetli, inancım önemlidir, çünkü olaylar kalıcı değil!
“Güncel” olaylara biraz daha geniş bakınca; insanın içgüdülerini kontrolünde başarıya ulaşması bir-iki “adım” atmakla mümkün değildir denilebilir.. Evet, denilebilir diye düşünüyorum. Söz konusu olan adım atmak ise; kontrol, bir-iki adım atmaya yardımcı olabilir. Ancak, atılan o adımların taşıdığı yürek ve beyin; bir-iki adım önceki beyin ve yürekle aynı olduğu için, koordinatların değişmiş olması onların da değiştiği anlamını doğurmaz. Ayaklar onları taşır, onlar da, ayakları yürütür. Hepsi bu. Bundan çıkarımla; iki adımda kimisi her şeyi öğrendiğini sanır, kimisi de her şeye sahip olduğunu… Ancak aklı olan, kendini sorgular! Çünkü, içgüdü insandan başka canlılarda da vardır ve çoğu da içgüdüleri peşinde koordinatlarını değişir!
Değişim, üzerinde yaşadığımız milyarlarca yıllık dünyada da vardır. Bu bilinen dünyada binlerce yıldır var olan insanoğlunda da vardır değişim! Değişmeyen tek şey değişimin kendisi ise “hoşlanmadığım” davranışların da bir değişim sonucu gerçekleştiğini kabul etmem gerekir. Öyleyse baştaki söze dönersek; “…mutlu olmak, görmezden gelme konusunda da ustalaşmak demektir."
Bizden öncekilerin olduğu gibi, bizim ve bizden sonrakilerin de ardından koştukları “şeyin” mutluluk olduğunu söylemek çok zor olmazsa gerek. Peki bir ayrıntı olarak; asla sencil olamayan, bu bencil “mutluluk” nedir? En küçük sosyolojik birimin tekili olan bireyin tatminidir aslında mutluluk. Amacına ulaşmak, “sahip olmaktır” mutluluk. Yaşamının her kesiminde “edinmek” için çabalayan bir bireyin mutluluğu edinme sürecinin içinde değil de, sonunda değerlendirilebilir belki. Test sorusu belki de şu olabilir: beklenti neydi, nedir elde edilen sonuç? İşte, bu sorunun cevabına göre bireyin ne kadar mutlu olduğu, sanırım “tartılabilir”. Beklentilerinizi yüksek tuttuğunuz oranda, başarısızlık durumunda hayal kırıklıklarınız da o denli yüksek olur. Elbette bu kaderci yaklaşımın tam tersi de mümkündür; hedeflerinizi yüksek tutun ki, başarıda mutluluğunuz farklı olsun, seviyeniz yükselsin!
Buradan artık yumuşak bir geçişle çıkmak gerekiyor! Nasıl mutlu olunacağına ilişkin sanatsal tarifler yapan onca mutsuz varken, mutluluk konusunda benim bir şeyler yazmam buraya kadar olsun! Çünkü tarif vermek değil, yaşamak daha güzel. Mutluluk öğrenmededir, ustalık görmede!
Bugünlerde üstüste gelen o “hoşlanmadığım” davranışlarda gördüğüm; ayakların başla, başın ayaklarla “sıklet” yoklaması yapma hareketliliği içinde iken, ortaya çıkan toz bulutlarından bile yeni resimler yaptığımdır! Geçen haftalarda bulutlar şiir gibi geçmişti yazılarımın arasından… Resmin de, şiirin de, estetik kaygılarla üretildiğini tekrarlamaya gerek yok sanırım bu satırlardan… Estetik ile de sanata geçiş yapabiliriz buradan!
Uşak’ta bu yıl beşincisi düzenlenen Cumhuriyet’in Aydınlığında Sanat Festivali’ne (CAS FEST); Erdoğan Ergün ve Gökhan Okur ile davetle katılıp, temsiliyetimizi başarıyla gerçekleştirdik. Kim, Yong Moon, Amin Siminmaram, Ulla Shemeikka, Ahmet İmami, Aziz Jon Ochilov, Osman Merttopçuoğlu, Kamile Coşkun, Ayşe Vanlıoğlu, Aziz Özdemir, Nazende Özkanlı, Fahrettin Öztürk, Selin Şahin, Gürkan Şen, İsmail Gündoğan, Sinem Akın, Sadet Metin, Gülendam Özcan ve Doğuş Bakan’ı isimleriyle; Doğukan Alsay, Mustafa Kozak, Mehmet Arslan Güven ve özellikle Mert Kılınç’ı teşekkürle anmak isterim.
Oldukça verimli bir süreçti, üç tane farklı iş bıraktık orada, bir de izimizi! Bu tür festival ya da çalıştaylarda özveri ve hoşgörünün, sorunların üstesinden gelmede önemli etkenler olduğunu söylemek doğru bir tespit olacaktır. Kuşkusuz; şans ona hazır olana güler de, sorun kime gelir dadanır orası bir muamma. Çalıştaydan bu sayfaya taşıdığım fotoğrafın birinde TC. Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan BOZKIR, Uşak Valisi Seddar YAVUZ, Belediye Başkanı Nurullah CAHAN ve Uşak Milletvekili Mehmet ALTAY ile görülmekteyim. Diğer fotoğrafta ise genç katılımcı arkadaşlardan bir grup var, çalıştay onlarla keyifliydi! Cumhuriyet’in Aydınlığında Sanat Festivali’nden sonra KKTC’ye mutlu olarak döndük. Mesele, biraz da adım atmakla ilgili…
Tekrar olacak ama; böylesi çalıştayların düzenlenmesinin, hem sanatın geniş kitlelere yayılması, hem de kurumların eser sahibi olması açısından iyi bir çözüm olduğuna inanıyorum. Daha önce katıldığım çalıştaylarda bu durumun yabancı sanatçılar açısından da bir misyonu yerine getirmek olarak algılanıp memnuniyetle karşılandığına tanık olmuştum. Sivil toplum örgütlerinin ve akademik kurumların desteğinde gerçekleşen bu tür etkinliklerin, sanat açısından topluma çok önemli kazanımlar getirdiğini bir kere daha belirtmek isterim.
Yalnızca KKTC’de değil; uluslararası düzeyde, bilimin ve sanatın her alanında kendisinden beklenen her türlü desteği sunma konusunda örneklik yapan, Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında; 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Uluslararası Resim Çalıştayı düzenlenecek. Akdeniz’in bu bölgesinde ve yakın coğrafyada benzeri olmayan, yalnızca öğrencilere yönelik düzenlenen ve artık bir marka değere dönüşen AKADEMİADA ve İKİDEBİR’lerden sonra; ustalarla gerçekleştirilecek bu resim çalıştayı yeni bir başlangıcın daha ilk adımı olacak!
Ufukta; Bangladesh’in başkenti Dhaka’da bu yıl onltıncısı düzenlenecek olan Asya Bienali de var!
Eğitim alın, mutlu olun, sanata yakın kalın…
Tuesday, October 28, 2014
Sunday, October 26, 2014
Kurbağa, çalıştaylar, tesadüf
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:51
26 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
Geçen haftadan kalan bulutlarla bu hafta sonu yine beraber olduk! Yine yol gözüktü… Ancak bu hafta romantizmin yansımaları olmayacak satırlarımda. Çünkü kış geliyor, kış geliyor da Orta Doğu kaynıyor! Suda yavaş yavaş kaynayan kurbağa deneyini anlatan bir posta yıllar öncesinden internette gezmeye başlamıştı.
Yaşadığımız coğrafya için sosyologların sıklıkla verdikleri bir örnekti bu. Birlikte hatırlayalım bu deneyi ve bir kurbağayı pişirmek için kullanılan yöntemi: Eğer canlı kurbağa, kaynayan su dolu bir kazana atılırsa, refleksle zıplayıp kendini hemen dışarı atar, kurtarırmış. Ama eğer kurbağa kaynar suya değil de, ılık su dolu bir kazana atılırsa, dışarı çıkma gibi “savunma” tepkisi göstermezmiş. Olayı kontrol eden güç, kazanın altındaki ateşi hafifçe açarak kaynama süresini uzattıkça kurbağa “mayışır” refleksleri zayıflarmış. Kazanda kaynadığının farkına vardığında ise, iş işten çoktan geçmiş oluyormuş zavallı kurbağacık için!
Neden bu örneği hatırlamamız gerekti? Biliyorsunuz bu köşe ile aynı isimle bir de televizyon programı yapıyor ve sunuyorum. Geçen hafta, bu sezonun ilk konuğunu ağırladım. Sayın Filiz Ankaç ile “amor-amorf” sergisini konuştuk, şiirlerini okuduk. Sanatla uğraşan bir insan olarak, sosyolojik olaylara karşı gösterdiği duyarlık ve “kendi dili ile” açık tepkileri, bu örneği bugünkü sayfamda sizlerle paylaşmamı gerekli kıldı. Yaşadığımız coğrafyada, yarın veya haftaya, ne, ya da neler olacağını öngörmek; elli yıllık planlarını uygulayan güçler karşısında şimdilik mümkün değil görünüyor. Mesela; mevsimi kışa dönen, Arap baharını yaşayan ülkelere ne oldu? Hele de sanat kimin umurunda, peki Saddam’dan sonra Bağdat Müzesindeki tarihi eserler nerde?
Müze konusuna geçen hafta da değinmiştim. Bu sefer Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenleyeceği Uluslararası Resim Çalıştayı’nı bahane ederek başka bir çalıştaya geçeceğim. Bu yaz İskenderun’da gerçekleşen ve benim de davetli olarak katıldığım çalıştay hakkında şimdiye kadar yazmadım. Ancak orada yaptığım çalışmamın görüntüsünü bayram kartı olarak kullanarak paylaşmıştım!
Bugün başka bir çalıştay/festivalin içindeyim. Cumhuriyetin Aydınlığında Sanat Festivali (CAS FEST). Uşak’ta bu yıl beşincisi düzenleniyor. Kore, Finlandiya, İran, Arjantin, Türkiye ve KKTC’den davetli sanatçıların katıldığı festivalin öncekiler gibi renkli geçmesi bekleniyor. Bu tür festivallerin en önemli yararlarından biri, belki de katılımcı yaş skalasının geniş olmasıdır denilebilir. Çünkü, usta ile öğrencisini bir araya getiren ve onlara halka açık bir ortamda üretim olanağı sağlayan organizasyonların, hedefledikleri “yan etkileri” arasında halkın bilinçlenmesine bir nebze katkı sağlamak da mutlaka gözetilmektedir. Bu nedenle usta ile öğrencisini aynı ortamda üretirken görmek; gerek organizasyon, gerekse finansörler açısından oldukça olumlu bir geri dönüş “paylaşım” kaynağıdır denilebilir.
Ayrıca bu tür etkinliklerin özellikle, yerel yönetimlerin halka yeni ufuklar, pencereler açması bakımından da önem taşıdığına inanıyorum. Örneğin; resim ve fotoğraf gibi çok fazla yatırıma gerek duyulmayan alanlarda ilgi gösterenlerin eline fırça alması; yada sanat eğitiminden bihaber birinin usta ile vizörden kompozisyon kurup deklanşöre basması, unutamayacağı bir yaşantı olarak çevresine eko yapacaktır.
Böylesi çalıştayların düzenlenmesinin başka bir neden de, mevcut yasalar çerçevesinde sanat eseri satın almak; “çetrefilli çözümler” üretmeyi gerektirirken, bu etkinliklerde elde edilen ya da, sanatçıların bağışladığı eserlerin sahibi olmak, daha kolay bir yöntem.
İzlediğim kadarı ile durum, sanatçılar açısından da kötü değil, hatta davet edilmekten oldukça memnun olduklarını ifade eden “yabancı” sanatçıların varlığı oldukça fazla. Sanatçılar için çalışmalarının envantere girmesi yetiyor, gözleri arkada kalmıyor!
CAS FEST’in organizasyonunu; kendisi ile AKADEMİADA’da tanıştığımız genç bir arkadaş yapıyor: Mert Kılınç. Mert; hem CAS FEST için, hem de akademisyen olmak için çabalıyor. Organizasyonda oluşan sorunların çözümünde gösterdiği başarı, onun epeyce deneyim kazanmış olduğunu kanıtlıyor. Umarım Mert’in her iki yolda da başarıları devam eder.
CAS FEST’e, bir önceki belediye başkanı, YDÜ Hukuk Fakültesinden 2003-2007 yılları arasında okumuş ve mezun olmuş Sayın Ali Erdoğan ile başlamışlar. Başkana neden böylesi genç birisi ile çalışıyorsun diye sorduklarında “ben altmış-yetmiş yaşındaki insana yatırım yapmam” demiş! Bu dönem başka bir parti belediye başkanlığını almış. Ne mutlu ki CAS FEST sürüyor! Böylesi bir örnek İskenderun’da da karşımıza çıkmıştı. Umarım bu tür çalıştay veya festivallerde yerel yönetimlerin organizasyonları ve katkıları artar, azalmaz.
Zaman zaman aksaklıklar da oluyor elbette bu tür etkinliklerde.. Karşılaşılan sorunların bir kısmı karşılıklı hoşgörü ile çözümlenirken, çok az bir kısmı da maalesef hukuki bir boyut kazanabiliyor. Beşiktaş Belediyesinin düzenlediği çalıştaya davetli olarak katılan Erdoğan Ergün’ün; Barbaros Hayrettin Paşa’yı konu aldığı stencil çalışması, bittiğinin ertesi günü uygulandığı duvarın beyaza boyanması ile yok ediliyor!
Erdoğan Ergün ve Gökhan Okur ile CAS FEST’e, ayrı projelerle ancak, KKTC’den birlikte katılıyoruz!
Davetle katıldığım çalıştayların sayısı gittikçe artıyor. Tam da çalışmalarım için “artık yeni bir şeyler yapmalı” dediğim bir dönemde iken!. “Şans ona hazır olan yüze güler” atasözünü doğrularcasına kendime yeniden “gülmeye” başladım. Bu arada dünkü seyahatim sırasında “şansla” yakaladığım bir fotoğrafı da sizlerle paylaşmak istedim.
YDÜ GSTF’nin düzenleyeceği Uluslararası Resim Çalıştayı’na onbeş farklı ülkeden sanatçı katılacak olması, “ilişkilerin” ve çalıştaylardan memnuniyetin bir göstergesi olarak düşünülebilir. Elbette ki yabancılarla birlikte yerli sanatçıların da Uluslararası Resim Çalıştayı’na destek vermesi; YDÜ çatısı altında yapılacak olan “sanat mabedi”nin uluslararası bir değer olarak biçimlenmesine katkı sağlayacaktır.
Bir çalıştayın içindeyim, bir başka çalıştay için ter döküyorum, ötede YDÜ Mimarlık Fakültesi için de bir çalıştay daha var…
Epictetus; “güçlükler insanın gerçekten ne olduğunu ortaya çıkaran şeylerdir” demiş.
Çalıştaylar, müzelerin merdivenlerine basamak olsun!
Eğitim alın, hatırlayın ve sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:51
26 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
Geçen haftadan kalan bulutlarla bu hafta sonu yine beraber olduk! Yine yol gözüktü… Ancak bu hafta romantizmin yansımaları olmayacak satırlarımda. Çünkü kış geliyor, kış geliyor da Orta Doğu kaynıyor! Suda yavaş yavaş kaynayan kurbağa deneyini anlatan bir posta yıllar öncesinden internette gezmeye başlamıştı.
Yaşadığımız coğrafya için sosyologların sıklıkla verdikleri bir örnekti bu. Birlikte hatırlayalım bu deneyi ve bir kurbağayı pişirmek için kullanılan yöntemi: Eğer canlı kurbağa, kaynayan su dolu bir kazana atılırsa, refleksle zıplayıp kendini hemen dışarı atar, kurtarırmış. Ama eğer kurbağa kaynar suya değil de, ılık su dolu bir kazana atılırsa, dışarı çıkma gibi “savunma” tepkisi göstermezmiş. Olayı kontrol eden güç, kazanın altındaki ateşi hafifçe açarak kaynama süresini uzattıkça kurbağa “mayışır” refleksleri zayıflarmış. Kazanda kaynadığının farkına vardığında ise, iş işten çoktan geçmiş oluyormuş zavallı kurbağacık için!
Neden bu örneği hatırlamamız gerekti? Biliyorsunuz bu köşe ile aynı isimle bir de televizyon programı yapıyor ve sunuyorum. Geçen hafta, bu sezonun ilk konuğunu ağırladım. Sayın Filiz Ankaç ile “amor-amorf” sergisini konuştuk, şiirlerini okuduk. Sanatla uğraşan bir insan olarak, sosyolojik olaylara karşı gösterdiği duyarlık ve “kendi dili ile” açık tepkileri, bu örneği bugünkü sayfamda sizlerle paylaşmamı gerekli kıldı. Yaşadığımız coğrafyada, yarın veya haftaya, ne, ya da neler olacağını öngörmek; elli yıllık planlarını uygulayan güçler karşısında şimdilik mümkün değil görünüyor. Mesela; mevsimi kışa dönen, Arap baharını yaşayan ülkelere ne oldu? Hele de sanat kimin umurunda, peki Saddam’dan sonra Bağdat Müzesindeki tarihi eserler nerde?
Müze konusuna geçen hafta da değinmiştim. Bu sefer Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenleyeceği Uluslararası Resim Çalıştayı’nı bahane ederek başka bir çalıştaya geçeceğim. Bu yaz İskenderun’da gerçekleşen ve benim de davetli olarak katıldığım çalıştay hakkında şimdiye kadar yazmadım. Ancak orada yaptığım çalışmamın görüntüsünü bayram kartı olarak kullanarak paylaşmıştım!
Bugün başka bir çalıştay/festivalin içindeyim. Cumhuriyetin Aydınlığında Sanat Festivali (CAS FEST). Uşak’ta bu yıl beşincisi düzenleniyor. Kore, Finlandiya, İran, Arjantin, Türkiye ve KKTC’den davetli sanatçıların katıldığı festivalin öncekiler gibi renkli geçmesi bekleniyor. Bu tür festivallerin en önemli yararlarından biri, belki de katılımcı yaş skalasının geniş olmasıdır denilebilir. Çünkü, usta ile öğrencisini bir araya getiren ve onlara halka açık bir ortamda üretim olanağı sağlayan organizasyonların, hedefledikleri “yan etkileri” arasında halkın bilinçlenmesine bir nebze katkı sağlamak da mutlaka gözetilmektedir. Bu nedenle usta ile öğrencisini aynı ortamda üretirken görmek; gerek organizasyon, gerekse finansörler açısından oldukça olumlu bir geri dönüş “paylaşım” kaynağıdır denilebilir.
Ayrıca bu tür etkinliklerin özellikle, yerel yönetimlerin halka yeni ufuklar, pencereler açması bakımından da önem taşıdığına inanıyorum. Örneğin; resim ve fotoğraf gibi çok fazla yatırıma gerek duyulmayan alanlarda ilgi gösterenlerin eline fırça alması; yada sanat eğitiminden bihaber birinin usta ile vizörden kompozisyon kurup deklanşöre basması, unutamayacağı bir yaşantı olarak çevresine eko yapacaktır.
Böylesi çalıştayların düzenlenmesinin başka bir neden de, mevcut yasalar çerçevesinde sanat eseri satın almak; “çetrefilli çözümler” üretmeyi gerektirirken, bu etkinliklerde elde edilen ya da, sanatçıların bağışladığı eserlerin sahibi olmak, daha kolay bir yöntem.
İzlediğim kadarı ile durum, sanatçılar açısından da kötü değil, hatta davet edilmekten oldukça memnun olduklarını ifade eden “yabancı” sanatçıların varlığı oldukça fazla. Sanatçılar için çalışmalarının envantere girmesi yetiyor, gözleri arkada kalmıyor!
CAS FEST’in organizasyonunu; kendisi ile AKADEMİADA’da tanıştığımız genç bir arkadaş yapıyor: Mert Kılınç. Mert; hem CAS FEST için, hem de akademisyen olmak için çabalıyor. Organizasyonda oluşan sorunların çözümünde gösterdiği başarı, onun epeyce deneyim kazanmış olduğunu kanıtlıyor. Umarım Mert’in her iki yolda da başarıları devam eder.
CAS FEST’e, bir önceki belediye başkanı, YDÜ Hukuk Fakültesinden 2003-2007 yılları arasında okumuş ve mezun olmuş Sayın Ali Erdoğan ile başlamışlar. Başkana neden böylesi genç birisi ile çalışıyorsun diye sorduklarında “ben altmış-yetmiş yaşındaki insana yatırım yapmam” demiş! Bu dönem başka bir parti belediye başkanlığını almış. Ne mutlu ki CAS FEST sürüyor! Böylesi bir örnek İskenderun’da da karşımıza çıkmıştı. Umarım bu tür çalıştay veya festivallerde yerel yönetimlerin organizasyonları ve katkıları artar, azalmaz.
Zaman zaman aksaklıklar da oluyor elbette bu tür etkinliklerde.. Karşılaşılan sorunların bir kısmı karşılıklı hoşgörü ile çözümlenirken, çok az bir kısmı da maalesef hukuki bir boyut kazanabiliyor. Beşiktaş Belediyesinin düzenlediği çalıştaya davetli olarak katılan Erdoğan Ergün’ün; Barbaros Hayrettin Paşa’yı konu aldığı stencil çalışması, bittiğinin ertesi günü uygulandığı duvarın beyaza boyanması ile yok ediliyor!
Erdoğan Ergün ve Gökhan Okur ile CAS FEST’e, ayrı projelerle ancak, KKTC’den birlikte katılıyoruz!
Davetle katıldığım çalıştayların sayısı gittikçe artıyor. Tam da çalışmalarım için “artık yeni bir şeyler yapmalı” dediğim bir dönemde iken!. “Şans ona hazır olan yüze güler” atasözünü doğrularcasına kendime yeniden “gülmeye” başladım. Bu arada dünkü seyahatim sırasında “şansla” yakaladığım bir fotoğrafı da sizlerle paylaşmak istedim.
YDÜ GSTF’nin düzenleyeceği Uluslararası Resim Çalıştayı’na onbeş farklı ülkeden sanatçı katılacak olması, “ilişkilerin” ve çalıştaylardan memnuniyetin bir göstergesi olarak düşünülebilir. Elbette ki yabancılarla birlikte yerli sanatçıların da Uluslararası Resim Çalıştayı’na destek vermesi; YDÜ çatısı altında yapılacak olan “sanat mabedi”nin uluslararası bir değer olarak biçimlenmesine katkı sağlayacaktır.
Bir çalıştayın içindeyim, bir başka çalıştay için ter döküyorum, ötede YDÜ Mimarlık Fakültesi için de bir çalıştay daha var…
Epictetus; “güçlükler insanın gerçekten ne olduğunu ortaya çıkaran şeylerdir” demiş.
Çalıştaylar, müzelerin merdivenlerine basamak olsun!
Eğitim alın, hatırlayın ve sanata yakın kalın…
Sunday, October 19, 2014
Bulutlar, çalıştay, müze
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:50
19 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
Hoşbulduk! Bulutlar karşıladı beni. Dokuz yıldan beri aramızda ilginç ve dostane bir ilişki olan Kıbrıs’ın bulutları karşıladı beni. Görsel kayıtlarımda binlercesini arşivlediğim bulutlar. İnanırım ki yazılı kayıtlarımda kendilerini görmek için de sabırsızlanırlar!
İki Pazar gününü de kapsayan yaklaşık oniki gün sonra adaya dönüşümde Karpaz yönünden alçalırken uçak Ercan’a doğru, Dillirga havasındaydı bulutların geçişleri. Bir telaş bir heyecan… Ha bir de sanki, suç işlemiş de kaçar gibiydiler! Oysa rüzgar ile bulutların yön değişimi doğaldır, insanınki muamma!
Ercan’a indiğimde; iklim değişikliği, mevsim değişikliği ve siyasi hareketlilik nedenleriyle oluşmuş sosyal sarmalda; yılların birikimiyle önü tıkalı “su”, kendi baskınlarını yaparak hafızasını umursamadığı topluma bir ders daha veriyordu... Yazmak istedim:
Her ciddi yağmur sonrası özellikle Lefkoşa ve Mağosa’da ortaya çıkan felaketi durumlar, dokuz yıldır neredeyse aynı seyri izliyor. İstikrarlı bir seyirdir bu aslında! Çarpık veya plansız yapılaşma, coğrafi ve diğer ekolojik mazeretleri de içine katarak oluşan su baskınının şiddeti aynıdır. Aynı istikrar siyasette ve tepkisel durumu da, sosyal medyada görülmez! Daha önceleri sosyal medyayı da sel alırdı, fotoğraflar, filmler, karikatür ve “özlü” sözler…
Son yağmurlarda ise durum oldukça farklıydı. Müthiş bir tolerans vardı yerel yöneticilere! Tercihler devredeydi tüm “hoşgörüsüyle”!
Sosyal medyada; sel çamurlarından evini, arabasını kurtarmaya çalışanların “enstalasyon değil bu” diye fısıltıyla karışık, bireysel çığlıkları yankılanıyordu… Veeee sevdiğim bir arkadaşımın yorumu: “Harika bir yağmurdan sonra, hafiflemiş bir gök ve berrak bir hava...”
Doğal, ya da insani olaylara tepkiler koltuğa oturana göre değişiyorsa, o değişen tepkilerin samimiyetini en iyi sahipleri bilir inancındayım. Yine inancıma göre entelektüel düzeyi yüksek bir toplumda, toplumsal hafızanın da sağlıklı çalışması gerekir beklentisindeyim.
Bekli de can kaybı olmadığı için mi kimse durumu pek ciddiye almaz; diye düşünürken, bir yerel yöneticinin demeci, seli durdurucu, çamuru süpürücü, sorunu çözücü nitelikteydi: “…bunları çözmek için göreve geldik, tüm eleştiri, iğneleme ve siyasi söylemleri doğal karşılıyorum, umarım önümüzdeki yıllarda sorunu azaltarak ilerleyebiliriz."
Bana göre böyle bir demeç vermek sanattır! Kimilerine göre siyaset de sanattır! Öyleyse biz de bulutları, yağmuru, çamuru bir tarafa bırakarak, buradan gerçek sanata geçelim!
Kuruluşundan bu yana, ulusal ve uluslararası platformlarda geniş yankı uyandıran, pek çok sanatsal ve kültürel etkinliğe imza atan Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenleyeceği “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” bugünkü yazımın “sanat” konusu olsun!
Çalıştaya yurtdışından; Arnavutluk, Belarus, Bosna-Hersek, Filipinler, Kırgızistan, Kosova, Makedonya, Moldova, Yunanistan, İspanya ve Türkiye’den onbeş sanatçı davet edildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden ise 1935-1950 yılları arasında doğmuş olanlardan, davetimizi kabul eden on usta, deneyimli sanatçı ile etkinliği gerçekleştireceğiz. Elbette etkinlik süresince resim sanatına ilgi duyan herkese kapılarımız açık olacak. Özellikle KKTC’deki tüm öğrencilerimizin, eğitim gördükleri alan sanat ve veya tasarım olsun olmasın hepsinin öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum. Alacakları küçük bir estetik dersi, hafızalarına kazınacak bir renk, bir şekil mutlaka olacaktır.
YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin organize edip gerçekleştirdiği AKADEMİADA etkinliği sonrası yazdığım bir yazıda: “Sorumluluklar başarıyla taçlanınca ortaya çıkan sonuca bakıp da keyif almamak mümkün mü? İçinde bulunduğumuz akademik ortam ve yapılan sanatsal işler “üniversiter bir bütünün” parçası niteliğinde ve ona ivme kazandıran artılar olunca, paylaşımın adı elbette evrensel başarı olacaktır… Heyecan, doğru strateji, öngörü ve güç ile YDÜ çatısı altında daha nice başarıların yaşanacağından kuşkum yok…” demişim. Böylesi güçlü ve karalı bir vizyona sahip Fakültenin “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” ile, bu başarılarına bir yenisini daha eklemesi sürpriz olmasa gerek!
2014-15 Akademik yılında öğretim kadrosunu yeni elemanlarla ve araştırma görevlileriyle daha da güçlendiren YDÜ GSTF, “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” etkinliği ile KKTC’nin sanat ve tasarım alanlarında lisans, yüksek lisans ve doktora düzeylerinde YÖDAK ve YÖK onaylı eğitim veren ilk ve tek akademik kurumu olma özelliğine bir yenisini daha ekleyecektir. En üretken, en aktif Fakülte! (Umarım sayfa editörü o güçlü kadrodan küçük bir fotoğrafı sizlerle paylaşmamızı sağlar!)
YDÜ çatısı altında geçenlerde açılan KKTC’deki “sporun mabedi” sloganını fazlasıyla hak eden “RA25 Spor Salonu” örneğinden hareketle; önümüzdeki süreçte, yine YDÜ çatısı altında “sanatın mabedi” bir sanat müzesine de kavuşacağımızdan kuşkum yok. O müzenin duvarında küçük bir taş olacak “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” ile biz, çabalamalarımızı gerçeğe dönüştürmede hızla yol alıyoruz inancındayım. Bu yıl beşincisini gerçekleştirdiğimiz AKADEMİADA Uluslararası Sanat Akademisi ve diğer etkinliklerimizden kazandığımız deneyim, “MÜZE” sahibi olma konusunda da bizleri “yeterli” kılmaktadır. Ayrıca; daha önce Müze Müdürü olarak görev yaptığım Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesi’ndeki görevim sırasında müzeye kazandırdıklarım ve rakamlar, kayıtlarda mevcuttur!
Sanat ve tasarım alanındaki; hem uygulamalar hem de yazısal birikimimi, şimdi burada, YDÜ’nün çatısı altında ve üniversite yönetiminden tam destek alarak “akademinin yararına” kullanmaktan da büyük bir keyif aldığımı ifade edeyim. Çünkü; daha önceki etkinlik önerilerimizi götürdüğümüzde olduğu gibi, bu sefer de “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” önerimize aynı “himayeyi” görünce bir kere daha doğru adreste olduğumu hissettiğimi belirtmek isterim. Bu nedenle; YDÜ Kurucu Rektörü Dr. Suat İ. Günsel’e ve YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’e minnettarım.
YDÜ Sanat Müzesinin envanterine; çalıştayda ortaya çıkacak eserlerin de, kayıtlı halini gördüğümüzde hepimiz bir kere daha mutlu olacağız!
Bir müzemiz olsun!
Eğitim alın, sanata yakın kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:50
19 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
Hoşbulduk! Bulutlar karşıladı beni. Dokuz yıldan beri aramızda ilginç ve dostane bir ilişki olan Kıbrıs’ın bulutları karşıladı beni. Görsel kayıtlarımda binlercesini arşivlediğim bulutlar. İnanırım ki yazılı kayıtlarımda kendilerini görmek için de sabırsızlanırlar!
İki Pazar gününü de kapsayan yaklaşık oniki gün sonra adaya dönüşümde Karpaz yönünden alçalırken uçak Ercan’a doğru, Dillirga havasındaydı bulutların geçişleri. Bir telaş bir heyecan… Ha bir de sanki, suç işlemiş de kaçar gibiydiler! Oysa rüzgar ile bulutların yön değişimi doğaldır, insanınki muamma!
Ercan’a indiğimde; iklim değişikliği, mevsim değişikliği ve siyasi hareketlilik nedenleriyle oluşmuş sosyal sarmalda; yılların birikimiyle önü tıkalı “su”, kendi baskınlarını yaparak hafızasını umursamadığı topluma bir ders daha veriyordu... Yazmak istedim:
Her ciddi yağmur sonrası özellikle Lefkoşa ve Mağosa’da ortaya çıkan felaketi durumlar, dokuz yıldır neredeyse aynı seyri izliyor. İstikrarlı bir seyirdir bu aslında! Çarpık veya plansız yapılaşma, coğrafi ve diğer ekolojik mazeretleri de içine katarak oluşan su baskınının şiddeti aynıdır. Aynı istikrar siyasette ve tepkisel durumu da, sosyal medyada görülmez! Daha önceleri sosyal medyayı da sel alırdı, fotoğraflar, filmler, karikatür ve “özlü” sözler…
Son yağmurlarda ise durum oldukça farklıydı. Müthiş bir tolerans vardı yerel yöneticilere! Tercihler devredeydi tüm “hoşgörüsüyle”!
Sosyal medyada; sel çamurlarından evini, arabasını kurtarmaya çalışanların “enstalasyon değil bu” diye fısıltıyla karışık, bireysel çığlıkları yankılanıyordu… Veeee sevdiğim bir arkadaşımın yorumu: “Harika bir yağmurdan sonra, hafiflemiş bir gök ve berrak bir hava...”
Doğal, ya da insani olaylara tepkiler koltuğa oturana göre değişiyorsa, o değişen tepkilerin samimiyetini en iyi sahipleri bilir inancındayım. Yine inancıma göre entelektüel düzeyi yüksek bir toplumda, toplumsal hafızanın da sağlıklı çalışması gerekir beklentisindeyim.
Bekli de can kaybı olmadığı için mi kimse durumu pek ciddiye almaz; diye düşünürken, bir yerel yöneticinin demeci, seli durdurucu, çamuru süpürücü, sorunu çözücü nitelikteydi: “…bunları çözmek için göreve geldik, tüm eleştiri, iğneleme ve siyasi söylemleri doğal karşılıyorum, umarım önümüzdeki yıllarda sorunu azaltarak ilerleyebiliriz."
Bana göre böyle bir demeç vermek sanattır! Kimilerine göre siyaset de sanattır! Öyleyse biz de bulutları, yağmuru, çamuru bir tarafa bırakarak, buradan gerçek sanata geçelim!
Kuruluşundan bu yana, ulusal ve uluslararası platformlarda geniş yankı uyandıran, pek çok sanatsal ve kültürel etkinliğe imza atan Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 11-19 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenleyeceği “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” bugünkü yazımın “sanat” konusu olsun!
Çalıştaya yurtdışından; Arnavutluk, Belarus, Bosna-Hersek, Filipinler, Kırgızistan, Kosova, Makedonya, Moldova, Yunanistan, İspanya ve Türkiye’den onbeş sanatçı davet edildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden ise 1935-1950 yılları arasında doğmuş olanlardan, davetimizi kabul eden on usta, deneyimli sanatçı ile etkinliği gerçekleştireceğiz. Elbette etkinlik süresince resim sanatına ilgi duyan herkese kapılarımız açık olacak. Özellikle KKTC’deki tüm öğrencilerimizin, eğitim gördükleri alan sanat ve veya tasarım olsun olmasın hepsinin öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum. Alacakları küçük bir estetik dersi, hafızalarına kazınacak bir renk, bir şekil mutlaka olacaktır.
YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin organize edip gerçekleştirdiği AKADEMİADA etkinliği sonrası yazdığım bir yazıda: “Sorumluluklar başarıyla taçlanınca ortaya çıkan sonuca bakıp da keyif almamak mümkün mü? İçinde bulunduğumuz akademik ortam ve yapılan sanatsal işler “üniversiter bir bütünün” parçası niteliğinde ve ona ivme kazandıran artılar olunca, paylaşımın adı elbette evrensel başarı olacaktır… Heyecan, doğru strateji, öngörü ve güç ile YDÜ çatısı altında daha nice başarıların yaşanacağından kuşkum yok…” demişim. Böylesi güçlü ve karalı bir vizyona sahip Fakültenin “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” ile, bu başarılarına bir yenisini daha eklemesi sürpriz olmasa gerek!
2014-15 Akademik yılında öğretim kadrosunu yeni elemanlarla ve araştırma görevlileriyle daha da güçlendiren YDÜ GSTF, “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” etkinliği ile KKTC’nin sanat ve tasarım alanlarında lisans, yüksek lisans ve doktora düzeylerinde YÖDAK ve YÖK onaylı eğitim veren ilk ve tek akademik kurumu olma özelliğine bir yenisini daha ekleyecektir. En üretken, en aktif Fakülte! (Umarım sayfa editörü o güçlü kadrodan küçük bir fotoğrafı sizlerle paylaşmamızı sağlar!)
YDÜ çatısı altında geçenlerde açılan KKTC’deki “sporun mabedi” sloganını fazlasıyla hak eden “RA25 Spor Salonu” örneğinden hareketle; önümüzdeki süreçte, yine YDÜ çatısı altında “sanatın mabedi” bir sanat müzesine de kavuşacağımızdan kuşkum yok. O müzenin duvarında küçük bir taş olacak “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” ile biz, çabalamalarımızı gerçeğe dönüştürmede hızla yol alıyoruz inancındayım. Bu yıl beşincisini gerçekleştirdiğimiz AKADEMİADA Uluslararası Sanat Akademisi ve diğer etkinliklerimizden kazandığımız deneyim, “MÜZE” sahibi olma konusunda da bizleri “yeterli” kılmaktadır. Ayrıca; daha önce Müze Müdürü olarak görev yaptığım Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesi’ndeki görevim sırasında müzeye kazandırdıklarım ve rakamlar, kayıtlarda mevcuttur!
Sanat ve tasarım alanındaki; hem uygulamalar hem de yazısal birikimimi, şimdi burada, YDÜ’nün çatısı altında ve üniversite yönetiminden tam destek alarak “akademinin yararına” kullanmaktan da büyük bir keyif aldığımı ifade edeyim. Çünkü; daha önceki etkinlik önerilerimizi götürdüğümüzde olduğu gibi, bu sefer de “I.Uluslararası Resim Çalıştayı” önerimize aynı “himayeyi” görünce bir kere daha doğru adreste olduğumu hissettiğimi belirtmek isterim. Bu nedenle; YDÜ Kurucu Rektörü Dr. Suat İ. Günsel’e ve YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’e minnettarım.
YDÜ Sanat Müzesinin envanterine; çalıştayda ortaya çıkacak eserlerin de, kayıtlı halini gördüğümüzde hepimiz bir kere daha mutlu olacağız!
Bir müzemiz olsun!
Eğitim alın, sanata yakın kalın…
Sunday, October 12, 2014
NEURA25, teknoloji, sergi
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:49
12 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
Uzakta olmak, nerede ise iki haftayı kapsadığı için bu haftaki yazımın iki konusu olacak!
NEURA25 ve bir sergi!
YDÜ, AR-GE ekipleri tarafından tasarlanan ve üretilen, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin enerjisini güneşten alan ilk yerli otomobili, NEURA25; Johannesburg’dan başlayıp Cape Town’da sona eren 2000 km’lik "South Africa Solar Challenge” uluslararası otomobil yarışında dünya sekizincisi oldu!
Yaklaşık bir aydan beri önemli bir gündem maddesi olarak basının ilgi gösterdiği NEURA25’in bu başarısı daha çok konuşulacağa benzer. Çünkü KKTC bayrağı ile bir ilk başarıldı. Bir ilk ve beraberinde gelen başka ilkler…
Uluslararası Otomobil Federasyonu (Federation Internationale de l’Automobile-FIA), Uluslararası Solar Araba Federasyonu (International Solarcar Federation-ISF) ile Dünya Vahşi Yaşam Fonu (World Wildlife-WWF) kontrolünde 27 Eylül’de Güney Afrika’nın Başkan ve Kabine Başkenti Pretoria’dan başlayarak Yargı Başkenti Bloemfontein ile Parlamento ve Yasama Başkenti Cape Town arasında on büyük şehirde gerçekleşen yarışta; Güneş Tanrısı NEURA25′in KKTC’yi en iyi şekilde temsil etmesinden ve bu güzergahta KKTC bayrağını gururla dalgalandırmasından bizler de çok mutlu olduk.
Basında yer alan açıklamalardan, sosyal medyadan ve medya takibinden anlaşılacağı üzere; zorlu parkurları tamamlamanın bile büyük bir başarı olarak addedilebileceği böylesi çekişmeli bir yarışta, üstlendikleri sorumluluğu hakkıyla yerine getiren ekiple gurur duymak gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nden Anadolu Üniversitesi, Hollanda’dan Delft Teknoloji Üniversitesi, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden Kwazulu-Natal Üniversitesi, Johannesburg Üniversitesi, Witwatersrand Üniversitesi, Maranon Özel Olympus Okulu, Cape Town Üniversitesi, Tshwane Teknoloji Üniversitesi gibi teknoloji alanında iddialı üniversitelerin mücadele ettiği iki yılda bir tekrarlanan ve bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilen yarışta; NEURA25’in bu başarısı işte o ilklerin tacı olarak tarihe not olarak düşülmüştür.
KKTC adına yaşanan bu tarihi olayın heyecanını adaya taşıyan; başta Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel, YDÜ Hastanesi Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Savaşan ve Genel Koordinatör Görkem Bulunç’u bir kere daha kutlamak gerekiyor…
Özellikle; YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’in “…üniversiteler ambargo tanımıyor. Özelde, Kıbrıs Türk Halkı’nın bağrından çıkan üniversitemiz YDÜ’nün, genelde ise Kıbrıs Türk halkının çalışarak başardıklarının dünya tarafından kabul görmesinin en somut kanıtı uluslararası platformlarda Devletimizin her geçen gün daha fazla yer almasıdır…” açıklaması yeterince açıktır diye düşünüyorum.
NEURA25 yola çıkmadan uzak duranlar, umarım başarıyı kutlarken “Yakın’a” gelirler…
İkinci konu bir sergi! Almanya’nın üniversite kenti Marburg’da Nisan 2015’de açacağım, henüz adını koymadığım sergi ile ilgili! Evet, epeydir sanat ile ilgili doğrudan bir konu yazmamıştım, zamanı geldi, yazıyım artık!
Daktilodan digital görüntü transferine geçiş sürecini yaşayan bir kuşağın üyesi olarak teknoloji kullanımına ilişkin yaşadığım bir sorunu bu sergi ile örnekleyerek cevaplamak istiyorum. Sanat için küçük, benim için kocaman bir cevap!
Kore’nin başkenti Seul’de yer alan Korea National University of Arts’da 2011’de açtığım, “Dünyanın Renkleri” adlı kişisel sergimde bir sorun yaşamıştım. Pek çok tartışma, ya da polemik için, içinde sorular barındıran “teknoloji” etkenini köşemde paylaşmak istiyorum bugün. Çünkü bugün güzel ve güzel olduğu kadar zor bir soruyla yeniden karşılaştım Marburg’da. “Orijinal nedir” sorusuydu bu güzel soru! Hatırlamakta yarar var elbet, İngiliz sanatçı David Hockney “her kopya bir orijinaldir” demişti, fotokopi makineleriyle çalışmalar yaparken!
Kore’deki sergi için çalışmalarımı digital ortamda e-posta yoluyla sergimle ilgilenen Mrs. Leah Kwon’a göndermiştim. Mrs. Kwon; uygun bir malzeme üzerine yapılan baskıları çerçeveletmiş, galerinin duvarlarına asmıştı bile ben Seul’e vardığımda. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nden Kim-Young Moon ve bir grup arkadaşla yaptığımız; yaklaşık oniki saatlik uçuş ve bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra vardığımız galeride bizi Mrs. Kwon, üniversitenin rektörü Prof.Dr. Jong Won Park, öğrenciler, hocalar ve sanatseverler karşılamıştı.
Ortada bir sorun vardı. Kardeş ülkenin, zarif insanlarının beni kırmadan ifade etmeye çalıştıkları bir soru! Benim kişisel olarak 1996’dan beri sıklıkla karşılaştığım ve kolayca cevapladığım bir soruydu bu. Sanat, yeni teknoloji kullanımı ve buna karşı çıkan tutucu sanatçılar, memur-akademisyenler-sanatçılar! Parantez içine almama gerek yok, bunların bir kısmı o günlerde karşı çıktıkları, eleştirdikleri çalışmalarımın, şimdilerde taklit edilmesi konusunda ustaca yeteneklerini sergiliyorlar! Eğitimcilik bu olca gerek ben de keyif alıyorum buradan baktıkça…
Soruya dönelim tekrar; Ankara’da 1996’da açtığım ilk digital resim sergisinde; gravür ya da serigrafi baskıları gibi çalışmalarımın alt kısmına el yazımla gerekli bilgileri yazıp imzamı atıyordum. Ardından açtığım sergilerde ise baskıdan sonra çalışmalarımın üstüne yine elle ancak sadece imza atıyordum.
Kore’deki sergiye gidememe durumunu da göz önüne alarak, çalışmalarıma imzamın taranmış halini yerleştirmiştim. Ancak ve doğal olarak bir sıkıntı oluşturuyordu bu durum. Digital veriyi elinde bulunduran kişi, istediği boyutta ve istediği kadar çoğaltabilirdi çalışmalarımı.
Kore’de sergilenecek çalışmalarımın baskı maliyetini, çerçevelenmesini, sergilenmesini ve açılışını üniversite üstlenmişti. Bu nedenle satış sorumluluğunu da üniversiteye vermiştim.
Kore’li bir kolleksiyoner satın almak istediği bir çalışmanın ön tarafında bulunan digital olarak atılmış imzamın dışında “orijinal” bir imza daha istedi benden. Soru buradaydı işte! Çözüm ya da cevap ise şuydu: Çalışmanın arkasına kolleksiyonerin kendi adını da yazarak o günün tarihi ile birlikte “ıslak” bir imza daha attım! Hiçbirini geri getirmediğim çalışmalarımın hepsine aynı işlemi yaptım. Hepsi, beni Kore’de değişik koleksiyonlarda temsil ediyorlar!
Almanya’daki sergim için, artık daha deneyimli sayılırım!
Geçen haftaki son sözüme dokunmuyorum: uluslararası olsun, başarı olsun, taklit olmasın, sanat olsun…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:49
12 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
Uzakta olmak, nerede ise iki haftayı kapsadığı için bu haftaki yazımın iki konusu olacak!
NEURA25 ve bir sergi!
YDÜ, AR-GE ekipleri tarafından tasarlanan ve üretilen, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin enerjisini güneşten alan ilk yerli otomobili, NEURA25; Johannesburg’dan başlayıp Cape Town’da sona eren 2000 km’lik "South Africa Solar Challenge” uluslararası otomobil yarışında dünya sekizincisi oldu!
Yaklaşık bir aydan beri önemli bir gündem maddesi olarak basının ilgi gösterdiği NEURA25’in bu başarısı daha çok konuşulacağa benzer. Çünkü KKTC bayrağı ile bir ilk başarıldı. Bir ilk ve beraberinde gelen başka ilkler…
Uluslararası Otomobil Federasyonu (Federation Internationale de l’Automobile-FIA), Uluslararası Solar Araba Federasyonu (International Solarcar Federation-ISF) ile Dünya Vahşi Yaşam Fonu (World Wildlife-WWF) kontrolünde 27 Eylül’de Güney Afrika’nın Başkan ve Kabine Başkenti Pretoria’dan başlayarak Yargı Başkenti Bloemfontein ile Parlamento ve Yasama Başkenti Cape Town arasında on büyük şehirde gerçekleşen yarışta; Güneş Tanrısı NEURA25′in KKTC’yi en iyi şekilde temsil etmesinden ve bu güzergahta KKTC bayrağını gururla dalgalandırmasından bizler de çok mutlu olduk.
Basında yer alan açıklamalardan, sosyal medyadan ve medya takibinden anlaşılacağı üzere; zorlu parkurları tamamlamanın bile büyük bir başarı olarak addedilebileceği böylesi çekişmeli bir yarışta, üstlendikleri sorumluluğu hakkıyla yerine getiren ekiple gurur duymak gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nden Anadolu Üniversitesi, Hollanda’dan Delft Teknoloji Üniversitesi, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden Kwazulu-Natal Üniversitesi, Johannesburg Üniversitesi, Witwatersrand Üniversitesi, Maranon Özel Olympus Okulu, Cape Town Üniversitesi, Tshwane Teknoloji Üniversitesi gibi teknoloji alanında iddialı üniversitelerin mücadele ettiği iki yılda bir tekrarlanan ve bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilen yarışta; NEURA25’in bu başarısı işte o ilklerin tacı olarak tarihe not olarak düşülmüştür.
KKTC adına yaşanan bu tarihi olayın heyecanını adaya taşıyan; başta Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel, YDÜ Hastanesi Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Savaşan ve Genel Koordinatör Görkem Bulunç’u bir kere daha kutlamak gerekiyor…
Özellikle; YDÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel’in “…üniversiteler ambargo tanımıyor. Özelde, Kıbrıs Türk Halkı’nın bağrından çıkan üniversitemiz YDÜ’nün, genelde ise Kıbrıs Türk halkının çalışarak başardıklarının dünya tarafından kabul görmesinin en somut kanıtı uluslararası platformlarda Devletimizin her geçen gün daha fazla yer almasıdır…” açıklaması yeterince açıktır diye düşünüyorum.
NEURA25 yola çıkmadan uzak duranlar, umarım başarıyı kutlarken “Yakın’a” gelirler…
İkinci konu bir sergi! Almanya’nın üniversite kenti Marburg’da Nisan 2015’de açacağım, henüz adını koymadığım sergi ile ilgili! Evet, epeydir sanat ile ilgili doğrudan bir konu yazmamıştım, zamanı geldi, yazıyım artık!
Daktilodan digital görüntü transferine geçiş sürecini yaşayan bir kuşağın üyesi olarak teknoloji kullanımına ilişkin yaşadığım bir sorunu bu sergi ile örnekleyerek cevaplamak istiyorum. Sanat için küçük, benim için kocaman bir cevap!
Kore’nin başkenti Seul’de yer alan Korea National University of Arts’da 2011’de açtığım, “Dünyanın Renkleri” adlı kişisel sergimde bir sorun yaşamıştım. Pek çok tartışma, ya da polemik için, içinde sorular barındıran “teknoloji” etkenini köşemde paylaşmak istiyorum bugün. Çünkü bugün güzel ve güzel olduğu kadar zor bir soruyla yeniden karşılaştım Marburg’da. “Orijinal nedir” sorusuydu bu güzel soru! Hatırlamakta yarar var elbet, İngiliz sanatçı David Hockney “her kopya bir orijinaldir” demişti, fotokopi makineleriyle çalışmalar yaparken!
Kore’deki sergi için çalışmalarımı digital ortamda e-posta yoluyla sergimle ilgilenen Mrs. Leah Kwon’a göndermiştim. Mrs. Kwon; uygun bir malzeme üzerine yapılan baskıları çerçeveletmiş, galerinin duvarlarına asmıştı bile ben Seul’e vardığımda. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nden Kim-Young Moon ve bir grup arkadaşla yaptığımız; yaklaşık oniki saatlik uçuş ve bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra vardığımız galeride bizi Mrs. Kwon, üniversitenin rektörü Prof.Dr. Jong Won Park, öğrenciler, hocalar ve sanatseverler karşılamıştı.
Ortada bir sorun vardı. Kardeş ülkenin, zarif insanlarının beni kırmadan ifade etmeye çalıştıkları bir soru! Benim kişisel olarak 1996’dan beri sıklıkla karşılaştığım ve kolayca cevapladığım bir soruydu bu. Sanat, yeni teknoloji kullanımı ve buna karşı çıkan tutucu sanatçılar, memur-akademisyenler-sanatçılar! Parantez içine almama gerek yok, bunların bir kısmı o günlerde karşı çıktıkları, eleştirdikleri çalışmalarımın, şimdilerde taklit edilmesi konusunda ustaca yeteneklerini sergiliyorlar! Eğitimcilik bu olca gerek ben de keyif alıyorum buradan baktıkça…
Soruya dönelim tekrar; Ankara’da 1996’da açtığım ilk digital resim sergisinde; gravür ya da serigrafi baskıları gibi çalışmalarımın alt kısmına el yazımla gerekli bilgileri yazıp imzamı atıyordum. Ardından açtığım sergilerde ise baskıdan sonra çalışmalarımın üstüne yine elle ancak sadece imza atıyordum.
Kore’deki sergiye gidememe durumunu da göz önüne alarak, çalışmalarıma imzamın taranmış halini yerleştirmiştim. Ancak ve doğal olarak bir sıkıntı oluşturuyordu bu durum. Digital veriyi elinde bulunduran kişi, istediği boyutta ve istediği kadar çoğaltabilirdi çalışmalarımı.
Kore’de sergilenecek çalışmalarımın baskı maliyetini, çerçevelenmesini, sergilenmesini ve açılışını üniversite üstlenmişti. Bu nedenle satış sorumluluğunu da üniversiteye vermiştim.
Kore’li bir kolleksiyoner satın almak istediği bir çalışmanın ön tarafında bulunan digital olarak atılmış imzamın dışında “orijinal” bir imza daha istedi benden. Soru buradaydı işte! Çözüm ya da cevap ise şuydu: Çalışmanın arkasına kolleksiyonerin kendi adını da yazarak o günün tarihi ile birlikte “ıslak” bir imza daha attım! Hiçbirini geri getirmediğim çalışmalarımın hepsine aynı işlemi yaptım. Hepsi, beni Kore’de değişik koleksiyonlarda temsil ediyorlar!
Almanya’daki sergim için, artık daha deneyimli sayılırım!
Geçen haftaki son sözüme dokunmuyorum: uluslararası olsun, başarı olsun, taklit olmasın, sanat olsun…
Sunday, October 5, 2014
Rektör, dönüşüm, NEURA25
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:48
05 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!
Yine uzaklardayım! Bu bahane ile de, sanatı tek bir konu olarak yazmayı iki hafta sonrasına bırakarak, birkaç konuyu birlikte yazmak istedim!
İçinden ikinci konuya geçiş yapacağım birinci konu; DAÜ’deki Rektörlük ataması. Konuya ilişkin okuduğum bir yazı beni yıllar öncesine götürdü. DAÜ’den bir heyet Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu ile görüşme yayıp %78 tekrar aynı görevi sürdürmesi tercihi edilen Prof.Dr. Abdullah Öztoprak’a destek beyanında bulunmuşlar. Tercihlerinin arkasında durmuşlar. Sadece bu davranış bile takdire değer. Yazmak istedim.
Kişisel tarihimde de izi olan ve bugün için hatırlanmasında ve paylaşılmasında sakınca görmediğim bir konu bu rektörlük ataması işi. Akademinin tepkilerine bakılırsa bugün için artık çok fazla dramatize edilecek bir durum kalmadı. Ancak, toplumsal kanıksama açısından örnek oluşturacak bir dönüşüm öyküsü bu. Bugünden yarına tarih yazanlar için akademinin “hali-pür meali”. Öykü dedim, çünkü yönetenin kendine göre, yönetilenin de yine kendine göre yazdığı bir öykü bu. Biri artık kalemini bıraktı, yazdığı bitti. Şimdi diğeri başladı, hem de ne başlama. Okuyanlar ise hep aynı.
Hangi başlıktan başlarsak başlayalım iktidar değişince konulara yaklaşımların da nasıl değiştiğini gösterir yığınla örnek öylece koltuklarına oturmuş ahkam kesiyorlar. Söze dayalı kültürün yazılı olanla taşınması henüz gelenekselleşmemiş bir toplumda, bu tür dönüşümün yadırganmadığına tanık olmak pek iç açıcı bir durum değil.
Onbeş yirmi yıl öncesinde yanlış olduğuna inanılan uygulamalara daha o günlerden zemin hazırlayanlar; bugün kahroluyorlar mı bilemiyorum.
YÖK yasası çerçevesinde ele alındığında Rektör atamalarında son sözü Cumhurbaşkanı söylüyor. Atama sürecinin ilk basamağında, üniversitelerde adına eğilim yoklaması dense de oylama yapılıyor. En çok oy alandan, yani yukarıdan aşağıya doğru altı kişilik bir sıralama yapılıp YÖK’e gönderiliyor.
Hacettepe Üniversitesinde iken ben de iki kere o eğilim yoklamasında sıralamaya girmiştim. Birincisinde olurum vardı! Adım Cumhurbaşkanının önüne kadar gitti. Bu sırada kulağımdan girenleri yüreğime gömdüm!
İkincisinde; altı kişi YÖK’e görüşmeye çağrıldık… O gün olduğu gibi bugün de, olurum olmadan adımı yazan kişiyi saygıyla anıyorum! O görüşmede; ben üniversitemin seçimi ortada dedim! Şimdiki durum da ortada!
Ardından YÖK’de oylama yapılarak o altı kişilik liste üçe indiriliyor ve Cumhurbaşkanına sunuluyor.
İktidar ile güç dengesi değişince, iş dengesi de değişip sonuca yansıyor elbet!
4+4+4 mesela! Anadolu Liseleri, Meslek Liseleri ve de İmam Hatip Liseleri… Üniversiteye giriş sınavı, YÖK’ün yok olması!
Son on yılda neler değişti Türkiye’de, bu coğrafyada neler oldu ve barış nerede?
Farkındayım elbet, bunların sanatla ilgisi, en azından yakından yok!
Üçüncü konu; NEURA25!
Geçen hafta Suat hoca ile çekindiğimiz fotoları yayınlayayım derken NEURA25 hakkında yazmayı unuttum!
YDÜ, AR-GE ekipleri tarafından tasarlanan ve üretilen, KKTC’nin enerjisini güneşten alan ilk yerli otomobili, NEURA25’e; Johannesburg’dan başlayıp Cape Town’da sona erecek 2000 km’lik "South Africa Solar Challenge” uluslararası otomobil yarışında tekrar tekrar başarılar dileyelim. Oradan gelen iyi haberler elbette hepimizi mutlu ediyor.
Öncelikle KKTC bayrağı ile, uluslararası bir platformda Yakın Doğu Üniversitesi adına verilen mücadeleyi takdirle paylaşmak isterim. KKTC medyasının mücadeleye gereğince yer verdiğini de kabul etmek gerekir. Hemen her gün, gazetelerin neredeyse hepsinde bir görüntü, bir haber görmek sevindirici.
İşte o haberlerden biri: “Yakın Doğu Üniversitesi (Near East University Cyprus) Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre; KKTC bayrağı ile FIA kontrolünde gerçekleştirilen "South Africa Solar Challenge” uluslararası otomobil yarışına katılan Güneş Tanrısı NEURA25’in Afrika’nın zorlu şartlarında başarıyla yoluna devam ettiği belirtildi.
Hollanda, Türkiye, KKTC ile Güney Afrika takımlarının kıyasıya mücadele ettiği ve 27 Eylül – 4 Ekim tarihleri arasında Afrika’nın Başkan ve Kabine Başkenti Pretoria ile Parlamento ve Yasama Başkenti Cape Town arasındaki 2000 km’lik parkurda devam eden yarışta 970 km’nin geride kaldığı vurgulandı.
Açıklamada, uzun ve yokuşlu yolların egemen olduğu 8 günlük yarışta, üçüncü günden itibaren şiddetini arttırmaya başlayan rüzgar ve yağmurun etkisiyle bazı takımların yarışı bırakmak zorunda kaldıklarına yer verilerek, iklim şartlarının takımları zorladığına dikkat çekildi.”
Açıklamalardan, sosyal medyadan ve basın takibinden anlaşılacağı üzere; yarışı tamamlamanın bile büyük bir başarı olarak addedilebileceği böylesi zorlu bir misyonda, üstlendikleri sorumluluğu hakkıyla yerine getirdikleri gözlenen ekiple gurur duymak gerekir inancındayım.
KKTC adına yaşanan bu tarihi olayın heyecanı adada da yansıma buluyor. Ancak, Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel ve YDÜ Hastanesi Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Savaşan’ı da ayrıca kutlamak gerekiyor. Başarıya yürekten inananların önlerinde engel duramayacağına ilişkin güzel bir proje bu NEURA25!
Bayramda kurban olmamanız dileğimle!
Sağlıklı, huzurlu ve kaliteli yaşamı seçin, eğitim alın, sanatla kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:48
05 Ekim 2014, Pazar, Lefkoşa
YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!
Yine uzaklardayım! Bu bahane ile de, sanatı tek bir konu olarak yazmayı iki hafta sonrasına bırakarak, birkaç konuyu birlikte yazmak istedim!
İçinden ikinci konuya geçiş yapacağım birinci konu; DAÜ’deki Rektörlük ataması. Konuya ilişkin okuduğum bir yazı beni yıllar öncesine götürdü. DAÜ’den bir heyet Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu ile görüşme yayıp %78 tekrar aynı görevi sürdürmesi tercihi edilen Prof.Dr. Abdullah Öztoprak’a destek beyanında bulunmuşlar. Tercihlerinin arkasında durmuşlar. Sadece bu davranış bile takdire değer. Yazmak istedim.
Kişisel tarihimde de izi olan ve bugün için hatırlanmasında ve paylaşılmasında sakınca görmediğim bir konu bu rektörlük ataması işi. Akademinin tepkilerine bakılırsa bugün için artık çok fazla dramatize edilecek bir durum kalmadı. Ancak, toplumsal kanıksama açısından örnek oluşturacak bir dönüşüm öyküsü bu. Bugünden yarına tarih yazanlar için akademinin “hali-pür meali”. Öykü dedim, çünkü yönetenin kendine göre, yönetilenin de yine kendine göre yazdığı bir öykü bu. Biri artık kalemini bıraktı, yazdığı bitti. Şimdi diğeri başladı, hem de ne başlama. Okuyanlar ise hep aynı.
Hangi başlıktan başlarsak başlayalım iktidar değişince konulara yaklaşımların da nasıl değiştiğini gösterir yığınla örnek öylece koltuklarına oturmuş ahkam kesiyorlar. Söze dayalı kültürün yazılı olanla taşınması henüz gelenekselleşmemiş bir toplumda, bu tür dönüşümün yadırganmadığına tanık olmak pek iç açıcı bir durum değil.
Onbeş yirmi yıl öncesinde yanlış olduğuna inanılan uygulamalara daha o günlerden zemin hazırlayanlar; bugün kahroluyorlar mı bilemiyorum.
YÖK yasası çerçevesinde ele alındığında Rektör atamalarında son sözü Cumhurbaşkanı söylüyor. Atama sürecinin ilk basamağında, üniversitelerde adına eğilim yoklaması dense de oylama yapılıyor. En çok oy alandan, yani yukarıdan aşağıya doğru altı kişilik bir sıralama yapılıp YÖK’e gönderiliyor.
Hacettepe Üniversitesinde iken ben de iki kere o eğilim yoklamasında sıralamaya girmiştim. Birincisinde olurum vardı! Adım Cumhurbaşkanının önüne kadar gitti. Bu sırada kulağımdan girenleri yüreğime gömdüm!
İkincisinde; altı kişi YÖK’e görüşmeye çağrıldık… O gün olduğu gibi bugün de, olurum olmadan adımı yazan kişiyi saygıyla anıyorum! O görüşmede; ben üniversitemin seçimi ortada dedim! Şimdiki durum da ortada!
Ardından YÖK’de oylama yapılarak o altı kişilik liste üçe indiriliyor ve Cumhurbaşkanına sunuluyor.
İktidar ile güç dengesi değişince, iş dengesi de değişip sonuca yansıyor elbet!
4+4+4 mesela! Anadolu Liseleri, Meslek Liseleri ve de İmam Hatip Liseleri… Üniversiteye giriş sınavı, YÖK’ün yok olması!
Son on yılda neler değişti Türkiye’de, bu coğrafyada neler oldu ve barış nerede?
Farkındayım elbet, bunların sanatla ilgisi, en azından yakından yok!
Üçüncü konu; NEURA25!
Geçen hafta Suat hoca ile çekindiğimiz fotoları yayınlayayım derken NEURA25 hakkında yazmayı unuttum!
YDÜ, AR-GE ekipleri tarafından tasarlanan ve üretilen, KKTC’nin enerjisini güneşten alan ilk yerli otomobili, NEURA25’e; Johannesburg’dan başlayıp Cape Town’da sona erecek 2000 km’lik "South Africa Solar Challenge” uluslararası otomobil yarışında tekrar tekrar başarılar dileyelim. Oradan gelen iyi haberler elbette hepimizi mutlu ediyor.
Öncelikle KKTC bayrağı ile, uluslararası bir platformda Yakın Doğu Üniversitesi adına verilen mücadeleyi takdirle paylaşmak isterim. KKTC medyasının mücadeleye gereğince yer verdiğini de kabul etmek gerekir. Hemen her gün, gazetelerin neredeyse hepsinde bir görüntü, bir haber görmek sevindirici.
İşte o haberlerden biri: “Yakın Doğu Üniversitesi (Near East University Cyprus) Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre; KKTC bayrağı ile FIA kontrolünde gerçekleştirilen "South Africa Solar Challenge” uluslararası otomobil yarışına katılan Güneş Tanrısı NEURA25’in Afrika’nın zorlu şartlarında başarıyla yoluna devam ettiği belirtildi.
Hollanda, Türkiye, KKTC ile Güney Afrika takımlarının kıyasıya mücadele ettiği ve 27 Eylül – 4 Ekim tarihleri arasında Afrika’nın Başkan ve Kabine Başkenti Pretoria ile Parlamento ve Yasama Başkenti Cape Town arasındaki 2000 km’lik parkurda devam eden yarışta 970 km’nin geride kaldığı vurgulandı.
Açıklamada, uzun ve yokuşlu yolların egemen olduğu 8 günlük yarışta, üçüncü günden itibaren şiddetini arttırmaya başlayan rüzgar ve yağmurun etkisiyle bazı takımların yarışı bırakmak zorunda kaldıklarına yer verilerek, iklim şartlarının takımları zorladığına dikkat çekildi.”
Açıklamalardan, sosyal medyadan ve basın takibinden anlaşılacağı üzere; yarışı tamamlamanın bile büyük bir başarı olarak addedilebileceği böylesi zorlu bir misyonda, üstlendikleri sorumluluğu hakkıyla yerine getirdikleri gözlenen ekiple gurur duymak gerekir inancındayım.
KKTC adına yaşanan bu tarihi olayın heyecanı adada da yansıma buluyor. Ancak, Yakın Doğu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Doç.Dr. İrfan S. Günsel ve YDÜ Hastanesi Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Savaşan’ı da ayrıca kutlamak gerekiyor. Başarıya yürekten inananların önlerinde engel duramayacağına ilişkin güzel bir proje bu NEURA25!
Bayramda kurban olmamanız dileğimle!
Sağlıklı, huzurlu ve kaliteli yaşamı seçin, eğitim alın, sanatla kalın…
Labels:
Abdullah Öztoprak,
Ahmet Savaşan,
DAÜ,
Derviş Eroğlu,
Hacettepe,
İrfan S.Günsel,
NEURA25,
RA25,
Rektör,
South Africa Solar Challenge,
Suat Hoca,
Yakın Doğu Üniversitesi,
YDÜ Hastanesi,
YÖK
Subscribe to:
Posts (Atom)