KIBRIS gazetesi Pazar eki sayfa:3
Fransızcası ile "Je pense, donc je suis", Latincesi ile "Cogito, ergo sum!" Türkçesi ile ise “düşünüyorum, öyleyse varım”; diye dillendirmişti René Descartes 1637’de Batı rasyonalizminin sloganına dönüşecek yorumunu. Ben bunu, “üretiyorum öyleyse varım” diye değiştirsem çok ayıp etmiş olmam umarım!
Kıbrıs gazetesinin sayfalarından merhaba demeden önce yazının başlığındaki “üretmek” nedir sorusu ile başlayalım öyleyse!
Kaynaklara göre üretmek; ekonomik yarar veya insan gereksinimlerini karşılamayı hedefleyen her türlü çalışmadır. Beyin, beden veya sermaye kullanılarak elde edilen yarardır…
Üretim her zaman belli ortamda ve belli toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşir. Ortam ve o toplumsal ilişkiler, üretimin hem ön koşulu, hem de sonucudurlar.
Üretimin ilk gelişim evrelerinde, doğal koşullar ve olanaklar, üretimin belirleyicisi durumundadır. Ancak doğal olanaklardan yararlanabilme, toplumun gelişmişlik düzeyine ve daha da önemlisi üretim güçlerinin durumuna ve ilişkilerine bağlıdır.
Üretimin ikinci gelişim evresinde ise bilimsel ve teknik kazanımların damgasını taşıyan süreç söz konusudur. Bu basamakta, bilimin doğrudan toplumsal bir üretim gücü haline gelmesi, üretimin ilerlemesinin en önemli taşıyıcılarından birini oluşturur.
Üretim ve üretimin gelişmesi, tüm toplumsal ilişkilerin, yaşamın temelini oluşturur. Bunlar aynı zamanda sosyo-ekonomik yapının karakterini belirlerler. Bir toplumdaki dağıtım, tüketim, işbölümü ve toplumsal zenginliğin bölüşümü, sınıf ve tabakalar halinde toplumsal farklılaşma, hükmetme ve sömürünün ya da adil bir işbirliğinin toplumsal ilişkileri, üretimin birer sonucu olarak değerlendirilebilir.
Üretim, her zaman somut-tarihsel bir biçime sahiptir. Bu biçim, üretim güçlerinin ve dolayısıyla üretim ilişkilerinin belirli bir kesimi tarafından kontrol edilir, bununla birlikte belirli bir sosyo-ekonomik yapının da temelini oluşturur.
Yazımın buraya kadar olan kısmını; yararlandığım kaynakların sınırları içinde kalarak ve her durumda olduğu gibi işi uzmanlarına bırakarak kısa keseyim. Çünkü üretimi uzun uzadıya veya teknik olarak tartışmak değil amacım. Ancak, yukarıdaki temellendirmelerden hareketle, neden üretmek esastır veya üretiyorum öyleyse varım diye yazdığımı açıklayayım!
Elbette özet olarak açıklayacağım; üretmek “gerekli olduğunuzu” hissettirir. Üreterek var olursunuz, farklılaşırsınız, yüreklenirsiniz... Mekân ve zaman içinde hareket de edersiniz…
Varmak istediğim sonucun gerekçesidir bu: üretiyorum öyleyse varım!
Kıbrıs gazetesinin okuyucularına bugün bu sayfadan merhaba demeden önce; parantez içinde başka bir açıklama daha yapmayı borç biliyorum: Kıbrıs Postası gazetesinde 1 Kasım 2013’den 8 Kasım 2015’e kadar kesintisiz 105 makalem yayınlandı. Kurumsal destekle başlamıştım orada yazmaya ancak, kendilerine veda edemedim! Ürettiklerimi kalıcı kıldıkları için izninizle buradan kendilerine teşekkür edeyim.
Yukarıda büyük bir keyifle “üretiyorum öyleyse varım” dememin nedeni; özellikle yaşamımdaki o yazdığım zaman dilimi ve o sayfalarda yayınlanan yazılarımdır. Bir bilge; “ancak hoşçakal deme cesareti olan, yeni bir merhaba diyebilir” der!
Yaygın olarak selam vermeyle eş anlamlı olduğu sanılan merhaba ne anlama gelir peki, anlamı nedir merhabanın? Bizimle aynı dili kullandığına inandığınız, merhabanın anlamını bildiğine kanaat getirdiğiniz insanla, konuşmaya başlamadan önce neden merhaba deriz? Benim de ön yargılarım vardı merhabanın ne olduğuna ilişkin ama, serde akademisyenlik olunca yazmadan önce bir araştırmak istedim.
Şu sonuçları buldum:
Merhaba; kimilerine göre Farsça kökenli, kimilerine göre ise Arapça kökenli bir sözcük… Her ikisini de sıra ile inceleyelim. Sonuçta her ikisinin de hoş ve sıcak bir anlamı olduğu kabul görecektir.
Kaynaklara göre; birinci köken olarak Farsça “benden size zarar gelmez” anlamında kullanılmaktadır. Bundan dolayıdır ki; selam verip oturduktan sonra sıra ile merhaba denir. Böylece her merhaba diyen kişi; -istisnayı durumlar dışında- “benden size zarar gelmez” diyerek iyi niyetini gösterir.
İkinci köken olarak Arapçada ise “merhaben” merhabaya en yakın sözcüktür. Yine kaynaklara göre bu kelime Arapçada “ismu mekan” kalıbında kullanılmış olup, aslı “rehube” olan bir sözcük. İlk selamlamadan sonra “sefa geldiniz” anlamında, “oturunuz, rahat ediniz” anlamında kullanılırmış.
Biz “benden size zarar gelmez” anlamındaki merhaba ile sayfamıza adım atalım!
Artık; Kıbrıs gazetesinin sayfalarından ve bu yazıyı okuyan herkese yeni bir “merhaba”!
Hatırladıkça veya okudukça büyük bir keyif aldığım, küçük bir dersi merhaba ile birlikte sizinle paylaşmak isterim:
Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş.
Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan bir seyis dışında bomboş.
Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör seyise sormuş:
- Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam ben basit bir insanım, akademik konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.
Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamış.
İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstaki sözlerini tamamladıktan sonra da kendini hayli mutlu hissetmiş. Konferansından keyif aldığı her halinden belliymiş. Ancak ve yine de merakla, salondaki tek dinleyicisinin de, verdiği konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını istemiş olacak ki seyise sormuş:
- Konuşmamı nasıl buldun?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam, sana daha önce basit bir insan olduğumu ve bu akademik konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, elbette onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip de hayvanı çatlatmazdım!
Tartışmanın sonrasını bilemem ama, bence seyis iyi ders vermiş Profesöre!
Bu dersten biz de şöyle bir yorum çıkarırsak yanlış olmaz sanırım: "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır."
Merhaba!
Büyük bir olasılıkla René Descartes’in slogana dönüşen yorumu gibi olmayacak ama söyleyelim:
Sanata yakın kalın…
Fransızcası ile "Je pense, donc je suis", Latincesi ile "Cogito, ergo sum!" Türkçesi ile ise “düşünüyorum, öyleyse varım”; diye dillendirmişti René Descartes 1637’de Batı rasyonalizminin sloganına dönüşecek yorumunu. Ben bunu, “üretiyorum öyleyse varım” diye değiştirsem çok ayıp etmiş olmam umarım!
Kıbrıs gazetesinin sayfalarından merhaba demeden önce yazının başlığındaki “üretmek” nedir sorusu ile başlayalım öyleyse!
Kaynaklara göre üretmek; ekonomik yarar veya insan gereksinimlerini karşılamayı hedefleyen her türlü çalışmadır. Beyin, beden veya sermaye kullanılarak elde edilen yarardır…
Üretim her zaman belli ortamda ve belli toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşir. Ortam ve o toplumsal ilişkiler, üretimin hem ön koşulu, hem de sonucudurlar.
Üretimin ilk gelişim evrelerinde, doğal koşullar ve olanaklar, üretimin belirleyicisi durumundadır. Ancak doğal olanaklardan yararlanabilme, toplumun gelişmişlik düzeyine ve daha da önemlisi üretim güçlerinin durumuna ve ilişkilerine bağlıdır.
Üretimin ikinci gelişim evresinde ise bilimsel ve teknik kazanımların damgasını taşıyan süreç söz konusudur. Bu basamakta, bilimin doğrudan toplumsal bir üretim gücü haline gelmesi, üretimin ilerlemesinin en önemli taşıyıcılarından birini oluşturur.
Üretim ve üretimin gelişmesi, tüm toplumsal ilişkilerin, yaşamın temelini oluşturur. Bunlar aynı zamanda sosyo-ekonomik yapının karakterini belirlerler. Bir toplumdaki dağıtım, tüketim, işbölümü ve toplumsal zenginliğin bölüşümü, sınıf ve tabakalar halinde toplumsal farklılaşma, hükmetme ve sömürünün ya da adil bir işbirliğinin toplumsal ilişkileri, üretimin birer sonucu olarak değerlendirilebilir.
Üretim, her zaman somut-tarihsel bir biçime sahiptir. Bu biçim, üretim güçlerinin ve dolayısıyla üretim ilişkilerinin belirli bir kesimi tarafından kontrol edilir, bununla birlikte belirli bir sosyo-ekonomik yapının da temelini oluşturur.
Yazımın buraya kadar olan kısmını; yararlandığım kaynakların sınırları içinde kalarak ve her durumda olduğu gibi işi uzmanlarına bırakarak kısa keseyim. Çünkü üretimi uzun uzadıya veya teknik olarak tartışmak değil amacım. Ancak, yukarıdaki temellendirmelerden hareketle, neden üretmek esastır veya üretiyorum öyleyse varım diye yazdığımı açıklayayım!
Elbette özet olarak açıklayacağım; üretmek “gerekli olduğunuzu” hissettirir. Üreterek var olursunuz, farklılaşırsınız, yüreklenirsiniz... Mekân ve zaman içinde hareket de edersiniz…
Varmak istediğim sonucun gerekçesidir bu: üretiyorum öyleyse varım!
Kıbrıs gazetesinin okuyucularına bugün bu sayfadan merhaba demeden önce; parantez içinde başka bir açıklama daha yapmayı borç biliyorum: Kıbrıs Postası gazetesinde 1 Kasım 2013’den 8 Kasım 2015’e kadar kesintisiz 105 makalem yayınlandı. Kurumsal destekle başlamıştım orada yazmaya ancak, kendilerine veda edemedim! Ürettiklerimi kalıcı kıldıkları için izninizle buradan kendilerine teşekkür edeyim.
Yukarıda büyük bir keyifle “üretiyorum öyleyse varım” dememin nedeni; özellikle yaşamımdaki o yazdığım zaman dilimi ve o sayfalarda yayınlanan yazılarımdır. Bir bilge; “ancak hoşçakal deme cesareti olan, yeni bir merhaba diyebilir” der!
Yaygın olarak selam vermeyle eş anlamlı olduğu sanılan merhaba ne anlama gelir peki, anlamı nedir merhabanın? Bizimle aynı dili kullandığına inandığınız, merhabanın anlamını bildiğine kanaat getirdiğiniz insanla, konuşmaya başlamadan önce neden merhaba deriz? Benim de ön yargılarım vardı merhabanın ne olduğuna ilişkin ama, serde akademisyenlik olunca yazmadan önce bir araştırmak istedim.
Şu sonuçları buldum:
Merhaba; kimilerine göre Farsça kökenli, kimilerine göre ise Arapça kökenli bir sözcük… Her ikisini de sıra ile inceleyelim. Sonuçta her ikisinin de hoş ve sıcak bir anlamı olduğu kabul görecektir.
Kaynaklara göre; birinci köken olarak Farsça “benden size zarar gelmez” anlamında kullanılmaktadır. Bundan dolayıdır ki; selam verip oturduktan sonra sıra ile merhaba denir. Böylece her merhaba diyen kişi; -istisnayı durumlar dışında- “benden size zarar gelmez” diyerek iyi niyetini gösterir.
İkinci köken olarak Arapçada ise “merhaben” merhabaya en yakın sözcüktür. Yine kaynaklara göre bu kelime Arapçada “ismu mekan” kalıbında kullanılmış olup, aslı “rehube” olan bir sözcük. İlk selamlamadan sonra “sefa geldiniz” anlamında, “oturunuz, rahat ediniz” anlamında kullanılırmış.
Biz “benden size zarar gelmez” anlamındaki merhaba ile sayfamıza adım atalım!
Artık; Kıbrıs gazetesinin sayfalarından ve bu yazıyı okuyan herkese yeni bir “merhaba”!
Hatırladıkça veya okudukça büyük bir keyif aldığım, küçük bir dersi merhaba ile birlikte sizinle paylaşmak isterim:
Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş.
Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan bir seyis dışında bomboş.
Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör seyise sormuş:
- Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam ben basit bir insanım, akademik konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.
Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamış.
İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstaki sözlerini tamamladıktan sonra da kendini hayli mutlu hissetmiş. Konferansından keyif aldığı her halinden belliymiş. Ancak ve yine de merakla, salondaki tek dinleyicisinin de, verdiği konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını istemiş olacak ki seyise sormuş:
- Konuşmamı nasıl buldun?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam, sana daha önce basit bir insan olduğumu ve bu akademik konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, elbette onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip de hayvanı çatlatmazdım!
Tartışmanın sonrasını bilemem ama, bence seyis iyi ders vermiş Profesöre!
Bu dersten biz de şöyle bir yorum çıkarırsak yanlış olmaz sanırım: "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır."
Merhaba!
Büyük bir olasılıkla René Descartes’in slogana dönüşen yorumu gibi olmayacak ama söyleyelim:
Sanata yakın kalın…
No comments:
Post a Comment