2011 ocak ayında Ankara Gölbaşı'nda çektiğim bir fotograf; üzerinde çalışıldıktan sonra arka plandakı sonuca ulaşmıştım. Bu çalışma üç kişisel sergimde ve kataloglarda yer aldı. Şimdi de Gökhan Okur kardeşimin "kar yağışı efecti" ile, sizin için yılbaşı kartına dönüştü... Herşey gönlünüzce olsun! :)
Tuesday, December 31, 2013
Sunday, December 29, 2013
Takvim, insan ve sanat
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:07
28 Aralık 2013, Cumartesi, Lefkoşa
Geleneksel olarak yılın son günlerinde hesaplaşma yazıları süsler gazetelerin köşelerini. Kimi kendiyle hesaplaşır, kimi toplumla. Akdeniz, hatta batı toplumlarında kimsenin çıkan sonuç için ne bir bedel ödediği görülür, ne de bir şeylerin değiştiği. Doğu kültürlerinde ise durum çok farklıdır. Elbette bu farklılıklarda inanç sistemlerinin katkısı da vardır. İçe kapalı toplumların sosyolojik yapısında karanlık noktalar çoğalır. Reddetme, öteleme en olumlu ayrımcılık olarak kabul görür, ötesi zaten felaket…
Resmen kullanılan bir takvimde; bir yıldan diğerine rakamsal olarak geçişin dünya nüfusunun en az üçte ikisi tarafından barışçıl bir şekilde kutlanması “günah” olmasa gerek. Günahın; karanlık noktaların olduğu toplumlarda, ne de çok dünyevi kayıtlara geçtiğinin medyadan saklanamayan toz dumanı içinde açığa çıkmasıdır esas felaket. Şu günlerde “dünyanın en itibarsız toplumu” olarak acaba hangi coğrafyada yaşayanlar işaret edilmektedir? Ki o toplumun basına yansıdığı kadarıyla bazı bireyleri hala Noel Baba ile uğraşıp onu “sünnet” edecek kadar reddetme hırsına yenik düşmekteler. Yılın son günlerinde resmi tarihin veya gayri resmi tarihin neresindeyiz?
Takvimi de ihtiyaç belleyip yaratan uygarlıkların doğmasında bilimsel ve teknik gelişmelerin önemi kabul edilir. Bilimsel ve teknik gelişmelerle insan; doğa, çevre, madde ve malzemeye egemen olmayı, böylece yaşam koşullarını iyileştirmeyi başarır. Bu süreçte insanlık tarihi içinde ve insanla birlikte yolculuk yapan kültürel bir miras olarak sanat da biçimlenir. Öyle ki; görsel mirasıyla günümüze yansıyan kendi geleneklerini oluşturur sanat. Yine de insan bu gelenekleri; coğrafya ve diğer koşullara göre değiştirir. Çünkü zamanla birlikte ve zaman içinde kendisi de değişir insanın. Değişime direnip, çağın yaşamsal koşullarını reddeden toplumlarda “sanatın içine tükürenlerin” takvimi de bitiverir bir gün.
Yaşadığımız çağa bakalım, takvimler bize nice kolaylıklar sağlamaktadır, karşılığını kimi değişik acılarla ödeyerek pek çok şey öğrendi insan. Oportünist, kopyacı, kaypak ve “benim için fark etmezci” ucuz tavır sergileyenler, bedel ödemeden pervasızca kendilerini güçlü görenlerdir. Ki bunların değerleri Çin işi parçalanmış kumaş desenli imitasyon resimleri kadardır. Kendilerine; büyüklü küçüklü asılacak bir duvar mutlaka buluverirler!
İnsanlığın ilerlemesini, insanla anlam kazanan zamanı, takvimi kimse durduramamıştır. Ne savaşlar, ne intiharlar ne de sosyal ve ekonomik şiddet durdurabilmiştir zamanı.
İnsan tarihi boyunca, değişikliklere, yeniliklere karşı çıkışlar hep olagelmiştir. Ancak, zamanın geriye doğru işlemesini beklemek (bilim-kurgu filmleri dışında) mantığa göre bir iş değildir. Hele uygarlıkların beşiği Akdeniz’in doğu çanağında kayıtlara geçmiş pek çok güç mensubu takvimin sayfalarıyla beraber yitip giderken.
Takvimli ve sanatla yakın kalın!
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:07
28 Aralık 2013, Cumartesi, Lefkoşa
Geleneksel olarak yılın son günlerinde hesaplaşma yazıları süsler gazetelerin köşelerini. Kimi kendiyle hesaplaşır, kimi toplumla. Akdeniz, hatta batı toplumlarında kimsenin çıkan sonuç için ne bir bedel ödediği görülür, ne de bir şeylerin değiştiği. Doğu kültürlerinde ise durum çok farklıdır. Elbette bu farklılıklarda inanç sistemlerinin katkısı da vardır. İçe kapalı toplumların sosyolojik yapısında karanlık noktalar çoğalır. Reddetme, öteleme en olumlu ayrımcılık olarak kabul görür, ötesi zaten felaket…
Resmen kullanılan bir takvimde; bir yıldan diğerine rakamsal olarak geçişin dünya nüfusunun en az üçte ikisi tarafından barışçıl bir şekilde kutlanması “günah” olmasa gerek. Günahın; karanlık noktaların olduğu toplumlarda, ne de çok dünyevi kayıtlara geçtiğinin medyadan saklanamayan toz dumanı içinde açığa çıkmasıdır esas felaket. Şu günlerde “dünyanın en itibarsız toplumu” olarak acaba hangi coğrafyada yaşayanlar işaret edilmektedir? Ki o toplumun basına yansıdığı kadarıyla bazı bireyleri hala Noel Baba ile uğraşıp onu “sünnet” edecek kadar reddetme hırsına yenik düşmekteler. Yılın son günlerinde resmi tarihin veya gayri resmi tarihin neresindeyiz?
Takvimi de ihtiyaç belleyip yaratan uygarlıkların doğmasında bilimsel ve teknik gelişmelerin önemi kabul edilir. Bilimsel ve teknik gelişmelerle insan; doğa, çevre, madde ve malzemeye egemen olmayı, böylece yaşam koşullarını iyileştirmeyi başarır. Bu süreçte insanlık tarihi içinde ve insanla birlikte yolculuk yapan kültürel bir miras olarak sanat da biçimlenir. Öyle ki; görsel mirasıyla günümüze yansıyan kendi geleneklerini oluşturur sanat. Yine de insan bu gelenekleri; coğrafya ve diğer koşullara göre değiştirir. Çünkü zamanla birlikte ve zaman içinde kendisi de değişir insanın. Değişime direnip, çağın yaşamsal koşullarını reddeden toplumlarda “sanatın içine tükürenlerin” takvimi de bitiverir bir gün.
Yaşadığımız çağa bakalım, takvimler bize nice kolaylıklar sağlamaktadır, karşılığını kimi değişik acılarla ödeyerek pek çok şey öğrendi insan. Oportünist, kopyacı, kaypak ve “benim için fark etmezci” ucuz tavır sergileyenler, bedel ödemeden pervasızca kendilerini güçlü görenlerdir. Ki bunların değerleri Çin işi parçalanmış kumaş desenli imitasyon resimleri kadardır. Kendilerine; büyüklü küçüklü asılacak bir duvar mutlaka buluverirler!
İnsanlığın ilerlemesini, insanla anlam kazanan zamanı, takvimi kimse durduramamıştır. Ne savaşlar, ne intiharlar ne de sosyal ve ekonomik şiddet durdurabilmiştir zamanı.
İnsan tarihi boyunca, değişikliklere, yeniliklere karşı çıkışlar hep olagelmiştir. Ancak, zamanın geriye doğru işlemesini beklemek (bilim-kurgu filmleri dışında) mantığa göre bir iş değildir. Hele uygarlıkların beşiği Akdeniz’in doğu çanağında kayıtlara geçmiş pek çok güç mensubu takvimin sayfalarıyla beraber yitip giderken.
Takvimli ve sanatla yakın kalın!
Tuesday, December 24, 2013
Gıda Güvenirliği Resim Yarışması
T.C. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’nın desteği ve Balparmak Honeybana’nın sponsorluğunda “Geleceğin Gözüyle Güvenilir Gıda” resim yarışması ödül töreni Ankara’da yapıldı.
Yakın Doğu Üniversitesi Lefkoşa (Near East University Nicosia) Basın ve Halkla ilişkiler Dairesi Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre, yarışmaya 81 ildeki 27.875 adet özel ve resmi ilköğretim okulundan 2, 3 ve 4’üncü sınıf öğrencileri birer resimle katıldılar. Yarışma ile Türkiye’de genç nesillerin gıda güvenirliliğine dair bilgi ve birikimlerini,beklenti ve hayallerini yansıtabilecekleri bir paylaşım platformu oluşturulması ve çocukların dikkatinin gıda güvenirliliğine çekilmesi hedefleniyordu.
Türkiye genelinde şimdiye kadar gerçekleştirilmiş en kapsamlı proje olma niteliği taşıyan yarışmanın resimlerini değerlendiren juriede jüri başkanı olarak YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Uğurcan Akyüz görev aldı.
Ankara Bilkent Otel’de gerçekleştirilen ödül töreni ve sergi açılışında bir konuşma yapan Prof.Dr. Akyüz “Geleceğimizin Gözüyle Güvenilir Gıda” Ulusal Resim Yarışması ödül törenine jüri başkanı ve onur konuğu olarak; davet edilmekten büyük bir mutluluk duydum. Yarışmada yaklaşık bir milyon öğrenciye ulaşılması başarılı bir organizasyon olarak öncelikle sponsor firmanın vizyonunun göstergesidir. Ayrıca her iki bakanlığın iletişim ağının kullanılması bu yarışmanın gerçek anlamda ulusal boyutta gerçekleşmesine ve başarıya ulaşmasına yardımcı olmuştur. Özellikle son yıllarda Tarım Bakanlığının sanata yaklaşımı ve desteği örnek bir seyir izlemekte, sanat dünyasında takdir toplamaktadır. Jüri olarak Ankara’da yaptığımız merkezi değerlendirmede; (seksen bir ilin birinci, ikinci ve üçüncülerinin çalışmalarını kapsayan) toplam 243 resim arasından Türkiye 1.2.3. ve sponsor özel ödülünü fikir birliği ile belirledik. Katılımcı ve dereceye giren tüm öğrencilerimizi içtenlikle kutluyorum. Umarım bu yarışmayı KKTC’de Yakın Doğu Üniversitesi ile işbirliği içinde ve sponsor firmanın desteği ile de gerçekleştirebiliriz” dedi.
Törende; Altıparmak Yönetim Kurulu Başkanı Özen Altıparmak, TC. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ve TC. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da birer konuşma yaptılar. Konuşmaların ardından dereceye girenlere ödülleri dağıtıldı. Yarışmada ödül olarak her ilin birincisine netbook, ikincisine tablet, üçüncüsüne ise bisiklet verildi.
Sanat, Kent ve Kültür
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:06
22 Aralık 2013, Pazar, Lefkoşa
Kıbrıs Postası gazetesinin 14 Aralık 2013 Cumartesi günü “Yakından Sanat” köşesinde yayınlanan KKTC’de bir sanat müzesi kurulmasına ilişkin Sanat, Müze ve bir Örnek başlıklı makalem nedeni ile görüş bildiren sanatsever ve sanatla uğraşanlara çok teşekkür ederim. Bana yükledikleri sorumluluk bu konu üzerine tekrar yazmaya yönlendirdi beni.
KKTC’ye uçakla gelirken koltuk arkalarında okunmak veya alınmak için bırakılan dergileri incelediğinizde bazısında KKTC’de lüzumlu telefonlar diye bir sayfa ayrıldığını göreceksiniz. İyi niyetle hazırlanmış bir sayfa olduğundan kuşku yok. Ancak; Bakanlıklarla başlayan listede (KKTC genelinde var olan müzeleri arkeolojik veya etnografik olarak ayırmadığı için) epey bir “sanat” müzesinin var olduğunu görebilirsiniz! Oysa o müzelerden birinde genel olarak sanat kapsamında evrensel ölçülerde kabul gören resim, heykel, seramik ve hatta fotoğraf adına bir şeyler görebilmek nerede ise imkansız. Ki var olanların da oldukça ilgiye muhtaç olduğu ortadadır. Özellikle müzelerin bir kentin kimliğini yansıtan ve hatta marka değerine katkı koyan varlıkları yadsınamaz. Mesele müzelerin zaruretinin farkına varıp ona çözüm üretecek idarecilere/siyasilere doğru yolu göstermektir.
Coğrafik olarak uygarlığın beşiği olan bu bölgede son elli yılda (isteyen daha eskiye de tarihleyebilir) üretilen sanat çalışmalarının sayısının nüfusa göre çok da az olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki genç kuşak yeni teknolojik olanaklarıyla dünyayı takip ediyor. Hatta her şeyin farkında ve fark edilmek için de mücadele veriyorlar. Fakat bilmiyorum genlerin taşıyıcı bir özelliği midir yoksa alışkanlığa dönüşmüş bir kültürel davranış biçimi midir çözebilmek pek kolay değil bu “olumsuz” eleştirileri. Hani bir söz der ki “bir işi yapmak isteyen yolunu, istemeyen nedenini bulur.” Tarafların kavga etmek yerine oluşturabilecekleri sinerji sonuç için çok önemlidir. Gazete sütunlarına yansıyan eleştiriler veya “bana sormadılar” gibi egosal tatmin bekleyişleri “müzenin” duvarında bir kum tanesi bile olamaz.
Öte taraftan Çin mallarının ucuz olma özellikleri gereği hemen her alanda kendilerine pazar bulmalarından –nerede ise var olmayan- sanat piyasası da maalesef nasibini almıştır. Taşınması sorun yaratmasın diye küçük parçalara ayrılmış resimler bir dülger aracılığıyla duvarlarda yeniden bir araya getirildiğinde ortaya komik sonuçlar çıkıyor. Kimi zaman; çalışma ucuz olsun diye çoklu üretiliyor ki bu da başka bir vahim sorun. Bu tür reprodüksiyonlara özenenlerin bir top kumaştan kesip çerçeveledikleri desenlerin altına imza atıp sergilemeleri; durumun cehaletine mühür, olası müzenin kapısına da çivi oluyor.
Küçük bir toplumda, sanatın farkına varıp onu “belki yatırım aracı olabilir” zihniyetine çıkabilmiş kişilere değişik ilişkilerle yukarıda sözünü etiğim Çin özentisi bu kumaş parçalarını sanat eseri diye sunmaya çalışmak hainlikle eşdeğerdir. Soruya dökersek; elinde röprodüksiyon bulunduran “kötü” ise ona fabrikasyon kumaş deseni sunan “iyi” mi?
Böylesi bir alış-verişin olduğu toplumun kültürüne “müze” kavramını yerleştirebilmek dahi çok anlamlı olacaktır.
Değerli ve sanatla yakın kalın!
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:06
22 Aralık 2013, Pazar, Lefkoşa
Kıbrıs Postası gazetesinin 14 Aralık 2013 Cumartesi günü “Yakından Sanat” köşesinde yayınlanan KKTC’de bir sanat müzesi kurulmasına ilişkin Sanat, Müze ve bir Örnek başlıklı makalem nedeni ile görüş bildiren sanatsever ve sanatla uğraşanlara çok teşekkür ederim. Bana yükledikleri sorumluluk bu konu üzerine tekrar yazmaya yönlendirdi beni.
KKTC’ye uçakla gelirken koltuk arkalarında okunmak veya alınmak için bırakılan dergileri incelediğinizde bazısında KKTC’de lüzumlu telefonlar diye bir sayfa ayrıldığını göreceksiniz. İyi niyetle hazırlanmış bir sayfa olduğundan kuşku yok. Ancak; Bakanlıklarla başlayan listede (KKTC genelinde var olan müzeleri arkeolojik veya etnografik olarak ayırmadığı için) epey bir “sanat” müzesinin var olduğunu görebilirsiniz! Oysa o müzelerden birinde genel olarak sanat kapsamında evrensel ölçülerde kabul gören resim, heykel, seramik ve hatta fotoğraf adına bir şeyler görebilmek nerede ise imkansız. Ki var olanların da oldukça ilgiye muhtaç olduğu ortadadır. Özellikle müzelerin bir kentin kimliğini yansıtan ve hatta marka değerine katkı koyan varlıkları yadsınamaz. Mesele müzelerin zaruretinin farkına varıp ona çözüm üretecek idarecilere/siyasilere doğru yolu göstermektir.
Coğrafik olarak uygarlığın beşiği olan bu bölgede son elli yılda (isteyen daha eskiye de tarihleyebilir) üretilen sanat çalışmalarının sayısının nüfusa göre çok da az olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki genç kuşak yeni teknolojik olanaklarıyla dünyayı takip ediyor. Hatta her şeyin farkında ve fark edilmek için de mücadele veriyorlar. Fakat bilmiyorum genlerin taşıyıcı bir özelliği midir yoksa alışkanlığa dönüşmüş bir kültürel davranış biçimi midir çözebilmek pek kolay değil bu “olumsuz” eleştirileri. Hani bir söz der ki “bir işi yapmak isteyen yolunu, istemeyen nedenini bulur.” Tarafların kavga etmek yerine oluşturabilecekleri sinerji sonuç için çok önemlidir. Gazete sütunlarına yansıyan eleştiriler veya “bana sormadılar” gibi egosal tatmin bekleyişleri “müzenin” duvarında bir kum tanesi bile olamaz.
Öte taraftan Çin mallarının ucuz olma özellikleri gereği hemen her alanda kendilerine pazar bulmalarından –nerede ise var olmayan- sanat piyasası da maalesef nasibini almıştır. Taşınması sorun yaratmasın diye küçük parçalara ayrılmış resimler bir dülger aracılığıyla duvarlarda yeniden bir araya getirildiğinde ortaya komik sonuçlar çıkıyor. Kimi zaman; çalışma ucuz olsun diye çoklu üretiliyor ki bu da başka bir vahim sorun. Bu tür reprodüksiyonlara özenenlerin bir top kumaştan kesip çerçeveledikleri desenlerin altına imza atıp sergilemeleri; durumun cehaletine mühür, olası müzenin kapısına da çivi oluyor.
Küçük bir toplumda, sanatın farkına varıp onu “belki yatırım aracı olabilir” zihniyetine çıkabilmiş kişilere değişik ilişkilerle yukarıda sözünü etiğim Çin özentisi bu kumaş parçalarını sanat eseri diye sunmaya çalışmak hainlikle eşdeğerdir. Soruya dökersek; elinde röprodüksiyon bulunduran “kötü” ise ona fabrikasyon kumaş deseni sunan “iyi” mi?
Böylesi bir alış-verişin olduğu toplumun kültürüne “müze” kavramını yerleştirebilmek dahi çok anlamlı olacaktır.
Değerli ve sanatla yakın kalın!
Monday, December 16, 2013
Sanat, Müze ve bir Örnek
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:05
14 Aralık 2013 Cumartesi, Lefkoşa
Yakından Sanat köşesinde yazılarımı yayınlamaktan keyif aldığım Kıbrıs Postası gazetesinin 11 Aralık 2013 Çarşamba günü “Sanatta Sınıfta Kaldık” başlığı ile müze kurulmasına ilişkin nerede ise iki sayfa yer ayırmasını, sanatla uğraşan biri olarak takdirle karşıladım. Değişik yaş gruplarından ve disiplinlerden altı kişi ile röportaj yapılmıştı. Bu tür röportajlar genellikle spontane konuşmalar olarak aktarılsa da arkasında belli bir birikimin olduğu varsayılır. O nedenle yazılanların bütününe katılmamakla beraber; gerek gazete, gerekse demeç verenler açısından oldukça önemli bir iş başarıldığına inanıyorum.. Gazetenin ele aldığı konudan memnuniyet duyduğumu kesinlikle belirtmek isterim.
Hükümette konuyla ilgili bazı makamların “sanat müzesi kurulması” yönünde çabası olduğunu biliyorum. Günümüz politikacıları eskiden olduğu gibi “işsizlik, yalan, talan, dolan” söylemlerine daha az; ama “demokrasi, insan hakları vb. gibi konulara daha çok yer vermekteler. Hatta farklı zaman ve coğrafyalarda farklı içerikle sanata da dokunmaktalar. Ancak; tabana yönelik siyaset yapan partilerin sanata genellikle eleştirel yaklaştıkları da açıktır. Bunun, yakın coğrafyadan pek çok güncel örneği hala hafızalarımızdadır. Yine hafızalarımıza yerleşmiş müze, anıt/heykel veya anıtsal/mimari yapıların “kent kimliğinde” ne derece etkili olduklarını çağın insanı bilir. Mesele siyasette, akademide ya da herhangi bir diğer kuruluşta “bilen” insanların var olması, ya da sayısıdır aslında. Bu nedenle bir döneme ya da bir kuruma damga vuracakların sanatı önemsemeleri geleceğe taşınmaları açısından onlara yararlı olabilir.
Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesinin kuruluşuna tanık olmuştum. O dönemdeki Rektörümüz Prof.Dr. Tunçalp Özgen’in ilgili birim ve kişilerle başarılı bir işbirliği kurması sayesinde müze kurulmuştu. Üstün gayretlerin sonuçlanarak müzenin açılmasından, kurum olarak büyük bir mutluluk ve gurur duymuştuk.
O sıralar benim “proje yürütücüsü” sıfatıyla ayrıca bir rolüm daha vardı! Halen YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde birlikte görev yaptığımız Dr. Gökhan Okur’un da içinde olduğu bir ekip ile müzenin “görsel kimlik, katalog ve tanıtıcı ürünleri” için bir proje yapmıştık. Çalışmalarımız halen kullanılmaktadır. Sonrasında yaklaşık iki buçuk yıl o müzenin müdürlüğünü de yaptım. Dönemimde, kurum bütçesinden tek kuruşluk ödeme yapmadan ikiyüze yakın eser kazandırdım müzeye… Bıraktığım şekliyle müzenin kurumsal kimliğe katkısını şimdilerde basından izliyorum. Selam olsun!
Türkiye’de; müzesi olan üniversitelerin sayısında son yıllarda önemli bir artış olması, sanata karşı toplumsal duyarlığın geliştirilmesi açışından önemli bir göstergedir diye düşünüyorum...
Gelişmiş ülkelerdeki gibi, buralarda sermayenin sanattan haberdar olması, hatta onu yatırım aracı olarak değerlendirmesi daha çok zaman alacak gibi…
Her yerde sanatın gelişmesi, güçlendirilmesi yönündeki girişimlerin destek bulması, KKTC’de ise yukarıdaki “Sanatta Sınıfta Kaldık” başlığı yerine, umarım kısa bir süre sonra Kıbrıs Postası’nda “Sanatta Sınıfı Geçtik” başlıklı yazılar okuyabilmemiz dileğimle.
Değerli ve sanatla yakın kalın!
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:05
14 Aralık 2013 Cumartesi, Lefkoşa
Yakından Sanat köşesinde yazılarımı yayınlamaktan keyif aldığım Kıbrıs Postası gazetesinin 11 Aralık 2013 Çarşamba günü “Sanatta Sınıfta Kaldık” başlığı ile müze kurulmasına ilişkin nerede ise iki sayfa yer ayırmasını, sanatla uğraşan biri olarak takdirle karşıladım. Değişik yaş gruplarından ve disiplinlerden altı kişi ile röportaj yapılmıştı. Bu tür röportajlar genellikle spontane konuşmalar olarak aktarılsa da arkasında belli bir birikimin olduğu varsayılır. O nedenle yazılanların bütününe katılmamakla beraber; gerek gazete, gerekse demeç verenler açısından oldukça önemli bir iş başarıldığına inanıyorum.. Gazetenin ele aldığı konudan memnuniyet duyduğumu kesinlikle belirtmek isterim.
Hükümette konuyla ilgili bazı makamların “sanat müzesi kurulması” yönünde çabası olduğunu biliyorum. Günümüz politikacıları eskiden olduğu gibi “işsizlik, yalan, talan, dolan” söylemlerine daha az; ama “demokrasi, insan hakları vb. gibi konulara daha çok yer vermekteler. Hatta farklı zaman ve coğrafyalarda farklı içerikle sanata da dokunmaktalar. Ancak; tabana yönelik siyaset yapan partilerin sanata genellikle eleştirel yaklaştıkları da açıktır. Bunun, yakın coğrafyadan pek çok güncel örneği hala hafızalarımızdadır. Yine hafızalarımıza yerleşmiş müze, anıt/heykel veya anıtsal/mimari yapıların “kent kimliğinde” ne derece etkili olduklarını çağın insanı bilir. Mesele siyasette, akademide ya da herhangi bir diğer kuruluşta “bilen” insanların var olması, ya da sayısıdır aslında. Bu nedenle bir döneme ya da bir kuruma damga vuracakların sanatı önemsemeleri geleceğe taşınmaları açısından onlara yararlı olabilir.
Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesinin kuruluşuna tanık olmuştum. O dönemdeki Rektörümüz Prof.Dr. Tunçalp Özgen’in ilgili birim ve kişilerle başarılı bir işbirliği kurması sayesinde müze kurulmuştu. Üstün gayretlerin sonuçlanarak müzenin açılmasından, kurum olarak büyük bir mutluluk ve gurur duymuştuk.
O sıralar benim “proje yürütücüsü” sıfatıyla ayrıca bir rolüm daha vardı! Halen YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde birlikte görev yaptığımız Dr. Gökhan Okur’un da içinde olduğu bir ekip ile müzenin “görsel kimlik, katalog ve tanıtıcı ürünleri” için bir proje yapmıştık. Çalışmalarımız halen kullanılmaktadır. Sonrasında yaklaşık iki buçuk yıl o müzenin müdürlüğünü de yaptım. Dönemimde, kurum bütçesinden tek kuruşluk ödeme yapmadan ikiyüze yakın eser kazandırdım müzeye… Bıraktığım şekliyle müzenin kurumsal kimliğe katkısını şimdilerde basından izliyorum. Selam olsun!
Türkiye’de; müzesi olan üniversitelerin sayısında son yıllarda önemli bir artış olması, sanata karşı toplumsal duyarlığın geliştirilmesi açışından önemli bir göstergedir diye düşünüyorum...
Gelişmiş ülkelerdeki gibi, buralarda sermayenin sanattan haberdar olması, hatta onu yatırım aracı olarak değerlendirmesi daha çok zaman alacak gibi…
Her yerde sanatın gelişmesi, güçlendirilmesi yönündeki girişimlerin destek bulması, KKTC’de ise yukarıdaki “Sanatta Sınıfta Kaldık” başlığı yerine, umarım kısa bir süre sonra Kıbrıs Postası’nda “Sanatta Sınıfı Geçtik” başlıklı yazılar okuyabilmemiz dileğimle.
Değerli ve sanatla yakın kalın!
Thursday, December 12, 2013
Tuesday, December 10, 2013
YAKINDAN SANAT TV PROGRAMI
Monday, December 9, 2013
SANAT, YETERLİK VE İNSAN
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:04
08 Aralık 2013 Pazar, Lefkoşa
Sanat; insandaki duyguların estetize edilmiş ruhunun yansımasıdır. Peki insan sanatta nasıl yeterli olabiliyor? Sanatta yeterlik nedir diye Vikipedi alimine sorunca şöyle bir cevap veriyor: “bir fakülte veya yüksekokulu bitirdikten sonra o sanat dalında sınav, sanat eseri ve bilimsel bir eserle erişilen, doktoraya eşdeğer bir derece veya basamaktır. Doktoradan tek farkı yapıldığı branşın bir bilim dalına bağlı değil, bir sanat dalına bağlı olmasıdır”. Akademik hiyerarşiyi bilenler doktora derecesinden sonra -kadro unvanı olarak- Yardımcı Doçentliğin geldiğini bilirler. Yardımcı doçentlik sınavlarını yabancı dil sınavı ve jüri marifetiyle dosya değerlendirilmesi yöntemiyle fakülteler kendileri yapar. Sonuç rektörün onayına gider. Yardımcı Doçent olmadan doğrudan Doçentliğe de başvurulabilir. Sanatta yeterliğini almış olmak birincil koşulu ile doçentlik için başvuranlara ilişkin ise UAK Doçentlik Sınav Yönetmeliği Madde: 5 der ki: “Doçentlik Sınav Komisyonunun önerisi üzerine, doçentlik başvurusunda bulunan adaylardan her biri için beş kişilik bir jüri ve bu jüri için iki yedek üye belirler. Jüri için asıl ve yedek üyeler, adayın başvurduğu alan göz önünde bulundurularak belirlenir. Adayın başvurduğu alanda yeterli öğretim üyesinin bulunmaması halinde, istisnai olarak, jüri üç asıl ve iki yedek olmak üzere beş üye ile teşkil edilebilir”. Ulusal jüri, ulusal/merkezi sınav ve Üniversitelerarası Kurulun verdiği, ulusal geçerliği olan en üst düzey akademik belge doçentlik belgesi.
Doçent ünvanı alındıktan sonra kadro ataması için her üniversite yukarıdaki yönetmelik maddesini dikkate alarak süreci kendi yürütür. Bu da ayrı bir hükümdür.
Prosedür ve kurallar herkes için geçerlidir ve her şey ne kadar açık değil mi? Açık. Ancak istismar ve şaibeye açık olmasın diye konulan bu kurallar her yerde uygulanıyor mu? Yüzyetmişe yakın üniversite, yetmişten fazla Güzel Sanatlar Fakültesi... Efendim?
Birilerinin kendi birilerini var etmek için izleyebilecekleri “alengirli” yol, o birilerinden geriye kurumların tarihinde kara bir leke olarak kalabilir. Yetersiz ve yeteneksiz ancak, hırs üzerine kurulmuş bir omurga ve super ego ile şişirilmiş bir kostüm giyen akademisyenin sonu her coğrafyada ve alanda hüsran olmuştur. Bu olumsuz, bu sıkıntılı durum; taşıdığım sorumluluk nedeniyle sadece kendi alanıma ilişkin bir örnek için bende tartışma zarureti doğurmuştur. Söz adadan dışarı, etik içeri...
Gelelim KKTC’deki duruma: sanal ortamdaki araştırmalara göre: Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar veya benzeri bir fakülte yok. Lefke Avrupa Üniversitesinde Güzel Sanatlar veya benzeri bir fakülte yok.
Girne Amerikan Üniversitesinin; Mimarlık, Tasarım ve Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yalnızca Resim ve Grafik Tasarım Lisans programları mevcut.
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesinin Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, Grafik Tasarım bölümünün Lisans program mevcut; Yüksek Lisans Programı YÖDAK onaylı.
Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin ise; Grafik Tasarım ve Plastik Sanatlar (Resim, Heykel, Seramik) Bölümleri Lisans programları yanısıra Yüksek Lisans ve Doktora (Ph.D) programları da hem YÖDAK hem de YÖK onaylı. Buradan hareketle KKTC’de demek ki en üst düzeyde sanat/tasarım programları yürüten tek fakülte: YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’dir. Bu fakültenin eğitim/öğretim alanı sanat ve tasarım, durumu ise, kuruluşundan beri gerçekleştirdiği etkinlikler ve belgelerle ortadadır. Öyleyse; “YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi sanat ve tasarım alanında yeterlidir” diyebiliriz. Çünkü YDÜ’nün değil sadece Akdeniz’in doğusunda, bölgedeki en güçlü akademik yapılanmaya sahip üniversitelerden biri olarak kabul gördüğü açıktır. YDÜ’nün herbiri alanına ilişkin uzmanlardan, profesyonellerden oluşan kadrolara sahip Güzel Sanatlar ve Tasarım dahil onaltı fakültesi var, bu fakültelerin de yüze yakın bölümü mevcut.
Sayın Dr.Suat Günsel’in örnek öngörüsü ile oluşturulmuş bu mücizevi yapılanmanın –bir kısmına benim de şahit olduğum- yirmibeş yıllık başarıları her türlü takdire şayandır ve olmaya devam etmektedir.
Güçlü bir bütünün parçası olarak Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakülteleri, üniversiter sistem içinde -pek çok ülkede olduğu gibi- özenle korunmalı ve gelişmeleri için her tür yatırım yapılmalıdır. YDÜ çatısı altında bu gerçekleşmekte ise de, sanata KKTC’de daha çok önem verilmelidir. Belki dünyayı değil ama, insanlığı kurtaracak sanattır!
Yeterli ve sanatla yakın kalın!
Monday, December 2, 2013
SANAT, BİREY VE TOPLUM
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:03
01 Aralık 2013 Pazar, LefkoşaKıbrıs Postası’nın basılı hayata geçişinin üçüncü pazarında; sanat, siyaset, kalkınma ve değer içerikli yazılardan sonra köşenin adının açıklanması beklendi bizden. Kısaca; akademik bir kurumu çağrıştırması yanı sıra –ki bu doğrudur- sanata yaklaşma, yakından bakma, ayrıntıları görme kavramlarıyla tanımlanabilecek “Yakından Sanat” başlığı; haftalık olarak hem bir televizyon programı, hem de bir gazete köşe yazısı olarak akademi ve toplum arasındaki bağı pekiştirmek hedefiyle medyada yerini almaya başladı bile. “Yakından Sanat” özet olarak; akademik bir bakış açısı ile sanatı sanatçıyla, toplumu sanatçıyla, sanatçıyı oluşturduğu sanatsal değerlerle ve alıcılarla bir araya getirmeyi amaç edinmiş görsel ve basılı iki ayrı platform olarak hayata geçmiştir. Daha önceki yazılardan anlaşılacağı üzere; tartışmalar içinde, bir plastik sanat eserini üretme, anlatma, sergileme ve değere dönüştürme sürecinde neler oluyor sorusu da önemli bir yer tutacaktır. Hafızayı çok fazla zorlamadan; güncel etkinliklerde rastlanan sanatta tutarlılık ve inkarın, estetik kaygılardan çok “destek-tik” çıkarlar, sponsorluklar nedeniyle kavramlarla kamufle edilmeye çalışılması da irdelenecektir.
Elbette ki çalışma süreci,
insanın temel yaşam süreçlerinden biridir. İnsan, değişik yol ve yöntemlerle
çalışarak aslında bir parçası olduğu doğayı bilinçli bir biçimde denetimi
altına almaya yönelir, bu aynı zamanda diğer canlı türleri üzerinde
baskınlığını şekillendirmesi anlamı da taşır. Oluşturduğu avantajla öncelikli
olarak kendi gereksinimlerini karşılar. Doğanın nimetlerini kendi
gereksinimlerine uygun bir biçimde elde edebilmek amacıyla, beyninin kontrolü
altında; ellerini, kollarını, bacaklarını ve gövdesinin kullanabildiği bütün güçlerini
harekete geçirerek, doğanın karşısında pozisyon alır. Bu durum yalnızca doğayla değil kendi
türdaşları arasında da sorunlar yaşamasına neden olur. Ürettiği veya sahiplendiği
artı değer yüzünden belirli çevreler veya birileriyle belirli ilişkiler kurmak
zorunda kalır. Belki de bir zamanlar arkasına saklanarak saldırdığı “öteki
değerlerin” çekiciliği; ilkelerinden uzaklaşmasına, inandırıcılığını
yitirmesine ve kimi olaylarda gülünç duruma düşmesine sebep olur. Siyasal
söylemler ve estetik değerler arasına sıkışan çıkarcılığın dayanılmaz hafifliği
basılı belgelerle tarihin tozlu rafları arasında kaybolup gider. Bu sırada
kuşkusuz yeni üretim biçimleri, farklı bireyler veya toplumlar tarafından
uygulamaya geçer bile.
Günümüz toplumlarında sanat ve
sanatsal değer oluşturmayı yorumlarken, tüm bu kaypak ilişkileri, sosyolojik
değişkenleri ve yapısal nitelikleri göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü,
ekonomik, sosyal ve kültürel yapıya göre biçimlenen sanatın, kültürel toplamın
bir elemanı olarak toplumsal yapıyı etkilemesi beklenir. Burada sonuçtan
hareketle; teknolojide başarılı bir toplumun sanatı ile geleneksel değerlerin
boyunduruğundaki bir toplumun sanatı arasındaki uçurumlar hemen görülebilir.
Teknolojik üretim biçimlerinin
sağladığı avantajlarla kapitalistleşme sürecinde bilim bir üretici güç aracı ve
statüsü kazanırken, sanat bir yatırım aracına dönüştürülür. Sanatı diğer
ürünlerden-üretilmişlerden ayıran sanat yapıtının estetik değeri değil, zengin
koleksiyoncuların ve girişimcilerin kazanç hesaplarına araç olmasıdır. Tam da
işte burada bu coğrafyadaki ekonomik gücün farkındalığını sağlamak için duruma yakınlaşarak
baktığımızda, geleceğin pek de karanlık olmayacağını öngörebiliriz. Her
toplumda olduğu gibi sanatın üreten ve tüketeni arasında yeni köprüler kurmak
için; sanatı yaşam biçimi olarak görüp çalışan, tutarlı ve samimi insanlara
ihtiyaç vardır.
Değerli ve sanatla yakın kalın!
Monday, November 25, 2013
SANAT, SİYASET VE DEĞER
Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:02
24 Kasım 2013 Pazar, Lefkoşa
Sanat ve siyasetin toplumdaki önemi,
her iki kavramın da haklarında en çok konuşulanların başında gelmelerinden
anlaşılabilir. Her düzeyde birbirine oldukça yakın duran hatta birbirinden
ayrılamayan bu ikili birbirinden çok da yararlanır. Sanat, siyaset, spor ve seks ile birlikte
tamamlanacak sosyolojik “s dörtlemesi”nin ilk ikisi hakkında duyduğum kaygıları
Kıbrıs Postası’nın basılı hayata geçişinin ikinci pazarında tartışmak istedim.
Sanatın her şeyden önce bir başkaldırı
olduğu genel olarak kabul görmüştür. Sistemle en uyumlu ressam tarafından çizilen,
tamamen estetik kaygılarla oluşturulmuş bir resme bile; içerik veya konusu
açısından bakıldığında tam da apolitik olduğu için politiktir denilebilir. Bunun
tam karşıtı ise; sanatçının iktidarı eleştirdiği, kendince yolunda gitmeyeni renkle,
biçimle, formla, sesle veya başka bir araçla gösterip, teknikle oluşturduğu, ya
da bir siyasi görüş doğrultusunda kurguladığı eserlerle örneklenebilir. Bu
nedenledir ki; pek çok siyasinin sanatçı, pek çok sanatçının da siyasetçi tanıdığı
vardır. Bu durum rastlantısal değildir ve her iki alan birbirine güç katar. Bu katkının
“alan müdahalesi” ya da “alan tacizine” dönüşmemesi özlenir.
Başka bir yazının konusu olacak alan
müdahalesinin yeterli veya yetkin uzmanlarca pek de tasvip edilmediği
bilinmektedir. “S dörtlemesi” tartışmalarının yalnızca sosyolojik bir kendi
kendini tatmin olabileceği, buna koşut olarak da profesyonel değerleri
ucuzlaştırdığını hatırlatmakta da yarar var diye düşünüyorum. Bu
ucuzlaştırmanın dayanağında -maalesef- sanatsal görüngülerin eder cinsinden ifadesi gerçeği
vardır.
Estetik değerler de tüm diğer sosyolojik değerler gibi ancak
ekonomi bağlamında açıklanıyor. Burada bireyin alansal yetersizliğini gizlemek
için kullanılan “farklı” ilişkilerin ve ötekini değersizleştirme çabalarının
altında “çıkar” ya da “fayda değeri” sorunlarının olduğu söylenebilir. En açık biçimiyle akademik çalışmalarda
disiplinlerarasılığın arzulandığı ve takdir edildiği son yıllarda değerlerin
erozyona uğradığının tanığı olmak pek de içaçıcı bir sonuç değildir. Geçerliliğini yitirmeye başlayan değerlerle
birlikte, sanatsal değer kaybının da hızlandıracağını ön görmek pek de zor
olmasa gerek. Olağanüstü ve kendine özgü
bir çabanın sonucu olarak gördüğümüz sanat eserine biçtiğimiz değer daha önce
de söylediğim gibi; sanatın, siyasetin ve ekonominin ortak değeridir.
KKTC’deki sanat gündeminin ön
saflarında Cumhuriyet Resim Sergisi, siyasetinde ise zamların olması bu ikili
ilişkinin sıcaklığı hakkında -şimdilik-
olumsuz bir örnek olarak yorumlanabilir. Ancak; geleneksel olarak adanın
sosyolojik yapısı gereği son otuz yıl içinde özellikle kimlik, aidiyet ve ulus
kavramları etrafında şekillenerek siyasileşmiş bir sanat üretimi varken,
şimdilerde daha çok estetik sorunların ön planda olduğu yönünde bir
değerlendirme de mümkün görünüyor.
Değerli ve sanatla kalın!
Monday, November 18, 2013
KALKINMA, SANAT VE DEĞER
Uğurcan
Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:01
17 Kasım 2013 Pazar, Lefkoşa
Genellikle kabul edilen bir görüşe göre kalkınma; sadece üretim ve birey
başına gelirin arttırılmasından ibaret olmayıp ekonomik ve sosyo-kültürel
yapının da değiştirilmesi, yenileştirilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir tanım; kalkınmanın sadece ekonomik
etkenlere değil; sosyal, kültürel, siyasi ve psikolojik etkenlere de bağlı
olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Kalkınma teorisi üzerinde çalışan ekonomistler genellikle kapital
birikimini, kalkınmanın temel şartı olarak kabul etmekle beraber; teknolojik
ilerleme, eğitim, sosyal, siyasi, dini ve kültürel çevrenin de ekonomik
kalkınma üzerinde etkilerini göz ardı etmezler.
Amacı ileri gitmek olan kalkınmanın yeniliğe bağlı olduğu söylenebilir ki,
bu da ilk önce sanatla başlar. Çünkü,
sanatın gelişmesinin temeli toplumun sosyo-ekonomik yapısındaki değişmelerdir. “İnsani gereksinimleri sınırlı üretim
kaynaklarının dağıtımı ile en yüksek tatmini sağlayacak şekilde karşılamak” diye
tanımlanabilecek olan ekonomi, bu amaçla kalkınmayı yönlendirir ki kalkınmanın
bu yönü de sanat kavramı ile kesişmektedir.
Sanatta güzeli, dinde tanrıyı, bilimde doğruyu arayan insan ruhu aslında kendi
mutluluğunun peşinde koşmaktadır. Sanatı
basit biçimde tanımlarsak "toplumlar arasındaki ayrışmaları,
sınırları yok eden, ortak bir dil olarak hoşa giden biçimler yaratma çabasıdır"
diyebiliriz.
Çoğunlukla
sanatın, sanatçının içinden gelen dayanılmaz dürtülerle yapılan bir şey olduğu;
artistik dehanın bir sonucu olarak ortaya çıktığı kabul edilir. Sanat eseri her zaman özel duyguların estetize
edilmiş özel sonuçları olarak ortaya çıkar.
Kişide; beğeni ve yücelik, olağanüstülük duygusu uyandırır. Bu duygu ile biz, bir sanat eserini
dilediğimiz gibi yüceltelim veya reddedelim, piyasanın bizden bağımsız bir
şekilde ona her zaman bir değer biçtiğini görürüz.
Sanat, değer biçilen haliyle ekonomik gelişime katkı koyarken, ekonomi de
sanatın büyümesinde önemli bir rol oynar.
Bunların her ikisi de karşılıklı olumlu etkileriyle ülkelerin
gelişmişlik seviyelerini daha da ileriye taşımalarına kuşkusuz yardımcı olurlar. Buradan oluşan çıkarımla; sanatın yalnız
ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir yatırım aracı olduğunu da
söyleyebiliriz. Ancak;
ekonomisi güçlü her ülkenin, her bireyin yüksek bir kültür düzeyine sahip olacağını
beklemek yanlış olacaktır.
Özel bir çaba ile üretilen sanatın toplum içindeki değeri arttıkça,
bireyler, şirketler, toplumlar; geleceklerini, imajlarını, sanatın etkisi
altında yeniden belirleyeceklerdir.
Değerli ve sanatla kalın!
Saturday, November 2, 2013
Subscribe to:
Posts (Atom)