Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:66
Uzun bir aradan sonra karşılaştığımız sergide kendisine “geçmiş olsun” diye sarıldığımda o da beni bir abla gibi kucakladı. Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin öğretim faaliyetlerine başladığı 2006 Eylül’ünden beri bir şekilde “yakınımızda” olan Sayın Heidi Trautmann ile tanışma sürecimiz pek de iyi başlamamıştı. “… aslında planlanmamış bir deneyim, bir keşif yolculuğuydu ve nereye gittiysem iyi karşılandım ve hemen her durumda dostlukla, büyük bir paylaşım isteği ve işbirliği ile karşılaştım.” Diye önsöz yazdığı Rastgele Söyleşiler Derlemesi’nde “…ailemde biraz Rum kanı da var…” diye beyan edilmiş bir biyolojik özellik; tüm diğer ölçütler bir yana, sanatçı olmanın “kana dayalı” bir ölçütü de olduğunun fark edilmesine vesile oldu elbet hepimiz için! “Karşılaşmalar” ve kan beyanı aslında; yazan, konuşan ve “genel amaç” hakkında itirafların bilinç altından gün ışığına çıkması olarak da yorumlanabilir burada. O günlerden kalanı, bugün silmek için emek harcamaya değmez diyerek, kirliliği umursanmayan gözlük camlarından sızan ışıkta neler okunabilir? Yahut da neler yazılabilir diye sormak geliyor insanın aklına. Da, bunun cevabına “çalışmak” ve gözlem yapmakla rahatlıkla herkesin ulaşılabileceğini bilmek, bence bir şans…
“Özellikle geçtiğimiz dört yıl içinde öğrenim gördükleri ya da çalıştıkları ülkelerden, halkla sorunları paylaşmak için vatanlarına dönen çok sayıda genç sanatçı oldu.” Cümlesi; kitabı ilk okuduğumda her sanat alanından, bölümünden diploması olanın, hemen daha öğrenciliği bittiğinde, okulunda ödev olarak ya da ders için yaptığı işleri ile, burada sanatçı olarak değerlendirilmesini önemli bir hata olarak değerlendirmiştim. Kitabın basımından sonra geçen yaklaşık yedi yıllık süre içinde; o kitapta yer alan, o genç sanatçılardan kaç tanesinin, örneğin kaç tane kişisel sergi açtıkları sorusunun cevabı, o hatanın kanıtı ve cevabıdır. Ulusal karmaları bir yana bırakalım; devlet finansörlü para verilerek katılınan uluslararası “fuarlar” üzerinden reklam yapılmasının, sanata düşmanlıkla eş anlam taşıdığını da burada belirtmek isterim. Halkın sorunları, vatan; hamaset edebiyatı sanat siyaset, siyaset sanat, satan…
Amacım “sanat gönüllüsü” sayın Heidi Trautmann’ı, ya da büyük bir emekle ortaya çıkardığı kitabını eleştirmek değil elbet. Kısaca bir durum tespiti yapmaktır amacım. Kitap basıldığında iki yıldır akademik ve sanatsal faaliyetlerini burada örneğine rastlanmamış bir yoğunlukla gerçekleştiren fakültemizden söz edilmemesi; adada açılan ilk dijital resim sergisinden bahsedilmemesi; yukarıda sözünü ettiğim hataya bir başka örnek olarak durumunun tespitidir. Çünkü; Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında, Fakültemizin kuruluşundan beri sürdürdüğü akademik ve sanatsal faaliyetlerin sayısı, büyüklüğü ve kalitesi; o yıllarda olduğu gibi bugün de, karşılaştırılamaz bir düzeyde ve devam etmektedir.
Bugün o kitapta; hiç biri yer almamakla beraber, hocalarımızın kişisel başarısı ve sanata katkısı ve hatta KKTC’yi temsili görmezden gelinemez, “ötekileştirilemez” bir hal almıştır. Örnekleyecek olursak; yine bir ilk, “stencil” sergisini geçen yıl, hocalarımızdan biri açmıştır! Sanat ve Tasarım alanında Profesör unvanı taşıyan adadaki tek akademisyen, bizim hoca kadromuzdadır. Bir hocamız, 16.Asya Sanat Bienaline “jüri üyesi” olarak davet edilmiş ve orada görev yapmıştır. Bizim için gurur ve başarı dolu bu süreçtir yaşadığımız…
Sayın Trautmann’a, bu düşüncelerimi de geride bırakarak “geçmiş olsun” diye sarılmıştım.
KKTC Meclis Başkanı Dr. Sibel Siber’in “Müze” resepsiyonunda karşılaştığımızda sayın Trautmann’a tekrar sarılmam bir “özür” içindi. Kendisine; Alman Devletinin Liyakat Nişanı takdim edileceği törene davet edilmiş olmama rağmen, yurtdışında olduğum için katılamamıştım...
İşte o tören nedeniyle kafamda oluşan düşünceler bana bu haftaki yazıyı yazdırıyor. Bir tarafta alaylı bir sanat gönüllüsü olduğunu saklamadan, bitmez tükenmez enerjisi ile üreten ve paylaşan bir insan… Öbür tarafta; doğduğu, büyüdüğü, çalıştığı, gezdiği ve yaşadığı ülkelerden arta kalan tercih ile, KKTC’de hayatını sürdüren bir Alman!
Ve ona Liyakat Nişanı veren bir devlet ve onun elçiliği!
Maalesef; devletlerin büyüklüğü, gücü, uluslararası prestiji ne olursa olsun, “temsiliyet” kişiler üzerinden yürüdüğü için; bir ülkeyi temsil edene saygılar sunarken, diğerine selam vermek bile istemeyebilirsiniz.
Sayın Trautmann’a vatandaşı olduğu devletin nişanı, devletini temsil eden kişilerce, “sanat ve kültüre katkılarından dolayı” başka topraklarda verildi. Sanatın öğretim ve üretim sürecini yaşayan biri olarak, o nişanı vereni de, alanı da selamlamak düşüyor bana. Yeri gelmişken veya parantez içinde; Ankara’da Goethe Enstitüsü Müdürlüğü görevi de yapmış olan Sabine Hargeman Ünlüsoy’u da buradan saygıyla selamlarım.
Ödül töreninde yaptığı konuşmayı “özetlemeye” çalışarak sayfama taşıyabilirsem; sanırım sayın Trautmann’a karşı tercih ettiğim görevimi yerine getirmiş olacağım:
“Yaptıklarımı yapabilmem için bana destek olan Kıbrıs halkına; benimle tanışan ve yıllar içinde dostum olan sanatçılara, bu yolculuğumda benimle oldukları için çok şey borçluyum.
Sadece sanatlarıyla değil, yaptıkları etkinliklerle de iz bırakan sanatçılara, Kıbrıs sanatı hakkında bir ufuk çizmeme yardımcı olanlara, bana ilk röportaj yapma şansını tanıyanlara, bu akşam buraya gelebilen bir avuç dostuma çok şey borçluyum.
İki toplumlu etkinlikleri, şiir okumaları, sergiler ve sanatın başka yollarıyla açılan kapıları, birbirimizi anlamak için harcanan çabaları ve Goethe Merkezinin desteklerini unutmak mümkün değil.
Birleşmiş Milletlerin kontrolündeki görüşmelerin yapıldığı bölgedeki Türk ve Rum sanatçıların gerçekleştirdikleri ortak sanat projelerini unutmam mümkün değil. Bu süreçte gözlemci olarak yer almaktan gözlemlerimi yazılar yoluyla paylaşmaktan hep mutlu oldum.
Bu süreçte yaptığım ilk röportajları ve onların duygusal etkilerini unutmam mümkün değil. Yerlerde oturarak onlarla yaptığımız sohbetleri ve çizimleri çok iyi hatırlıyorum. Onlar şimdi farklı ülkelerde sergileniyorlar.
Şiirlerden Kıbrıs edebiyatının gelişmesini öğrendim, felsefelerini, yaşadıklarını, hassasiyetlerini duygusallıklarını öğrendim insanların.
Sekiz yıldır hiç bir tiyatro oyununu kaçırmadım, büyük sanatçıların çalışmalarına ve başarılarına tanık oldum. Tiyatrolarının yaşaması için verdikleri mücadeleye destek oldum. Ölecek en son şey umut olmalı. Bu felsefenin hala ve ısrarla sürdüğünü görmekten, tanık olmaktan onur ve gurur duyuyorum.
Bu ödülü hayatımın çok önemli bir parçası olarak saklayacağım.”
Sanat evrensel ölçütleriyle sınırları aşarak devam etsin istiyorsak; “kan” grupları,cinsiyet, din, dil, ırk, “öteki” sınıflaması “hiç” olmamalı… Kucaklaşmalar olmalı.
Eğitim alın, sanata yakın kalın…
Uzun bir aradan sonra karşılaştığımız sergide kendisine “geçmiş olsun” diye sarıldığımda o da beni bir abla gibi kucakladı. Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin öğretim faaliyetlerine başladığı 2006 Eylül’ünden beri bir şekilde “yakınımızda” olan Sayın Heidi Trautmann ile tanışma sürecimiz pek de iyi başlamamıştı. “… aslında planlanmamış bir deneyim, bir keşif yolculuğuydu ve nereye gittiysem iyi karşılandım ve hemen her durumda dostlukla, büyük bir paylaşım isteği ve işbirliği ile karşılaştım.” Diye önsöz yazdığı Rastgele Söyleşiler Derlemesi’nde “…ailemde biraz Rum kanı da var…” diye beyan edilmiş bir biyolojik özellik; tüm diğer ölçütler bir yana, sanatçı olmanın “kana dayalı” bir ölçütü de olduğunun fark edilmesine vesile oldu elbet hepimiz için! “Karşılaşmalar” ve kan beyanı aslında; yazan, konuşan ve “genel amaç” hakkında itirafların bilinç altından gün ışığına çıkması olarak da yorumlanabilir burada. O günlerden kalanı, bugün silmek için emek harcamaya değmez diyerek, kirliliği umursanmayan gözlük camlarından sızan ışıkta neler okunabilir? Yahut da neler yazılabilir diye sormak geliyor insanın aklına. Da, bunun cevabına “çalışmak” ve gözlem yapmakla rahatlıkla herkesin ulaşılabileceğini bilmek, bence bir şans…
“Özellikle geçtiğimiz dört yıl içinde öğrenim gördükleri ya da çalıştıkları ülkelerden, halkla sorunları paylaşmak için vatanlarına dönen çok sayıda genç sanatçı oldu.” Cümlesi; kitabı ilk okuduğumda her sanat alanından, bölümünden diploması olanın, hemen daha öğrenciliği bittiğinde, okulunda ödev olarak ya da ders için yaptığı işleri ile, burada sanatçı olarak değerlendirilmesini önemli bir hata olarak değerlendirmiştim. Kitabın basımından sonra geçen yaklaşık yedi yıllık süre içinde; o kitapta yer alan, o genç sanatçılardan kaç tanesinin, örneğin kaç tane kişisel sergi açtıkları sorusunun cevabı, o hatanın kanıtı ve cevabıdır. Ulusal karmaları bir yana bırakalım; devlet finansörlü para verilerek katılınan uluslararası “fuarlar” üzerinden reklam yapılmasının, sanata düşmanlıkla eş anlam taşıdığını da burada belirtmek isterim. Halkın sorunları, vatan; hamaset edebiyatı sanat siyaset, siyaset sanat, satan…
Amacım “sanat gönüllüsü” sayın Heidi Trautmann’ı, ya da büyük bir emekle ortaya çıkardığı kitabını eleştirmek değil elbet. Kısaca bir durum tespiti yapmaktır amacım. Kitap basıldığında iki yıldır akademik ve sanatsal faaliyetlerini burada örneğine rastlanmamış bir yoğunlukla gerçekleştiren fakültemizden söz edilmemesi; adada açılan ilk dijital resim sergisinden bahsedilmemesi; yukarıda sözünü ettiğim hataya bir başka örnek olarak durumunun tespitidir. Çünkü; Yakın Doğu Üniversitesi’nin çatısı altında, Fakültemizin kuruluşundan beri sürdürdüğü akademik ve sanatsal faaliyetlerin sayısı, büyüklüğü ve kalitesi; o yıllarda olduğu gibi bugün de, karşılaştırılamaz bir düzeyde ve devam etmektedir.
Bugün o kitapta; hiç biri yer almamakla beraber, hocalarımızın kişisel başarısı ve sanata katkısı ve hatta KKTC’yi temsili görmezden gelinemez, “ötekileştirilemez” bir hal almıştır. Örnekleyecek olursak; yine bir ilk, “stencil” sergisini geçen yıl, hocalarımızdan biri açmıştır! Sanat ve Tasarım alanında Profesör unvanı taşıyan adadaki tek akademisyen, bizim hoca kadromuzdadır. Bir hocamız, 16.Asya Sanat Bienaline “jüri üyesi” olarak davet edilmiş ve orada görev yapmıştır. Bizim için gurur ve başarı dolu bu süreçtir yaşadığımız…
Sayın Trautmann’a, bu düşüncelerimi de geride bırakarak “geçmiş olsun” diye sarılmıştım.
KKTC Meclis Başkanı Dr. Sibel Siber’in “Müze” resepsiyonunda karşılaştığımızda sayın Trautmann’a tekrar sarılmam bir “özür” içindi. Kendisine; Alman Devletinin Liyakat Nişanı takdim edileceği törene davet edilmiş olmama rağmen, yurtdışında olduğum için katılamamıştım...
İşte o tören nedeniyle kafamda oluşan düşünceler bana bu haftaki yazıyı yazdırıyor. Bir tarafta alaylı bir sanat gönüllüsü olduğunu saklamadan, bitmez tükenmez enerjisi ile üreten ve paylaşan bir insan… Öbür tarafta; doğduğu, büyüdüğü, çalıştığı, gezdiği ve yaşadığı ülkelerden arta kalan tercih ile, KKTC’de hayatını sürdüren bir Alman!
Ve ona Liyakat Nişanı veren bir devlet ve onun elçiliği!
Maalesef; devletlerin büyüklüğü, gücü, uluslararası prestiji ne olursa olsun, “temsiliyet” kişiler üzerinden yürüdüğü için; bir ülkeyi temsil edene saygılar sunarken, diğerine selam vermek bile istemeyebilirsiniz.
Sayın Trautmann’a vatandaşı olduğu devletin nişanı, devletini temsil eden kişilerce, “sanat ve kültüre katkılarından dolayı” başka topraklarda verildi. Sanatın öğretim ve üretim sürecini yaşayan biri olarak, o nişanı vereni de, alanı da selamlamak düşüyor bana. Yeri gelmişken veya parantez içinde; Ankara’da Goethe Enstitüsü Müdürlüğü görevi de yapmış olan Sabine Hargeman Ünlüsoy’u da buradan saygıyla selamlarım.
Ödül töreninde yaptığı konuşmayı “özetlemeye” çalışarak sayfama taşıyabilirsem; sanırım sayın Trautmann’a karşı tercih ettiğim görevimi yerine getirmiş olacağım:
“Yaptıklarımı yapabilmem için bana destek olan Kıbrıs halkına; benimle tanışan ve yıllar içinde dostum olan sanatçılara, bu yolculuğumda benimle oldukları için çok şey borçluyum.
Sadece sanatlarıyla değil, yaptıkları etkinliklerle de iz bırakan sanatçılara, Kıbrıs sanatı hakkında bir ufuk çizmeme yardımcı olanlara, bana ilk röportaj yapma şansını tanıyanlara, bu akşam buraya gelebilen bir avuç dostuma çok şey borçluyum.
İki toplumlu etkinlikleri, şiir okumaları, sergiler ve sanatın başka yollarıyla açılan kapıları, birbirimizi anlamak için harcanan çabaları ve Goethe Merkezinin desteklerini unutmak mümkün değil.
Birleşmiş Milletlerin kontrolündeki görüşmelerin yapıldığı bölgedeki Türk ve Rum sanatçıların gerçekleştirdikleri ortak sanat projelerini unutmam mümkün değil. Bu süreçte gözlemci olarak yer almaktan gözlemlerimi yazılar yoluyla paylaşmaktan hep mutlu oldum.
Bu süreçte yaptığım ilk röportajları ve onların duygusal etkilerini unutmam mümkün değil. Yerlerde oturarak onlarla yaptığımız sohbetleri ve çizimleri çok iyi hatırlıyorum. Onlar şimdi farklı ülkelerde sergileniyorlar.
Şiirlerden Kıbrıs edebiyatının gelişmesini öğrendim, felsefelerini, yaşadıklarını, hassasiyetlerini duygusallıklarını öğrendim insanların.
Sekiz yıldır hiç bir tiyatro oyununu kaçırmadım, büyük sanatçıların çalışmalarına ve başarılarına tanık oldum. Tiyatrolarının yaşaması için verdikleri mücadeleye destek oldum. Ölecek en son şey umut olmalı. Bu felsefenin hala ve ısrarla sürdüğünü görmekten, tanık olmaktan onur ve gurur duyuyorum.
Bu ödülü hayatımın çok önemli bir parçası olarak saklayacağım.”
Sanat evrensel ölçütleriyle sınırları aşarak devam etsin istiyorsak; “kan” grupları,cinsiyet, din, dil, ırk, “öteki” sınıflaması “hiç” olmamalı… Kucaklaşmalar olmalı.
Eğitim alın, sanata yakın kalın…