Kıbrıs Postası, sayfa:29, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:105
Zamanın kullanımı konusunda sorumsuzca davranmayı alışkanlık edinmiş insanların, unvan ve meslekleri ne olursa olsun çevreye kötü örnek olduklarını bir kere daha gördüm. Hassasiyetim bir yana, bende birikenler bir makale konusu olacak kadar ağırlaştı!. Ama bugünkü yazı konumu, geçen hafta da bahsettiğim bir sempozyuma ayırıyorum:
Lisansımı "orada" tamamladığımdan dolayı babaocağı diye bahsettiğim Gazi Üniversitesi 2. Uluslararası Sanat Sempozyumunda protokol konuşmalarının ardından yapılan panelde; Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Adnan Tepecik, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Meltem Yılmaz, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin Elmas, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Sibel Sıdıka Sevim ile birlikte katıldığım panelde yaptığım konuşmanın yazılı halini paylaşmak istedim.
“Öncelikle alan açısından çok gerekli olduğuna inandığım böylesi bir sempozyum için Rektör Prof.Dr. Süleyman Büyükberber, Dekan Prof.Dr. Şule Çivitçi ve başta Doç.Dr. Birsen Çeken olmak üzere sempozyumda görev alan tüm ekibi içtenlikle kutlarım.
Gazi Üniversitesinde, yani babaocağında Resim Bölümünde daha öğrenci iken, bu salonda 1982’de bir tiyatro oyununda oynamıştım. Bugün ise bu salondaki panelistler arasında en kidemli Profesör olarak sizlere gururla hitap ediyorum. Davetinizle, bu şansı verdiğiniz için de teşekkür ediyorum.
Devlet üniversitelerinde hep bir hantallıktan ve ataletten söz edilir… Kadro kavgaları, siyasi taraf oluş, baskılar ve mobbing derken idarecilerin de, hocaların da, hareket etme, çalışma ve üretme kapasiteleri düşer, enerjileri heba olur… Böyle bir izlenim var.
Ancak şu an gerçekleşmekte olan sempozyum gibi organizasyonlar ekip ve niyet olduktan sonra şanıyla gerçekleşir gider. Bunun, farklı üniversitelerde, sanat alanında farklı uygulamalarını görüyoruz. İlk kapsamlı sempozyumun 1985’de ben daha asistanken Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde yapıldığını biliyorum. Oradan ayrılmadan önce dekanken onuncusunu gerçekleştirmiştik. Önümüzdeki yıl, yani 2016’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yakın Doğu Üniversitesinde GÜÇ: SANAT ve TASARIM başlığı altında bir sempozyum gerçekleştirmeyi planlıyoruz, bekleriz.
Hem Yakın Doğu’daki bu sempozyumun ilk hazırlıkları, hem de panelist olarak davet edildiğim Gazi Üniversitesi 2. Uluslararası Sanat Sempozyumu için söyleyeceklerim üzerine çalışırken, bildiğim bazı soruların bence netleşen cevaplarını yazıya döktüm ve sizlerle buradan paylaşmak istedim:
Sanat alanında akademisyen nasıl olunur? Çalışınca ve isteyince olunuyor. Örneğin; bu masada oturan panelistler buna iyi örnektir. Farklı sosyal ve ekonomik koşullardan ve farklı sanat alanlarından gelerek, emsalleri arasından sıyrılarak üst düzey akademisyen olan, yönetici olan bu insanlar konuya iyi örnektir...
Tersinden giderek; akademisyen nasıl olunamazın bazı mazeretlerini kısaca sıralayalım öyleyse:
Tembel olacaksınız: Tembelliğin ne olduğunu açıklamaya gerek yok, o sizinle geliyor zaten, nereye giderseniz, neye niyetlenirseniz, nereye bakarsanız hep yanınızda…
Hep bir mazeretiniz olacak: Mazeretler, işte burası derya deniz… en çok da akademik olarak tıkananların mazeretleri vardır. Mesela; sanat üniversite çatısı altında olmamalı, sanat eğitimi başka bir yapıda olmalı. Git sanatını yap dışarıda, olmaz! Akademi, üniversite, atölye koşulları, donanım, mekan… mazeretten el aman!
Başkalarını suçlayacaksınız: mesela, idarenin sanata bakışı, sizi temsiliyeti, derslere girmekte olan diğer hocalar… öğrenci profili...
Bu mazeretlerin dışında elbette: Adınız olacak bir lisans diplomasında, ama bir de soyadınız kadar önemli ve geçerli bir yabancı dil belgesi gerekiyor. Bunlarsız akademisyenliğe adım atamazsınız…
Son olarak kriterler… ÜAK Doçentlik Jürilerini belirleyen üst komisyonundan bilirim; Doçentlik Sınavı Alanları ve Başvuru Koşulları ile ilgili çok tartışmalı dosyalar geldi önümüze. Güzel Sanatlar Temel Alanına da diğer alanlar gibi lisans, yüksek lisans ve doktora/sanatta yeterlik diplomaları ile başvurular yapılabiliyor… Ki bu konu bambaşka bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Yabancı dil sorunundan sonra bir de bu yan alanlardan başvurular var. Çünkü; Doçentlik Sınav Yönetmeliğinin 4. maddesinin 2/c hükmü “Doktora, tıpta veya diş hekimliğinde uzmanlık veya sanatta yeterlik derecesi iktisap edildikten sonra…” diyor…
Bu sınavlardan sıyrılıp geçerseniz tamamsınız demektir! Sanat eğitimi verebilecek üst düzey akademisyen olabilirsiniz. Akademisyen, ama sanatçı değil. Çünkü bu sınavlarla sanatçı olunmuyor… Akademisyenlik alanına göre; fizikçinin madde ile, matematikçinin formüllerle, edebiyatçının sözcüklerle uğraşıp akademik unvan alması gibidir bu sanatla uğraşıp da unvan almak. Unvanınız sizi sanatçı yapmaz.
Sanat alanında eğitimi nasıl verebilirsiniz? Birilerinin bir yerlerden devşirdiği programı müfredatına, hatta Avrupa Kredi Transfer Sistemine uygun olarak uygularsanız yine tamamsınız demektir! İster Güzel Sanatlar Fakültesinde, ister Sanat ve Tasarım Fakültesinde, ister Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde , ister Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesinde ve elbette Eğitim Bilimleri Fakültelerinde derslere girebilirsiniz unvanlarınızla. Ama “eğitebilir misiniz” bilemiyorum.
Sanat eğitimi veren; 2547’ye tabii akademisyen; sanatçı mıdır, yoksa 657’ye tabii memur mudur? Bu, pek çoğunuzun hoşuna gitmeyecek ama; kestirmeden cevap vereyim, sanatçı olarak yad edilmeyi istersiniz ama, 2547’ye göre aldığınız akademik unvanınızı da önünüzde yürütürsünüz. Akademiye de 657 ile memur kadrosunda başlamamış mıydınız!
Sanatın ve sanatçının toplumdaki yeri nedir? Son gördüğümde Bülent Ersoy en öndeydi!
Sanatın ekonomik değeri akademiye ne kadar yansıyor? Kuratörler sanatı akademinin tekelinden aldı, sanatı bir disiplin olmaktan çıkardı. Doğum yerine göre, etnik kökenine göre, hormonlanmış sanatçılar türetildi. Sanat, kökü dışarıda siyasetin, “faiz lobisinin” emrine verdi. Akademiye ekonomik bir şey yansımıyor artık. Devletin memurlarına verdiği maaşa zam dışında..
Avrupa’daki durum: Buradakilerle kıyaslanamaz elbette ama, orada da durum pek farklı değil aslında! Avrupa Birliği, 235 sayılı Yasayla meslek alanlarının düzenlemesi konusunda; asgari eğitim koşullarının, çalışma koşullarının, unvan kullanma koşullarının, müfredat, ders saatleri; bunların hepsi belli bir düzenlemeye sahip ve mesleğin nasıl icra edileceğini ilişkin de düzenlemeler yapılmış durumda. Ancak pek farklı değil dedim çünkü: Dikkate alınan meslekler şunlardır: doktorluk, hemşirelik, diş hekimliği, veterinerlik, ebelik, eczacılık ve mimarlık. Mimarlık sanatın çatısı altında tanımlanan tek meslek...
Sonuç:
Başkalarının cetveliyle ölçülmeye alıştığımız için hep kısa kalıyoruz.
Ama çalışmak lazım, üretmek, öğrenmek ve öğretmek lazım... Ulu önder Atatürk ne güzel söylemiş; “yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır: çalışkan olmak!”
Zamana saygı duyun, sanata yakın kalın...
Zamanın kullanımı konusunda sorumsuzca davranmayı alışkanlık edinmiş insanların, unvan ve meslekleri ne olursa olsun çevreye kötü örnek olduklarını bir kere daha gördüm. Hassasiyetim bir yana, bende birikenler bir makale konusu olacak kadar ağırlaştı!. Ama bugünkü yazı konumu, geçen hafta da bahsettiğim bir sempozyuma ayırıyorum:
Lisansımı "orada" tamamladığımdan dolayı babaocağı diye bahsettiğim Gazi Üniversitesi 2. Uluslararası Sanat Sempozyumunda protokol konuşmalarının ardından yapılan panelde; Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Adnan Tepecik, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Meltem Yılmaz, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin Elmas, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Sibel Sıdıka Sevim ile birlikte katıldığım panelde yaptığım konuşmanın yazılı halini paylaşmak istedim.
“Öncelikle alan açısından çok gerekli olduğuna inandığım böylesi bir sempozyum için Rektör Prof.Dr. Süleyman Büyükberber, Dekan Prof.Dr. Şule Çivitçi ve başta Doç.Dr. Birsen Çeken olmak üzere sempozyumda görev alan tüm ekibi içtenlikle kutlarım.
Gazi Üniversitesinde, yani babaocağında Resim Bölümünde daha öğrenci iken, bu salonda 1982’de bir tiyatro oyununda oynamıştım. Bugün ise bu salondaki panelistler arasında en kidemli Profesör olarak sizlere gururla hitap ediyorum. Davetinizle, bu şansı verdiğiniz için de teşekkür ediyorum.
Devlet üniversitelerinde hep bir hantallıktan ve ataletten söz edilir… Kadro kavgaları, siyasi taraf oluş, baskılar ve mobbing derken idarecilerin de, hocaların da, hareket etme, çalışma ve üretme kapasiteleri düşer, enerjileri heba olur… Böyle bir izlenim var.
Ancak şu an gerçekleşmekte olan sempozyum gibi organizasyonlar ekip ve niyet olduktan sonra şanıyla gerçekleşir gider. Bunun, farklı üniversitelerde, sanat alanında farklı uygulamalarını görüyoruz. İlk kapsamlı sempozyumun 1985’de ben daha asistanken Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde yapıldığını biliyorum. Oradan ayrılmadan önce dekanken onuncusunu gerçekleştirmiştik. Önümüzdeki yıl, yani 2016’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yakın Doğu Üniversitesinde GÜÇ: SANAT ve TASARIM başlığı altında bir sempozyum gerçekleştirmeyi planlıyoruz, bekleriz.
Hem Yakın Doğu’daki bu sempozyumun ilk hazırlıkları, hem de panelist olarak davet edildiğim Gazi Üniversitesi 2. Uluslararası Sanat Sempozyumu için söyleyeceklerim üzerine çalışırken, bildiğim bazı soruların bence netleşen cevaplarını yazıya döktüm ve sizlerle buradan paylaşmak istedim:
Sanat alanında akademisyen nasıl olunur? Çalışınca ve isteyince olunuyor. Örneğin; bu masada oturan panelistler buna iyi örnektir. Farklı sosyal ve ekonomik koşullardan ve farklı sanat alanlarından gelerek, emsalleri arasından sıyrılarak üst düzey akademisyen olan, yönetici olan bu insanlar konuya iyi örnektir...
Tersinden giderek; akademisyen nasıl olunamazın bazı mazeretlerini kısaca sıralayalım öyleyse:
Tembel olacaksınız: Tembelliğin ne olduğunu açıklamaya gerek yok, o sizinle geliyor zaten, nereye giderseniz, neye niyetlenirseniz, nereye bakarsanız hep yanınızda…
Hep bir mazeretiniz olacak: Mazeretler, işte burası derya deniz… en çok da akademik olarak tıkananların mazeretleri vardır. Mesela; sanat üniversite çatısı altında olmamalı, sanat eğitimi başka bir yapıda olmalı. Git sanatını yap dışarıda, olmaz! Akademi, üniversite, atölye koşulları, donanım, mekan… mazeretten el aman!
Başkalarını suçlayacaksınız: mesela, idarenin sanata bakışı, sizi temsiliyeti, derslere girmekte olan diğer hocalar… öğrenci profili...
Bu mazeretlerin dışında elbette: Adınız olacak bir lisans diplomasında, ama bir de soyadınız kadar önemli ve geçerli bir yabancı dil belgesi gerekiyor. Bunlarsız akademisyenliğe adım atamazsınız…
Son olarak kriterler… ÜAK Doçentlik Jürilerini belirleyen üst komisyonundan bilirim; Doçentlik Sınavı Alanları ve Başvuru Koşulları ile ilgili çok tartışmalı dosyalar geldi önümüze. Güzel Sanatlar Temel Alanına da diğer alanlar gibi lisans, yüksek lisans ve doktora/sanatta yeterlik diplomaları ile başvurular yapılabiliyor… Ki bu konu bambaşka bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Yabancı dil sorunundan sonra bir de bu yan alanlardan başvurular var. Çünkü; Doçentlik Sınav Yönetmeliğinin 4. maddesinin 2/c hükmü “Doktora, tıpta veya diş hekimliğinde uzmanlık veya sanatta yeterlik derecesi iktisap edildikten sonra…” diyor…
Bu sınavlardan sıyrılıp geçerseniz tamamsınız demektir! Sanat eğitimi verebilecek üst düzey akademisyen olabilirsiniz. Akademisyen, ama sanatçı değil. Çünkü bu sınavlarla sanatçı olunmuyor… Akademisyenlik alanına göre; fizikçinin madde ile, matematikçinin formüllerle, edebiyatçının sözcüklerle uğraşıp akademik unvan alması gibidir bu sanatla uğraşıp da unvan almak. Unvanınız sizi sanatçı yapmaz.
Sanat alanında eğitimi nasıl verebilirsiniz? Birilerinin bir yerlerden devşirdiği programı müfredatına, hatta Avrupa Kredi Transfer Sistemine uygun olarak uygularsanız yine tamamsınız demektir! İster Güzel Sanatlar Fakültesinde, ister Sanat ve Tasarım Fakültesinde, ister Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde , ister Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesinde ve elbette Eğitim Bilimleri Fakültelerinde derslere girebilirsiniz unvanlarınızla. Ama “eğitebilir misiniz” bilemiyorum.
Sanat eğitimi veren; 2547’ye tabii akademisyen; sanatçı mıdır, yoksa 657’ye tabii memur mudur? Bu, pek çoğunuzun hoşuna gitmeyecek ama; kestirmeden cevap vereyim, sanatçı olarak yad edilmeyi istersiniz ama, 2547’ye göre aldığınız akademik unvanınızı da önünüzde yürütürsünüz. Akademiye de 657 ile memur kadrosunda başlamamış mıydınız!
Sanatın ve sanatçının toplumdaki yeri nedir? Son gördüğümde Bülent Ersoy en öndeydi!
Sanatın ekonomik değeri akademiye ne kadar yansıyor? Kuratörler sanatı akademinin tekelinden aldı, sanatı bir disiplin olmaktan çıkardı. Doğum yerine göre, etnik kökenine göre, hormonlanmış sanatçılar türetildi. Sanat, kökü dışarıda siyasetin, “faiz lobisinin” emrine verdi. Akademiye ekonomik bir şey yansımıyor artık. Devletin memurlarına verdiği maaşa zam dışında..
Avrupa’daki durum: Buradakilerle kıyaslanamaz elbette ama, orada da durum pek farklı değil aslında! Avrupa Birliği, 235 sayılı Yasayla meslek alanlarının düzenlemesi konusunda; asgari eğitim koşullarının, çalışma koşullarının, unvan kullanma koşullarının, müfredat, ders saatleri; bunların hepsi belli bir düzenlemeye sahip ve mesleğin nasıl icra edileceğini ilişkin de düzenlemeler yapılmış durumda. Ancak pek farklı değil dedim çünkü: Dikkate alınan meslekler şunlardır: doktorluk, hemşirelik, diş hekimliği, veterinerlik, ebelik, eczacılık ve mimarlık. Mimarlık sanatın çatısı altında tanımlanan tek meslek...
Sonuç:
Başkalarının cetveliyle ölçülmeye alıştığımız için hep kısa kalıyoruz.
Ama çalışmak lazım, üretmek, öğrenmek ve öğretmek lazım... Ulu önder Atatürk ne güzel söylemiş; “yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır: çalışkan olmak!”
Zamana saygı duyun, sanata yakın kalın...