Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:42
31 Ağustos 2014, Pazar, Lefkoşa
YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!
Geçen hafta, okuma rekorumun kırıldığı yazımdan sonra, bu hafta yeniden akademiye dönmek içim parmaklarım beni sürüklüyor. Diğer yandan da, yaz aylarında yoğun olarak gerçekleştirilen uluslararası sanat etkinliklerinin, çalıştayların değişik kurumlarda yankı bulan kanat sesleri bu sayfada ilk defa irdelenmek için sabırsızlanıyor…
Akademi dedim, çünkü ve ısrarla diplomalı cahillerin profesyonel uğraşı alanları dışında ispati vücut yapmak için, basın toplantılarında masaya ilişme çabaları, traji-komik bir oyunun perde önünde cereyan eden sonucu olarak karşımıza çıktı bu sefer. İşine gelen herşeyi “–mış gibi” diye tanımlayıp eleştirdikten sonra, -mış gibi olmanın arkasına saklanarak böyle bir tiyatro oynamak, ancak da hırsı, diplomasının önüne geçen cahillere yakışır… Başkasını kandırmaya çalışan aslında kendini kandırmaz mı?
Bu tür, cehalet örnekli konulardan epeydir uzak durmaya çalışıyordum, iyi de yapıyormuşum. Öyleyse; gidişattan ortaya çıkan taleple, zaman ve enerjimi daha çok keyif alacağım, daha yararlı olabileceğim konularda değerlendirmeye devam etmeliyim diye umuyorum! Bu plan çerçevesinde bir fıkrayla anlatayım meramımı:
“Komutan; tatbikat sırasında cephede dolaşırken siperde bekleyen bir askerin yanına gelir ve ona sorar.”
-Asker! Düşman ön taraftan gelirse ne yaparsın?
-Silahımı ona doğrultur vururum komutanım.
-Düşman sağ taraftan gelirse ne yaparsın?
-Sağ tarafa döner düşmanı vururum komutanım.
-Düşman sol taraftan gelirse ne yaparsın?
-Sol tarafa döner düşmanı vururum komutanım.
-Düşman arka taraftan gelirse ne yaparsın?
-Arka tarafa döner düşmanı vururum komutanım.
-Düşman gökyüzünden gelirse ne yaparsın?
-Yeter be komutanım, Mustafa Kemal’in askeri bir tek ben miyim!
Sanat diyelim tekrar ve biraz da tespit! Kronolojik bir dokümana rastlamamakla beraber; inanıyorum ki, KKTC’de uzun yıllardan beri uluslararası sanat etkinlikleri yapıla gelmektedir. 2005’den beri gerçekleştirilenlerin en azından bir kısmından haberdarım. Ancak, bir kısmının içinde bizzat organizatör veya katılımcı olarak yer almaktan da onur duyduğumu belirtmek isterim.
Akademisyenlerin, çalışma alanı sanat olan akademisyenlerin belki de en çok keyif aldıkları sosyal ortam, karma sergilerdir denilebilir. Paylaşım pek çok boyutuyla aktiftir karma sergilerde... Örneğin birbirine hasret insanlar görüşür, kim ne yapıyormuş görülür, kim kimle beraber vb. gibi durumlar izlenir. Ayrıca bir de; birkaç yıl önce “not” verdikleri çalışmaların kendi çalışmalarıyla aynı galeride sergilenmesi ile karşılaşabilir bu akademisyenler… Bir çelişki (conflict) gibi görünse de, mikro bir sosyal gerçeğe ayna tutmak ayarındadır aslında bu durum.
Bir de isminin ağırlığı değil de, yabancı bir dille yazılmış olması önemi nedeniyle uluslararası etkinliklere, birileriyle “beraber” katılıp, eziklikten kurtulma sendromunu ile çabalayanlar var elbette… Sergide resimlerinden çok; isminin yabancılarla “aynı” listede olmasından beklentili nemalanma ucuzluğunu sergileyenler!
Bugünlük son tespit yine akademik dünyadan olsun; “dosyalarına” koymak için, küçük tüccar-minik küratörlerin organizasyonlarına para ödeyerek katılıp, katılımı bienal diye kamufle ederek, yalnızca takvimi paralel sergilerine ne demeli bu artistlerin?
“Bir tek ben miyim”, bunu soran?
Yukarıdaki fıkra ile bağlayıcı olsun diye sorulmuş bu sorudan sonra; oradan koparak, sosyolojik bir tespitte bulunmanın zamanı geldi düşüncesindeyim! Öyleyse esas konumuza geçip oradan devam edelim:
Siyaseten, Fransız devrimiyle birlikte sosyoloji sahnesinde yerini alan ulusalcılık kavramı, son otuz yılda uluslarüstü güçlerin elinde değişik “fonlarla” biçim değiştirirken; doğal kabul ile sanat da en kolay enstrümanlardan biri olarak, ulusal medyadan beslenen maşalar aracılığıyla kullanılır. Bu dönemde; ulusal hedefler gözeterek ve estetik değerleri önemseyerek sanata yön veren kurum, kuruluş veya akademiler, tamamen sistemin dışında tutulur. Darbelere karşıymış gibi görünerek onun nimetlerinden tepe tepe yararlananlar, darbelerle apolitize edilen insanlar gibi, sanatı da bir nevi sahipsizleştirirler.
Öte taraftan aynı dönemde finans sektöründeki açıklardan yararlanarak, hızla zenginleşenlere yönelik yürütülen çalışmalarda; batı hedef gösterilerek, özünde oryantal tercihlerle ve kısa sürede sanat piyasası değiştirilir. Başka bir deyişle; toplumun erozyona uğrayan değer katmanlarıyla beraber sanat da arabeskleştirilir.
Sanatçıların; dünya görüşü ya da, siyasi parti tercihindeki farklılıkları bile; organizatörler ve katılımcılar kapsamında, bütünleştirici değerler olarak lanse edilmeye çalışılır. Buna karşın; bir kısım sanat çalışanı, doğum yerlerine göre sahiplenilerek piyasaya sürülür. Bu yeni yetmelere, özellikle milli değerler ve tabulara sataşmaları için pirim verilir. Batılı finansörlerin kanatları altında ciddi bir medya desteği de sağlanır bunlara.
Şimdilerde, siyasi parti isimleriyle birlikte yok olan o dönemin yönlendirilmiş arabesk zenginlerinin yeri; son on yılda, yeniden ve artık mantar gibi biten ve gerçek anlamıyla sanattan anlamayan ve hatta sanattan hoşlanmayan başka bir kitle ile doldurulmakta. Ancak, sınıf atlama mücadelesinde onların enstrüman olarak kullanmaya çalıştıkları estetikten yoksun değerleri; parayla ters orantılı yeni bir sosyolojik biçimlendirmeyi daha zorunlu kılar... Sanat, piyasa ve yönetim arasında, kimilerine göre gittikçe ucuzlaşan bir ilişki, kimilerine göre ise ilginç bir döngü ortaya çıkar. Çok derinlerine bile girmeden analiz edildiğinde durumun; Osmanlı’dan beri gelen ve devam eden “Batı’ya özenmenin” hiç değişmediği görülecektir.
Gerektiği üzere konuyu biraz daha açalım:
Geçen otuz yıllık süreç içinde küratörlerin, sosyo-design açısından yerine getirdikleri görevler, ortak medyada yeterince kullanılıp eskidiği için, artık aynı hareket alanlarında yeni yol veya yöntemlerin denenme zamanı gelir. Yorulan belleklerin tazelenip, yeniden planlanmış amaçlara doğru harekete geçirilmesi için başka motivasyon araçlarına gerek vardır. Daha kolay ve daha yaygın bir sanat çalışanı kitlesi ile temasa geçilerek değişik periyotlarda onlar bir araya getirilir. Profesyonel ve amatör ayrımı yapmaksızın, ya da sanatsal uğraşı alanı, insanlar bir araya getirilir. “Büyük” küratörler aracılığı ile elitleştirilen sanatın o yapay, o ticari mal ederi, o kalite sorunu geri plana itilir. Basın desteğiyle yaratılmış olan kağıttan kaplan sanat piyasasının, aslında hangi oyunlarla, borsa vari spekülasyonlar aracılığıyla, nasıl canlı tutulduğu; o pazar sistemine “ihanet edenler” tarafından özellikle müzayedelerde ve basılı yayınlarla deşifre edilir. Bu durum da, yeni yöntem arayışlarının başka bir etkeni olur…
Açıklamayı kapatacak olursak; son otuz yıla kadar sürdürülen sanatta evrensellik çabalarının sonucuna ulaşılmaya çalışılırken, toplum mühendisleri aracılığıyla “hedef” değiştirilir. Yeni hedef ve anti-ulusal hareketin güdümlü başarısı ile oluşturulmuş kaosundan kurtulmak için uğraşan sanat; kendini farklı bir rotada bulur…
Eldeki verilerle bu yazının son tespitini yapacak olursak: şimdilik rota olarak görülen o ki; sosyo-design açısından temel amaç aynı olmakla beraber, bu seferki biçimlendirmenin daha umursamaz olduğunu görüyoruz. Ulusal medyayı fazla önemsemeden, daha küçük ölçekli davranılıyor. Yerel medya araçları tercih ediliyor. Yerel yönetimlerin veya üniversitelerin desteğine başvuruluyor. Böylece, “yeni etkinlikler” ile sanat yeniden hareketlendiriliyor. Etkinlik sonunda iş teslim edildiği için, organizatör veya katılımcılar açısından piyasa sorunu da yaşanmıyor. Sanat simsarları veya herkes memnun mu durumdan, göreceğiz.
Bu rotanın farklı sıkıntıları da yok değil elbet. Örneğin; sanatta arz ve talebin, hizmet edilen sınıfa göre yeniden ayarlanıp biçimlendirilmesi sırasında, estetik ve kalite sorunlarının bypass edilmesi, bu sıkıntıların en belirgin göstergeleri olarak kabul edilebilir kanısındayım?
Siyaset ateşinin hala düşmediği şu günlerde ve yaşadığımız bu karanlık coğrafi bölgede, farklı bir bakış açısıyla ve özellikle, toplumsal boyutu ve sanatsal anlamıyla otuz yıl sonra gelinen nokta; işte o sosyo-design planlarının ve izlenen rotanın “yeni” sonucudur denilebilir.
Nasıl bugüne dünden geldik ise, yarına da bugünden gideceğiz kuşkusuz. Bu bağlamda, tarihsel sorumlulukları açısından akademisyenlere çok iş düşmektedir…
“Bir tek ben miyim”, bunu fark eden?
Sonsöz: eğitim alın, rotanız olsun, sanatla kalın…
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:42
31 Ağustos 2014, Pazar, Lefkoşa
YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!
Geçen hafta, okuma rekorumun kırıldığı yazımdan sonra, bu hafta yeniden akademiye dönmek içim parmaklarım beni sürüklüyor. Diğer yandan da, yaz aylarında yoğun olarak gerçekleştirilen uluslararası sanat etkinliklerinin, çalıştayların değişik kurumlarda yankı bulan kanat sesleri bu sayfada ilk defa irdelenmek için sabırsızlanıyor…
Akademi dedim, çünkü ve ısrarla diplomalı cahillerin profesyonel uğraşı alanları dışında ispati vücut yapmak için, basın toplantılarında masaya ilişme çabaları, traji-komik bir oyunun perde önünde cereyan eden sonucu olarak karşımıza çıktı bu sefer. İşine gelen herşeyi “–mış gibi” diye tanımlayıp eleştirdikten sonra, -mış gibi olmanın arkasına saklanarak böyle bir tiyatro oynamak, ancak da hırsı, diplomasının önüne geçen cahillere yakışır… Başkasını kandırmaya çalışan aslında kendini kandırmaz mı?
Bu tür, cehalet örnekli konulardan epeydir uzak durmaya çalışıyordum, iyi de yapıyormuşum. Öyleyse; gidişattan ortaya çıkan taleple, zaman ve enerjimi daha çok keyif alacağım, daha yararlı olabileceğim konularda değerlendirmeye devam etmeliyim diye umuyorum! Bu plan çerçevesinde bir fıkrayla anlatayım meramımı:
“Komutan; tatbikat sırasında cephede dolaşırken siperde bekleyen bir askerin yanına gelir ve ona sorar.”
-Asker! Düşman ön taraftan gelirse ne yaparsın?
-Silahımı ona doğrultur vururum komutanım.
-Düşman sağ taraftan gelirse ne yaparsın?
-Sağ tarafa döner düşmanı vururum komutanım.
-Düşman sol taraftan gelirse ne yaparsın?
-Sol tarafa döner düşmanı vururum komutanım.
-Düşman arka taraftan gelirse ne yaparsın?
-Arka tarafa döner düşmanı vururum komutanım.
-Düşman gökyüzünden gelirse ne yaparsın?
-Yeter be komutanım, Mustafa Kemal’in askeri bir tek ben miyim!
Sanat diyelim tekrar ve biraz da tespit! Kronolojik bir dokümana rastlamamakla beraber; inanıyorum ki, KKTC’de uzun yıllardan beri uluslararası sanat etkinlikleri yapıla gelmektedir. 2005’den beri gerçekleştirilenlerin en azından bir kısmından haberdarım. Ancak, bir kısmının içinde bizzat organizatör veya katılımcı olarak yer almaktan da onur duyduğumu belirtmek isterim.
Akademisyenlerin, çalışma alanı sanat olan akademisyenlerin belki de en çok keyif aldıkları sosyal ortam, karma sergilerdir denilebilir. Paylaşım pek çok boyutuyla aktiftir karma sergilerde... Örneğin birbirine hasret insanlar görüşür, kim ne yapıyormuş görülür, kim kimle beraber vb. gibi durumlar izlenir. Ayrıca bir de; birkaç yıl önce “not” verdikleri çalışmaların kendi çalışmalarıyla aynı galeride sergilenmesi ile karşılaşabilir bu akademisyenler… Bir çelişki (conflict) gibi görünse de, mikro bir sosyal gerçeğe ayna tutmak ayarındadır aslında bu durum.
Bir de isminin ağırlığı değil de, yabancı bir dille yazılmış olması önemi nedeniyle uluslararası etkinliklere, birileriyle “beraber” katılıp, eziklikten kurtulma sendromunu ile çabalayanlar var elbette… Sergide resimlerinden çok; isminin yabancılarla “aynı” listede olmasından beklentili nemalanma ucuzluğunu sergileyenler!
Bugünlük son tespit yine akademik dünyadan olsun; “dosyalarına” koymak için, küçük tüccar-minik küratörlerin organizasyonlarına para ödeyerek katılıp, katılımı bienal diye kamufle ederek, yalnızca takvimi paralel sergilerine ne demeli bu artistlerin?
“Bir tek ben miyim”, bunu soran?
Yukarıdaki fıkra ile bağlayıcı olsun diye sorulmuş bu sorudan sonra; oradan koparak, sosyolojik bir tespitte bulunmanın zamanı geldi düşüncesindeyim! Öyleyse esas konumuza geçip oradan devam edelim:
Siyaseten, Fransız devrimiyle birlikte sosyoloji sahnesinde yerini alan ulusalcılık kavramı, son otuz yılda uluslarüstü güçlerin elinde değişik “fonlarla” biçim değiştirirken; doğal kabul ile sanat da en kolay enstrümanlardan biri olarak, ulusal medyadan beslenen maşalar aracılığıyla kullanılır. Bu dönemde; ulusal hedefler gözeterek ve estetik değerleri önemseyerek sanata yön veren kurum, kuruluş veya akademiler, tamamen sistemin dışında tutulur. Darbelere karşıymış gibi görünerek onun nimetlerinden tepe tepe yararlananlar, darbelerle apolitize edilen insanlar gibi, sanatı da bir nevi sahipsizleştirirler.
Öte taraftan aynı dönemde finans sektöründeki açıklardan yararlanarak, hızla zenginleşenlere yönelik yürütülen çalışmalarda; batı hedef gösterilerek, özünde oryantal tercihlerle ve kısa sürede sanat piyasası değiştirilir. Başka bir deyişle; toplumun erozyona uğrayan değer katmanlarıyla beraber sanat da arabeskleştirilir.
Sanatçıların; dünya görüşü ya da, siyasi parti tercihindeki farklılıkları bile; organizatörler ve katılımcılar kapsamında, bütünleştirici değerler olarak lanse edilmeye çalışılır. Buna karşın; bir kısım sanat çalışanı, doğum yerlerine göre sahiplenilerek piyasaya sürülür. Bu yeni yetmelere, özellikle milli değerler ve tabulara sataşmaları için pirim verilir. Batılı finansörlerin kanatları altında ciddi bir medya desteği de sağlanır bunlara.
Şimdilerde, siyasi parti isimleriyle birlikte yok olan o dönemin yönlendirilmiş arabesk zenginlerinin yeri; son on yılda, yeniden ve artık mantar gibi biten ve gerçek anlamıyla sanattan anlamayan ve hatta sanattan hoşlanmayan başka bir kitle ile doldurulmakta. Ancak, sınıf atlama mücadelesinde onların enstrüman olarak kullanmaya çalıştıkları estetikten yoksun değerleri; parayla ters orantılı yeni bir sosyolojik biçimlendirmeyi daha zorunlu kılar... Sanat, piyasa ve yönetim arasında, kimilerine göre gittikçe ucuzlaşan bir ilişki, kimilerine göre ise ilginç bir döngü ortaya çıkar. Çok derinlerine bile girmeden analiz edildiğinde durumun; Osmanlı’dan beri gelen ve devam eden “Batı’ya özenmenin” hiç değişmediği görülecektir.
Gerektiği üzere konuyu biraz daha açalım:
Geçen otuz yıllık süreç içinde küratörlerin, sosyo-design açısından yerine getirdikleri görevler, ortak medyada yeterince kullanılıp eskidiği için, artık aynı hareket alanlarında yeni yol veya yöntemlerin denenme zamanı gelir. Yorulan belleklerin tazelenip, yeniden planlanmış amaçlara doğru harekete geçirilmesi için başka motivasyon araçlarına gerek vardır. Daha kolay ve daha yaygın bir sanat çalışanı kitlesi ile temasa geçilerek değişik periyotlarda onlar bir araya getirilir. Profesyonel ve amatör ayrımı yapmaksızın, ya da sanatsal uğraşı alanı, insanlar bir araya getirilir. “Büyük” küratörler aracılığı ile elitleştirilen sanatın o yapay, o ticari mal ederi, o kalite sorunu geri plana itilir. Basın desteğiyle yaratılmış olan kağıttan kaplan sanat piyasasının, aslında hangi oyunlarla, borsa vari spekülasyonlar aracılığıyla, nasıl canlı tutulduğu; o pazar sistemine “ihanet edenler” tarafından özellikle müzayedelerde ve basılı yayınlarla deşifre edilir. Bu durum da, yeni yöntem arayışlarının başka bir etkeni olur…
Açıklamayı kapatacak olursak; son otuz yıla kadar sürdürülen sanatta evrensellik çabalarının sonucuna ulaşılmaya çalışılırken, toplum mühendisleri aracılığıyla “hedef” değiştirilir. Yeni hedef ve anti-ulusal hareketin güdümlü başarısı ile oluşturulmuş kaosundan kurtulmak için uğraşan sanat; kendini farklı bir rotada bulur…
Eldeki verilerle bu yazının son tespitini yapacak olursak: şimdilik rota olarak görülen o ki; sosyo-design açısından temel amaç aynı olmakla beraber, bu seferki biçimlendirmenin daha umursamaz olduğunu görüyoruz. Ulusal medyayı fazla önemsemeden, daha küçük ölçekli davranılıyor. Yerel medya araçları tercih ediliyor. Yerel yönetimlerin veya üniversitelerin desteğine başvuruluyor. Böylece, “yeni etkinlikler” ile sanat yeniden hareketlendiriliyor. Etkinlik sonunda iş teslim edildiği için, organizatör veya katılımcılar açısından piyasa sorunu da yaşanmıyor. Sanat simsarları veya herkes memnun mu durumdan, göreceğiz.
Bu rotanın farklı sıkıntıları da yok değil elbet. Örneğin; sanatta arz ve talebin, hizmet edilen sınıfa göre yeniden ayarlanıp biçimlendirilmesi sırasında, estetik ve kalite sorunlarının bypass edilmesi, bu sıkıntıların en belirgin göstergeleri olarak kabul edilebilir kanısındayım?
Siyaset ateşinin hala düşmediği şu günlerde ve yaşadığımız bu karanlık coğrafi bölgede, farklı bir bakış açısıyla ve özellikle, toplumsal boyutu ve sanatsal anlamıyla otuz yıl sonra gelinen nokta; işte o sosyo-design planlarının ve izlenen rotanın “yeni” sonucudur denilebilir.
Nasıl bugüne dünden geldik ise, yarına da bugünden gideceğiz kuşkusuz. Bu bağlamda, tarihsel sorumlulukları açısından akademisyenlere çok iş düşmektedir…
“Bir tek ben miyim”, bunu fark eden?
Sonsöz: eğitim alın, rotanız olsun, sanatla kalın…
No comments:
Post a Comment