Sunday, February 22, 2015

Kaygun, Miro, Giacometti

Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:68



“Şans, ona hazır olan yüze güler” sözünün yanına bir de “istemek” eklenince, geçen hafta çok verimli bir İstanbul gezisi geçirdiğimi söyleyebilirim.  Tam da “şimdi İstanbul’da olmak vardı…” dedirten türden bir zamanlama ile...  Şahin Kaygun sergisi kapanmadan bir gün önce, Giacometti sergisi açıldıktan üç gün sonra ve Miro sergisi uzatıldığı için üçünü de keyifle gezebilmek benim için gerçekten bir şanstı.

Adını andığım bu üç sanatçı için ayrı ayrı makaleleri, sanatla ilgili akademik yayınlar için hazırlamak çok daha önemli bir işi başarmak olurdu.  Ancak bu sayfada, özet olarak üçünü birlikte sunmam, şimdilik, çok da kötü olmaz diye düşünüyorum.

1980’li yılların ortaları, geleceğe yol belirleme endişelerinin topografi ile ilgisi olmadığı günler… Kağıt, kalem, silgi, desen  ve ufak bir daktilo… Toz, duman, yağmur, çamur ve agrandisörlerin oradan geçen kıvrımlı bir kader çizgisi… Dergilerin, kitapların arasından sızan küçük bir ışık ile okunacak bir yol haritası endişesi bu. Topografi ile macerası ondan yok!  Öğrenme sevdası, bir de yürümek geleceğe…

Öğretirken yapılan hataların ışıktan yanan kartlarını, deneysel oyun alanına çevirip, leke ve biçimlerle uğraşırken; fotoğrafın karanlık odasının aydınlanmaya başladığını master tezimde “görüntüleri analiz ederken” fark ettim.  İşte tam da o zamanlar Şahin Kaygun’un polaroid çalışmalarına rastlamaktan mutluluk duyduğumu çok iyi hatırlıyorum.

Şahin Kaygun; fotoğraf ile başladığı sanat hayatına, yönetmenliğini yaptığı iki uzun metrajlı film “Afife Jale” ve “Dolunay”  ile devam eder. "Dul bir Kadın", "adı Vasfiye" ve "Anayurt Oteli" filmlerinde sanat yönetmenliği yapar.  1992 yılında 41 yaşında vefat eder Şahin Kaygun.

Aldığı grafik eğitimi ile fotoğraflarına taşıdığı o görsel disiplini tüm çalışmalarında görmek mümkündür. Özellikle, polaroidleri ile sanat dünyasının aykırı kişiliği olarak o dönemde anılması, deneysel çalışmalarının alışılmadık veya henüz kabul görmemişliği ile ilgiliydi denilebilir.  Sergi broşüründen iki paragrafı, yazım dilini gözden geçirerek aşağıda paylaşıyorum:

Şahin Kaygun; Türk fotoğraf ortamının en idealist ve öncü karakterlerinden biriydi. Disiplinler arası kavramının Türk fotoğraf kültüründe henüz daha gündeme gelmediği 1980'li yıllarda; resim, grafik ve sinema gibi farklı alanları, çalışmalarıyla birbirine yakınlaştırdı.  Kaygun, fotoğrafın tekniğine ilişkin yeni ve şaşırtıcı uygulamalar gerçekleştirdi. Türkiye'de fotoğraf çalışmalarının diğer sanat dallarıyla olan bağını, kendine göre yorumlarla güçlendirmek için uğraştı.  Çağdaş yaklaşımıyla farklı teknikler arasındaki sınırları zorlamaktan vazgeçmedi.  Gerçekleştirdiği her çalışma, fotoğrafa ilişkin yeni bir düşünce ve üretim alanı oluşturdu.

İstanbul Modern’deki sergi; küratör Sena Çakırkaya’nın sanatçının arşivi üzerinde detaylı çalışması ile ortaya çıkmış bir sergi. Sergi; Kaygun'un 1980'lerden itibaren fotoğraf üzerine deneysel müdahalelerde bulunduğu Polaroid çalışmalarından sinema alanındaki üretimlerine; fotoğraf ve resim arasındaki sınırı gitgide yakınlaştırdığı son dönemine kadar uzanıyor. Özellikle 1980'lerin politik ortamında yaşanan içe kapanmanın sanat alanında hissedilebildiği dönemi ele alan sergide, Kaygun'un çalışmaları zamanının ruhunu kişisel bir bakış açısıyla dışa vuruyor.

Dedikten sonra ikinci sergi için Sakıp Sabancı Müzesi’ne geçip Joan Miró neler yapmış bir bakmalı!

Joan Miró

"Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar" başlıklı sergide, sanatçının yıllar boyunca kullandığı ve sonraki çalışmalarında zirveye ulaşan temalara göndermeler yapılmaktaydı. Serginin odaklandığı olgunluk yılları, sanatçının muhtemelen en keyifli dönemidir. 1956'da Palma de Mallorca'ya yerleştiği bu dönemde Miró, maddi endişelerinin üstesinden gelmiş, İspanyol İç Savaşı ve ikinci Dünya Savaşı'nın getirdiği belirsizlik ve sıkıntılar da bu arada sona ermiştir. Sanatçı bu dönemde, arkadaşı mimar Josep Lluis Sert tarafından kendisi için tasarlanan büyük bir stüdyoya kavuşmuş, böylece büyük boyutlarda çalışması, eserlerini çeşitlendirmesi, resimlerine eşlik edecek heykel ve baskılar yapması, ayrıca dokuma çalışmalarına başlaması mümkün olmuştur.

Miró bu süreçte temalarını sınırlandırmış, tarzını belirlemiş, renklerinde çeşitliliği azaltmış ve kısıtlı sayıda öğelerden oluşan biçimsel bir dil oluşturmuştur. Kadın, kuş, ay, güneş ve takımyıldızlardan oluşan bu öğeler, daha genel kavramlara, yeryüzü ve gökyüzüne, aralarındaki ilişkiye ve ideal uyum olasılığına gönderme yapmıştır. Tüm yapıtlarında bulunan kavramsal işaretler dilinin birleşmesiyle oluşan bu özgünlük, sanatçının kendini teknik açıdan tamamen deneyselliğe adamasına olanak sağlamıştır.

Sergide yağlıboya ve akrilik tablolar, taşbaskı ve gravür baskılar yanı sıra; Miró'nun assemblage tekniğiyle bir araya getirdiği heykellerinin tüm aşamaları model ve çizimlerle beraber sunuluyor. Bu önemli eserlerle birlikte sergide; halılar, dokumalar, seramikler ve şiir kitapları gibi, sanatçının farklı alanlardaki çalışmaları da sergileniyor.  Özellikle baskı teknikleriyle ilgili videosu,  bugünün dijital teknolojisini kullanarak çalışmalarını “çoğaltanlara” iyi bir referans olabilir diye de eklemek isterim.

Giacometti,

Yağmurlu ve soğuk bir İstanbul gününün sabahında Pera Müzesi’nin kapısından içeri girerken başka bir dünya devi ile yüzleşeceğimizi de biliyorduk.  Sanatçılarla ilgili genel yargıya inat; Joan Miró gibi Alberto Giacometti de yaşarken dünya nimetlerinden yararlanma şansını yakalayanlardan biri. 20.yüzyıl sanatının önde gelen isimlerinden heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti'nin (1901-1966) retrospektif bir yaklaşımla hazırlanmış Türkiye'deki ilk sergisi idi yüzleştiğimiz. Gençlik dönemi çalışmalarından son yapıtlarına, büyük ölçüde yaşamı boyunca çalıştığı Montparnasse'taki atölyesinde geçen sanat yaşamından örnekler ile karşımızdaydı Giacometti.

Giacometti, çok erken yaslarda başladığı kariyerinde yeni-izlenimci ilk yapıtlarından sonra post-kübist ve gerçeküstücü eserlere yönelir. Bir dönem içinde yer aldığı gerçeküstücü hareketten insan formunun gerçekliğini arayışındaki farklılaşmaya geçer. Ölümüne dek, yeniden ve yeniden ürettiği heykel ve resimlerinde insan figürüyle baş başa bir serüvene girişir. Küçük atölyesinde çalıştığı, başlar ve ince uzun figürlerde gerçeği olduğu gibi değil, kendisine göründüğü gibi betimler. İşte bu betimlemeler ve heykeller, öğrencilik yıllarımızın kitaplarından çıkmış gibi karşımızdaydı…

Serginin, Giacometti'nin çalışmalarının belirleyici iki dönemi olan II.Dünya Savaş öncesi ve sonrası çevresinde, özel hayatına, dönemin önde gelen sanatçı ve entelektüelleriyle dostluklarına  kadar uzanan yaşamöyküsel ve tematik bir seyirde sunulması, izleyicinin sanatçıyı daha rahat anlamasına ışık tutuyor.  Her iki serginin ışıklandırması da mükemmeldi.

Mustafa, Selen ve Yükselen’e teşekkür ederek, İstanbul’dan ve sergilerden Kıbrıs’a dönersek; “Leonardo Da Vinci’nin Makineleri”ni getiren Yakın Doğu Üniversitesi’nin daha büyük sanatsal etkinliklere ev sahipliği yapacağı inancımın pekiştiğini belirtmek isterim.

Eğitim alın, tebdili mekanda ferahlık vardır seyahat edin, sanata yakın kalın…