Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:71
Bu hafta karmaşık bir giriş olacak, dönemin karmaşasını yansıtması açısından da güzel bir giriş. Dijital arşivimde araştırıp, çevremdeki alim insanlara ve arama motorlarına sorduğum halde; bir türlü orijinalini bulamadım o sözün. Aklımda kaldığı kadarı, argümanıma temel oluşturabilir diye düşündüm. Oradan alıp ile bir cümle sayfamda paylaşabilirdim. Ancak, potansiyel yanılgının içerikle bağışlanamayacağını düşünmekten de rahatsız oluyordum ki; bir arkadaşımdan mail geldi!
1930’lu yılların sonları 1940’lı yılların ise başları. Amerika’nın; Einstein, Brecht, Thomas Mann ve Schoenberg gibi çalışma alanlarının öncü insanları yanı sıra, Chagall, Max Ernst ve George Grosz gibi önemli ressamlar ile Panofsky gibi sanat tarihçilere göçmen olarak kapılarını açtığı yıllar bu yıllar. Almanya’da sanatın uygulamalı öğretilmesi ile bir ekol olmuş Bauhaus’dan da önemli kişilerin aralarında bulunduğu çok seçkin bir göçtür Amerika’nın kapısına gelen. O kapıdan geçenlerin çaldığı başka bir kapı daha var içeride. Walter Cook’un müdürlüğünü yaptığı, New York Sanat Enstitüsünün kapısı. Dahilerin dayandığı kapı o.
Amerika’nın henüz II.Dünya Savaşına girmeden önceki yıllar… O coğrafyada herkesin, her yerde korkuyu konuştuğu yıllar. Hitlerin eliyle emperyalizmin Avrupa’da kendi yarattığı faşizm ile yüzleştiği yıllar. Walter Cook, “Hitler hakkında mı konuşuyorsunuz?” diyor etrafındakilere... “Hitler benim en iyi arkadaşım. O ağacı sallıyor ve ben de bütün elmaları topluyorum” diyor. Peşinde koştuğum söz buydu!
Bu “vahşice” söylenmiş sözün, okumakta olduğunuz bu yazıdaki sadece, fikre destek için bir benzetme niyetine kullanılmak istendiğine dikkatinizi çekerek devam edelim…
Söz konusu olan elbette “elma” ağacı değil sallanan. Avrupa’daki savaşın zulmünden Amerika’ya kaçan özellikle bilim ve sanat insanlarıdır “meyve” diye kastedilen.
Batılı kaynaklar pek ilintilendirmez ancak, II.Dünya Savaşındakine benzer bir göç, ondan yaklaşık beş yüzyıl önce de vukuu bulmuştur.
Beşyüzyıl önce; İstanbul’un fethinden sonra Batı’ya, özellikle de İtalya’ya göçen yetişmiş insanların o meşhur Rönesans’ın yükselişine katkısı pek söylenmez. Sanki “vahiy” düşer o topraklara da Rönesans yeşerir birden bire... Yetişmiş insan gücü, beyin göçüdür aslında o yöne doğru kayan...
Bu arada; bilim ve sanat Batıya göç ederken vahiy Doğuda kalır…
İkinci Dünya savaşında Hitler’in sert rüzgarı Avrupa’dan Amerika’ya doğru beyinleri göçertir… Walter Cook’un Hitler’e minnettarlığında dostluk değil, bu çıkar vardır!
Gelelim bu sözü niye kullandığıma:
12 Eylül darbesinin ürünlerinden biri olan 2547 sayılı YÖK Kanununa göre sınavları geçmiş, gereken “puanları” toplamış ve akademik ilerlemesini “yetkinlik” üzerinden değil de rakamlar üzerinden gerçekleştirmiş bir kuşaktan sonra; akademik bilgi düzeyi tam ölçülemeyen, genel kültürden yoksun, entelektüel alt yapısı gelişmemiş, liyakatten uzak, mesleki heyecanı ve merakı olmayan, ikinci bir kuşağın; akademik kadroları doldurmakta olması; bugüne göre gelecekte daha vahim sonuçlarla karşılaşacağımızın da göstergesidir. Günlük gazetelere dahi konu olan bu tür “hormonlu akademisyenlerin” sayısının gittikçe artması, üniversiteler için, bilim ve sanat dünyası için, ülkemiz için çok ciddi bir sorundur.
Doğrudan sonuca gidilmesi hedefiyle yürütülen ezber çalışmalar; siyasi beklenti ve kaygılar üzerine oturtulmuş küresel güç ilişkileri ve yükseköğretimdeki “pazar” sorunu; bilim, teknoloji, felsefe ve sanat ilişkisini adeta unutturmuştur.
YÖK’ün varlığı ve üyelerinin ağırlıklı olarak siyasi erk tarafından belirlenmesine de, hormonlu YÖK benzetmesi yapılabilir mi acaba? Gidişata göre, akademinin tamamen siyasallaşacağı kaygısı ve bunun akademik özerklik ile bağdaşmayacağının açıklığı, “bir şey” ile benzetmeye gerek bırakmıyor kanısındayım.
“Yakından Sanat’ta” daha önce de değinmiştim. Üniversiteleri üniversite yapan değerlerin bir toplam olarak ele alınması gerekir diye. Tüm “ranking”, tüm listelerde “mezunların kabul görürlüğü” en önemli kriterlerden biridir. Nobel ödüllü bir mezununuz varsa, o sene akademik nadasa yatmış olun, yine de listelerin ön sıralarında yer bulabilirsiniz! Neden, Türkiye’den bir İstanbul Üniversitesi o listelerin ilk 500’ünde zaman zaman görülüyor?
Bir yüksek öğretim kurumuna iyi ya da ortalama bir düzeydedir diyebilmek için yaklaşık 30 yıl geçmesi gerektiğine inanılır. Peki, kuruluşunun daha onuncu yılını tamamlamamış, araştırma laboratuarları olmayan, doktora programlarından mezun bile verememiş bazı üniversitelerin; doğal olarak yer alamadıkları uluslararası listelere karşın, “mahalli” listelerdeki sıralanmalarına ne demeli? Örneğin; Sabancı, Bilkent, Özyeğin, Koç, TOBB-ETÜ o listelerin ilk sıralarında neden yer alıyorlar?
Çatısı altında çalıştığım için rahatlıkla söyleyebilirim; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden Yakın Doğu Üniversitesi’nin de izlediği strateji ile, çok yakın bir zamanda o listelere gireceğini tahmin ediyorum.
İşte buradan sonra artık yazının cevaplama aşamasına geçmeli!
Siyasi beklenti ve kaygılarla biçimlenen eğitim sistemi; yetişmiş insan gücü, beyin göçü veya akademisyen transferlerinin de nedeni oluyor. Bendeniz dahil, en verimli çağında devlet üniversitelerinden vakıf ya da özel üniversitelere geçen, yetişmiş akademisyenlerin sayısının ve etkisinin, o sıralamalarda oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Sistem sallayınca, elmaları başkaları topluyor!
*****
Bugün biz bu satırları okurken YGS için 2 milyon 46 bin 732 aday sınavda ter döküyor olacak! Sınava başvuranların 908 bin 65'ini lise son sınıf öğrencileri, 407 bin 825'ini geçen yıl liseden mezun olanlar, 810 bin 791'ini ise daha önceki yıllarda liseyi bitirenler oluşturuyor. Adayların, 756 bin 473'ü geçen yıl da ÖSYS'ye girmiş.
2 milyon 46 bin 731 aday, bizim Başaran ile beraber, YGS sınavında bugün!
Türkiye ’de en hızlı değişen şey eğitim sistemi. Son 11 yılda eğitimin içeriğinden, sınav sistemine kadar 13 temel değişiklik yapılmış. Siyasi beklenti ve kaygılarla yap-boza dönen eğitim sisteminin kurbanı üniversiteler, öğrenciler ve elbette ülkenin geleceği…
Başaran’ın nezdinde sınava girecek herkese, açık bir ufuk ve aydınlık bir gelecek dileğimle…
Eğitim alın, meslekte liyakate inanın ve sanata yakın kalın…
Bu hafta karmaşık bir giriş olacak, dönemin karmaşasını yansıtması açısından da güzel bir giriş. Dijital arşivimde araştırıp, çevremdeki alim insanlara ve arama motorlarına sorduğum halde; bir türlü orijinalini bulamadım o sözün. Aklımda kaldığı kadarı, argümanıma temel oluşturabilir diye düşündüm. Oradan alıp ile bir cümle sayfamda paylaşabilirdim. Ancak, potansiyel yanılgının içerikle bağışlanamayacağını düşünmekten de rahatsız oluyordum ki; bir arkadaşımdan mail geldi!
1930’lu yılların sonları 1940’lı yılların ise başları. Amerika’nın; Einstein, Brecht, Thomas Mann ve Schoenberg gibi çalışma alanlarının öncü insanları yanı sıra, Chagall, Max Ernst ve George Grosz gibi önemli ressamlar ile Panofsky gibi sanat tarihçilere göçmen olarak kapılarını açtığı yıllar bu yıllar. Almanya’da sanatın uygulamalı öğretilmesi ile bir ekol olmuş Bauhaus’dan da önemli kişilerin aralarında bulunduğu çok seçkin bir göçtür Amerika’nın kapısına gelen. O kapıdan geçenlerin çaldığı başka bir kapı daha var içeride. Walter Cook’un müdürlüğünü yaptığı, New York Sanat Enstitüsünün kapısı. Dahilerin dayandığı kapı o.
Amerika’nın henüz II.Dünya Savaşına girmeden önceki yıllar… O coğrafyada herkesin, her yerde korkuyu konuştuğu yıllar. Hitlerin eliyle emperyalizmin Avrupa’da kendi yarattığı faşizm ile yüzleştiği yıllar. Walter Cook, “Hitler hakkında mı konuşuyorsunuz?” diyor etrafındakilere... “Hitler benim en iyi arkadaşım. O ağacı sallıyor ve ben de bütün elmaları topluyorum” diyor. Peşinde koştuğum söz buydu!
Bu “vahşice” söylenmiş sözün, okumakta olduğunuz bu yazıdaki sadece, fikre destek için bir benzetme niyetine kullanılmak istendiğine dikkatinizi çekerek devam edelim…
Söz konusu olan elbette “elma” ağacı değil sallanan. Avrupa’daki savaşın zulmünden Amerika’ya kaçan özellikle bilim ve sanat insanlarıdır “meyve” diye kastedilen.
Batılı kaynaklar pek ilintilendirmez ancak, II.Dünya Savaşındakine benzer bir göç, ondan yaklaşık beş yüzyıl önce de vukuu bulmuştur.
Beşyüzyıl önce; İstanbul’un fethinden sonra Batı’ya, özellikle de İtalya’ya göçen yetişmiş insanların o meşhur Rönesans’ın yükselişine katkısı pek söylenmez. Sanki “vahiy” düşer o topraklara da Rönesans yeşerir birden bire... Yetişmiş insan gücü, beyin göçüdür aslında o yöne doğru kayan...
Bu arada; bilim ve sanat Batıya göç ederken vahiy Doğuda kalır…
İkinci Dünya savaşında Hitler’in sert rüzgarı Avrupa’dan Amerika’ya doğru beyinleri göçertir… Walter Cook’un Hitler’e minnettarlığında dostluk değil, bu çıkar vardır!
Gelelim bu sözü niye kullandığıma:
12 Eylül darbesinin ürünlerinden biri olan 2547 sayılı YÖK Kanununa göre sınavları geçmiş, gereken “puanları” toplamış ve akademik ilerlemesini “yetkinlik” üzerinden değil de rakamlar üzerinden gerçekleştirmiş bir kuşaktan sonra; akademik bilgi düzeyi tam ölçülemeyen, genel kültürden yoksun, entelektüel alt yapısı gelişmemiş, liyakatten uzak, mesleki heyecanı ve merakı olmayan, ikinci bir kuşağın; akademik kadroları doldurmakta olması; bugüne göre gelecekte daha vahim sonuçlarla karşılaşacağımızın da göstergesidir. Günlük gazetelere dahi konu olan bu tür “hormonlu akademisyenlerin” sayısının gittikçe artması, üniversiteler için, bilim ve sanat dünyası için, ülkemiz için çok ciddi bir sorundur.
Doğrudan sonuca gidilmesi hedefiyle yürütülen ezber çalışmalar; siyasi beklenti ve kaygılar üzerine oturtulmuş küresel güç ilişkileri ve yükseköğretimdeki “pazar” sorunu; bilim, teknoloji, felsefe ve sanat ilişkisini adeta unutturmuştur.
YÖK’ün varlığı ve üyelerinin ağırlıklı olarak siyasi erk tarafından belirlenmesine de, hormonlu YÖK benzetmesi yapılabilir mi acaba? Gidişata göre, akademinin tamamen siyasallaşacağı kaygısı ve bunun akademik özerklik ile bağdaşmayacağının açıklığı, “bir şey” ile benzetmeye gerek bırakmıyor kanısındayım.
“Yakından Sanat’ta” daha önce de değinmiştim. Üniversiteleri üniversite yapan değerlerin bir toplam olarak ele alınması gerekir diye. Tüm “ranking”, tüm listelerde “mezunların kabul görürlüğü” en önemli kriterlerden biridir. Nobel ödüllü bir mezununuz varsa, o sene akademik nadasa yatmış olun, yine de listelerin ön sıralarında yer bulabilirsiniz! Neden, Türkiye’den bir İstanbul Üniversitesi o listelerin ilk 500’ünde zaman zaman görülüyor?
Bir yüksek öğretim kurumuna iyi ya da ortalama bir düzeydedir diyebilmek için yaklaşık 30 yıl geçmesi gerektiğine inanılır. Peki, kuruluşunun daha onuncu yılını tamamlamamış, araştırma laboratuarları olmayan, doktora programlarından mezun bile verememiş bazı üniversitelerin; doğal olarak yer alamadıkları uluslararası listelere karşın, “mahalli” listelerdeki sıralanmalarına ne demeli? Örneğin; Sabancı, Bilkent, Özyeğin, Koç, TOBB-ETÜ o listelerin ilk sıralarında neden yer alıyorlar?
Çatısı altında çalıştığım için rahatlıkla söyleyebilirim; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden Yakın Doğu Üniversitesi’nin de izlediği strateji ile, çok yakın bir zamanda o listelere gireceğini tahmin ediyorum.
İşte buradan sonra artık yazının cevaplama aşamasına geçmeli!
Siyasi beklenti ve kaygılarla biçimlenen eğitim sistemi; yetişmiş insan gücü, beyin göçü veya akademisyen transferlerinin de nedeni oluyor. Bendeniz dahil, en verimli çağında devlet üniversitelerinden vakıf ya da özel üniversitelere geçen, yetişmiş akademisyenlerin sayısının ve etkisinin, o sıralamalarda oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Sistem sallayınca, elmaları başkaları topluyor!
*****
Bugün biz bu satırları okurken YGS için 2 milyon 46 bin 732 aday sınavda ter döküyor olacak! Sınava başvuranların 908 bin 65'ini lise son sınıf öğrencileri, 407 bin 825'ini geçen yıl liseden mezun olanlar, 810 bin 791'ini ise daha önceki yıllarda liseyi bitirenler oluşturuyor. Adayların, 756 bin 473'ü geçen yıl da ÖSYS'ye girmiş.
2 milyon 46 bin 731 aday, bizim Başaran ile beraber, YGS sınavında bugün!
Türkiye ’de en hızlı değişen şey eğitim sistemi. Son 11 yılda eğitimin içeriğinden, sınav sistemine kadar 13 temel değişiklik yapılmış. Siyasi beklenti ve kaygılarla yap-boza dönen eğitim sisteminin kurbanı üniversiteler, öğrenciler ve elbette ülkenin geleceği…
Başaran’ın nezdinde sınava girecek herkese, açık bir ufuk ve aydınlık bir gelecek dileğimle…
Eğitim alın, meslekte liyakate inanın ve sanata yakın kalın…
No comments:
Post a Comment