Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:80
Bugün işim zor görünüyor. Başlıklardan da anlaşılacağı üzere birbirinden oldukça uzak ve hatta ilintisiz gibi görünen konular üzerine yazmaya karar verdim.
Ancak, konu bağlantılarını her zaman olduğu gibi sanat ile yapacağım. Başlığın altında şunlar var kısaca: Toplumsal bir felaket, kişisel bir dram ve kurumsal bir başarı…
Sosyal medyada da paylaşılan Mehmet Keskin (Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015 Pazartesi) yazısı; “darbe” ve sanatla ilintili yazılanlar arasından yeterince özet niteliği taşıyor:
“12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, 1989’da Cumhurbaşkanlığı’ndan emekli olduktan sonra resme merak sardı. Bir söyleşisinde, resme ilgisinin 1929’da ortaokul birinci sınıfta başladığını söyleyen Evren’in resimleri, düzenlenen müzayedelerde, kendisine yapılan ev ziyaretlerinde işadamları tarafından peynir - ekmek gibi satın alındı. New York’ta bir müzeyi gezerken karşılaştığı Pablo Picasso’nun resimleri için “Bunları ben de yaparım,” diyen Evren, 1993’te Beyoğlu Aksanat’taki sergisinin açılışında, kendisinin resimlerinin değerinin de tıpkı birçok ünlü ressamınki gibi öldükten sonra artabileceğini ummuştu. Evren “Belli olmaz, bakarsınız bu tablolar ben öldükten sonra milyarlara da gidebilir,” diyordu. Lakin, sergideki bir resminin dönemin parasıyla 500 milyon liraya zatın alınmasından güç alan Evren’in ‘yapıt’larının değeri, geçen yıllarla artan ‘ah’lardan olsa gerek ki, sürekli düştü.”
Konuya ilişkin bir başka yayını daha sizlerle paylaşıp değil sadece yukarıda konu edilen “sanatın”, topyekün bir ülkenin çektiği eziyetin (%92 evet diyenlerin hiç mi günahı yok?) bir zamanlar sahibi olarak sembolleştirilip yüceltilen; sonrasında ise o sembolleştirenler tarafından “sebep” olarak suçlanan kişinin, kızının mülakatına cevaben http://riturkey.org/2015/05/senay-gurvite-acik-mektup-eylem-delikanli/ adresinden yayınlanan bir paragraf, başka bir özet:
“Tarih bir gün bu haksızlığı yazacak demişsin. Bahsettiğin tarihi kim yazacak bilmiyoruz ama biz yukarıda bahsini ettiğim çocuklar, kadınlar ve erkekler bir tarih yazıyoruz. Yazıyoruz ki, bizden sonrakiler babanı kanlı bir cuntanın lideri, ülkeyi karanlığın en dibine sürükleyen kişi, bugünün mimarı olarak bilsin. Yazıyoruz ki, ne sen ne de bir başkası bir daha asla ‘babama haksızlık yapıldı’ diyebilsin. Bütün bu saydıklarım, şikayet ettiğin bugünler ‘bir daha olsa yapmakta yine tereddüt etmeyecek’ babanın ve cuntanın eseri. Gurur duyabilirsin.”
Detaylarını ilgili adreslerde bulabileceğiniz her iki alıntıyı da yorumsuz aktardım.
Yukarıda özetlenen toplumsal felaketten kişisel bir drama geçelim:
Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin artık markalaşan etkinliği Akademiada’nın altıncısını tamamlamak üzereyiz…
Bu yılki ziyaretçilerimiz arasında Milletvekili Dr. Arif Albayrak da vardı. Profesyonel mesleği dışında sanatın pek çok alanında üretim yapmaya çalışan, sanata ilgisi ve desteği olan Albayrak’ın ziyareti sırasında sohbetimize “Karadut” karıştı. Aklımda olduğunca ve dilim döndüğünce açıklamaya çalıştım.
karadut-şiiri-ve-hikayesi-bedri-rahmi-eyüboğlu diye internette araştırma yapınca çıkan sayfalardan birinde anlatılan hikaye şöyle:
1949'da bir gün İstanbul Büyük Kulüp'teki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını isterler. Eyüboğlu ayağa kalkar ve Karadut'u okumaya başlar:
KARADUT
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum
Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun.
Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzülür. Salondaki herkes niye ağladığını anlar; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren Eyüboğlu... Çünkü şiirde "kadınım, kısrağım, karımsın” dediği kadın, karısı değildir.
Bu şiiri 3 yıl önce, bir başka kadın için yazar Bedri Rahmi: Mari Gerekmezyan...
Mari, Bedri Rahmi'nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir. O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine, "kara saplı bir bıçak gibi” saplanmıştır.
Mari, Bedri Rahmi'nin bir büstünü yapmıştır. Bedri Rahmi bu büstü, Mari'nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştır. Artık aşklarından bütün İstanbul haberdardır. Bu süreçte Bedri Rahmi, sanatında tam bir patlama yaşar, Eren Eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine dönmesini bekler.
Mari, yani "Karadut", 1946'da menenjit tüberküloz kapar. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdır. Savaş yeni bitmiştir ve ilaç ateş pahasıdır. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başlar. Ancak bu çabalar sonuç vermez ve Mari Gerekmezyan ölür. Bedri Rahmi yıkılmıştır:
Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim, yoruldu
Yıkılan adam nasıl ayağa kalktı konusunu başka bir yazıya bırakıp, Arif Albayrak ve onu çağıran Mustafa Hastürk’e teşekkür ederek kurumsal bir başarıya; Akademiada ya dönelim:
Akademiada; yarın sergisini açıp altıncısını da tamamlayacağız. Geçen yıllarda olduğu gibi heykel ile tozu dumana katmayınca sönük geçti gibi görünüyor olmakla beraber, bu sefer daha özel ve aleni bir iz bırakacağız adada… Muflon heykeli… Muflon heykeli bu yılki Akademiada’da sonuçlanmış ve yerine konulmuş olacak!
Muflon dışındaki çalışmalardan oluşan sergi; yarın (18 Mayıs 2015 pazartesi günü) saat 11:00’de Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi sergi salonunda açılacak. Biz orada olacağız, sizi de bekleriz!
Eğitim alın, sanata yakın kalın…
Bugün işim zor görünüyor. Başlıklardan da anlaşılacağı üzere birbirinden oldukça uzak ve hatta ilintisiz gibi görünen konular üzerine yazmaya karar verdim.
Ancak, konu bağlantılarını her zaman olduğu gibi sanat ile yapacağım. Başlığın altında şunlar var kısaca: Toplumsal bir felaket, kişisel bir dram ve kurumsal bir başarı…
Sosyal medyada da paylaşılan Mehmet Keskin (Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015 Pazartesi) yazısı; “darbe” ve sanatla ilintili yazılanlar arasından yeterince özet niteliği taşıyor:
“12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, 1989’da Cumhurbaşkanlığı’ndan emekli olduktan sonra resme merak sardı. Bir söyleşisinde, resme ilgisinin 1929’da ortaokul birinci sınıfta başladığını söyleyen Evren’in resimleri, düzenlenen müzayedelerde, kendisine yapılan ev ziyaretlerinde işadamları tarafından peynir - ekmek gibi satın alındı. New York’ta bir müzeyi gezerken karşılaştığı Pablo Picasso’nun resimleri için “Bunları ben de yaparım,” diyen Evren, 1993’te Beyoğlu Aksanat’taki sergisinin açılışında, kendisinin resimlerinin değerinin de tıpkı birçok ünlü ressamınki gibi öldükten sonra artabileceğini ummuştu. Evren “Belli olmaz, bakarsınız bu tablolar ben öldükten sonra milyarlara da gidebilir,” diyordu. Lakin, sergideki bir resminin dönemin parasıyla 500 milyon liraya zatın alınmasından güç alan Evren’in ‘yapıt’larının değeri, geçen yıllarla artan ‘ah’lardan olsa gerek ki, sürekli düştü.”
Konuya ilişkin bir başka yayını daha sizlerle paylaşıp değil sadece yukarıda konu edilen “sanatın”, topyekün bir ülkenin çektiği eziyetin (%92 evet diyenlerin hiç mi günahı yok?) bir zamanlar sahibi olarak sembolleştirilip yüceltilen; sonrasında ise o sembolleştirenler tarafından “sebep” olarak suçlanan kişinin, kızının mülakatına cevaben http://riturkey.org/2015/05/senay-gurvite-acik-mektup-eylem-delikanli/ adresinden yayınlanan bir paragraf, başka bir özet:
“Tarih bir gün bu haksızlığı yazacak demişsin. Bahsettiğin tarihi kim yazacak bilmiyoruz ama biz yukarıda bahsini ettiğim çocuklar, kadınlar ve erkekler bir tarih yazıyoruz. Yazıyoruz ki, bizden sonrakiler babanı kanlı bir cuntanın lideri, ülkeyi karanlığın en dibine sürükleyen kişi, bugünün mimarı olarak bilsin. Yazıyoruz ki, ne sen ne de bir başkası bir daha asla ‘babama haksızlık yapıldı’ diyebilsin. Bütün bu saydıklarım, şikayet ettiğin bugünler ‘bir daha olsa yapmakta yine tereddüt etmeyecek’ babanın ve cuntanın eseri. Gurur duyabilirsin.”
Detaylarını ilgili adreslerde bulabileceğiniz her iki alıntıyı da yorumsuz aktardım.
Yukarıda özetlenen toplumsal felaketten kişisel bir drama geçelim:
Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin artık markalaşan etkinliği Akademiada’nın altıncısını tamamlamak üzereyiz…
Bu yılki ziyaretçilerimiz arasında Milletvekili Dr. Arif Albayrak da vardı. Profesyonel mesleği dışında sanatın pek çok alanında üretim yapmaya çalışan, sanata ilgisi ve desteği olan Albayrak’ın ziyareti sırasında sohbetimize “Karadut” karıştı. Aklımda olduğunca ve dilim döndüğünce açıklamaya çalıştım.
karadut-şiiri-ve-hikayesi-bedri-rahmi-eyüboğlu diye internette araştırma yapınca çıkan sayfalardan birinde anlatılan hikaye şöyle:
1949'da bir gün İstanbul Büyük Kulüp'teki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını isterler. Eyüboğlu ayağa kalkar ve Karadut'u okumaya başlar:
KARADUT
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum
Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun.
Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzülür. Salondaki herkes niye ağladığını anlar; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren Eyüboğlu... Çünkü şiirde "kadınım, kısrağım, karımsın” dediği kadın, karısı değildir.
Bu şiiri 3 yıl önce, bir başka kadın için yazar Bedri Rahmi: Mari Gerekmezyan...
Mari, Bedri Rahmi'nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir. O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine, "kara saplı bir bıçak gibi” saplanmıştır.
Mari, Bedri Rahmi'nin bir büstünü yapmıştır. Bedri Rahmi bu büstü, Mari'nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştır. Artık aşklarından bütün İstanbul haberdardır. Bu süreçte Bedri Rahmi, sanatında tam bir patlama yaşar, Eren Eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine dönmesini bekler.
Mari, yani "Karadut", 1946'da menenjit tüberküloz kapar. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdır. Savaş yeni bitmiştir ve ilaç ateş pahasıdır. Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başlar. Ancak bu çabalar sonuç vermez ve Mari Gerekmezyan ölür. Bedri Rahmi yıkılmıştır:
Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim, yoruldu
Yıkılan adam nasıl ayağa kalktı konusunu başka bir yazıya bırakıp, Arif Albayrak ve onu çağıran Mustafa Hastürk’e teşekkür ederek kurumsal bir başarıya; Akademiada ya dönelim:
Akademiada; yarın sergisini açıp altıncısını da tamamlayacağız. Geçen yıllarda olduğu gibi heykel ile tozu dumana katmayınca sönük geçti gibi görünüyor olmakla beraber, bu sefer daha özel ve aleni bir iz bırakacağız adada… Muflon heykeli… Muflon heykeli bu yılki Akademiada’da sonuçlanmış ve yerine konulmuş olacak!
Muflon dışındaki çalışmalardan oluşan sergi; yarın (18 Mayıs 2015 pazartesi günü) saat 11:00’de Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi sergi salonunda açılacak. Biz orada olacağız, sizi de bekleriz!
Eğitim alın, sanata yakın kalın…