Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:84
İşlemediği bir suçtan müebbet kürek mahkûmu olan Kelebek’in, mahkûmluğu sırasında yaşadığı olayları Henri Charriere’nin kaleminden kitaplaştığı şekli ile okuduğumdan beri, zamanın buğulamasına karşın, bazı “sahnelerinin” belleğimde hala canlılığını korumakta olduğunu iki gün önce tekrar fark ettim!
Orijinal ismi ile Papillon, Türkçe’si ile Kelebek romanının özetini, yazının tümünü pekiştirmesi açısından paylaşmak gerekir: Fransa'da çevre adı verilen ve lükse dayanan hayat tarzını benimsemiş bir toplum içinde, bir kadın satıcısının öldürülmesi olayının kitabın kahramanı Kelebek’in üzerine atılmasıyla başlar roman. Fransa’da devam eden mahkemeler boyunca Kelebek, suçsuzluğunu ispat etmeye çalışsa da başarılı olamaz. Çevrede sevilen bir kişi olan Kelebek, polis tarafından bu cinayetin üzerine yıkıldığını iddia eder. Ancak mahkeme sonuçlandığında Kelebek, Fransız Guyanası'nda ömür boyu kürek cezasına çarptırılır. İşlemediği bir suçtan ötürü büyük bir ceza alan Kelebek, artık tek bir şey için yaşamaya başlar: firar.
Henri Charriere, Kelebek’te kısaca; müebbet hapse çarptırılan bir kürek mahkûmunun özgürlük uğruna verdiği çabalarını, yaşadıklarını, kaçma girişimlerini akıcı bir dille hikâyelemiştir. Gökyüzünün betimlenmesi; kitabın akıcılığında, önemli bir bağlaç, nefes alma noktası olarak ince ince işlenmiştir. Gökyüzü, Kelebek için duygusal burukluğuna bir çaredir, yaşama tutunması için de bir çağrı.
Kitap; tüm dünyada uzun süre en çok satanlardan biri olmuş ve 1973'de aynı isimle sinemaya uyarlanmıştır. Kelebeği Steve McQueen'in, Kelebeğin dostu Louis Dega'yı Dustin Hoffman'ın oynadığı film, kitabı kadar başarılı olamaz. Başka bir deyişle, Steve McQueen ve Dustin Hoffman'ın güçlü oyunculukları dahi, filmin kitap kadar ilgi görmesini sağlayamamıştır. Bunun sebebi şöyle özetlenir: “müthiş maceraların donuk ve ilgisiz bağlantılarla anlatılması”. Filmi seyrettiğimde benim duygularım böyle cümleleşmemişti belki ama, tepki ya da eleştiri içeriğim oldukça benzerdi diyebilirim…
Evet, aradan epey zaman geçti; kitap okundu, film seyredildi, mekan ziyaret edildi, yazıldı, çizildi… Bulutlar fotoğraflandı…
Ve gökyüzü tekrar karşıma çıktı:
“benimle birlikte yürür gökyüzü” adı altında Buket Özatay’ın (AFIAP, RISF2, MICS) fotoğraflarını görüp sergi kataloğunda bizzat kendi tarafından kaleme alınan yazısını okuduğumda şöyle bir durdum… Evet aradan çok zaman geçmesine karşın Kelebek bilinçaltımdan kanat çırpmaya başladı.
Elbette Buket Özatay bir edebiyatçı değil, iddiası da var görünmüyor. Ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde fotoğraf ve fotoğraf piyasası denilince ilk akla gelen isimlerden biri.
Bir proje olarak “benimle birlikte yürür gökyüzü” hakkında, Buket’in bizzat kendi kaleminden yazdıkları değil “aktardıklarını” bu sayfada, kısaltarak da olsa sizlerle paylaşmak istedim, kendi izni ile:
“Her insan sabaha yaşamın rutiniyle başlar; ben ise fotoğrafla yaşamı keşfetmenin yollarını arayarak, yaşamdan güzel şeyler bulmanın kaygısını taşıyarak… “Güzel” derken, aslında güzel ya da çirkin fark etmiyor. Hoşa giden ne varsa gözüme değen, hepsini anlık zamandan çekip başka bir boyuta taşımaya çalışıyorum. Biliyorum, bu sergide güzel olan bir şeye rastlamak mümkün değil. Ama şu bir gerçek ki “umut” insanların gözlerinde parladıkça güzellik zaten dört duvar mahpus dahi olsa, mutlaka içimizde yaşamaya ve güneşi gören gözlerde ışıldamaya devam edecektir.
…İçimden bir ses bana uzun zamandır yapmak istediğim fakat bir türlü kafamda şekillendiremediğim fotoğraf projesinin “kadınlar koğuşu” olabileceğini söylüyordu.
…İkisi ağır ceza, diğerleri hafif ceza ve hüküm giymemiş mahkûmlar… Cinayet, sirkat, uyuşturucu, evrakta sahtecilik, trafik kazasında ölüme sebebiyet veren “suçlular”…
Tanışma zamanı geldiğinde, demir parmaklıklar açıldı ve içeriye “Misafir var!” diye seslenildi. Tüm kadınlar toplanmıştı. Şaşkın bir şekilde bana bakıyorlardı; ben de onlara… Hepimiz yemek masası, sandalyeler, kanepeler, koltuklar, duvarda asılı bir televizyon ve köşede bir çamaşır makinesinin olduğu odada durup birbirimize baktık…
…Bana yaşam alanlarını, yatakhanelerini, banyolarını, atölyelerini ve “havalandırma bahçelerini” gösterdiler… Yüksek telli duvarların arasından görünen gökyüzü ile beraber yürüyorsunuz, bir duvardan bir duvara… Bunun adı “volta” ve yürüdükçe, özgürlük gülümser gökyüzüyle bakıştığınız “sınırlar” içinde…
Evet, anın, hüznün, heyecanın tam içindeyim. Hem de bir fotoğrafçı olarak. Herkesin aklına ‘kötü’ gelen, içinde bulunan tutsaklara acıyla bakılan ve “Allah Kurtarsın!” dedikleri kapalı cezaevindeyim. İlk gün böylesi düşüncelerin içinde beynimin ve ruhumun büyük bir kayayı sırtlar gibi acıyla sızladığı sarsıcı bir deneyim yaşamıştım.
Kısa notlarla, yaşadığımız tüm anları bir daha silinmeyecek şekilde kayıt altına alıyor ve cezaevinden ayrıldıktan sonra defalarca çektiğim karelere, kaydettiğim kısa filmlere ve aldığım notlara dalıp o insanların, hem de kısa bir süre önce hiç tanımadığım bu kadınların dünyalarında kaybolmaya başladım. “Kaybolmak” bana iyi geliyordu. Yaşamın bir başka sokağında hem de hep karanlık ve çıkmaza açılan bir ara mekânda kalarak, başka hayatların hikâyelerinden insan kendine bakabiliyor ancak. Kendime mi ayna tuttum yoksa kadınların cezaevinden önceki hikâyelerine mi, bilemiyorum.
O kadar çok hikâye dinledim ki, “suç nedir?” diye düşünmeye ve sorgulamaya başladım!
Dışarıdaki hayatın bittiği ve dünya üzerinde “işlenen” günahların cezasının (bedelinin) ödendiği kadınlar koğuşu. Bu koğuş, farklı suçlardan yargılanan kadınlara ev sahipliği yapıyor. Suçları farklı ama kaderleri aynı… Dört duvarın içindekiler… O duvarın dili yoktu!
Böylesi bir duygu tüneli için ne bir kitabın ne de bir filmin etkisinde kalmadığımı söylemeliyim. Yaşamın acı denilen bir dehlizine yolculuk yaptım. Kendi isteğimle, tercihimle… Bir fotoğrafçı için el değmemiş bir arazinin içinde yol almanın heyecanı gibiydi tüm topladığım görüntüler, yaşadığım anlar…
Hapishanenin fiziki koşulları ne olursa olsun, fotoğraflarımda özgürlüğünden yoksun, hapsolmuş kadın olgusuna dikkat çekmek istedim. Siyah-beyaz fotoğrafın dramatik, etkileyici yönünü kullanarak, dört duvar arasındaki yaşamları, tüm görünürlüğüyle, kurgusuz ve teatral anlatıya girmeden, tüm doğallığıyla, samimi ve sansürsüz yansıtmak istedim. Tüm bunlarla birlikte de kadınların izin verdiklerinin dışına çıkmayarak, tüm mahremiyetlerine saygı duyarak projemi tamamlamayı başardığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Mahkûmiyetin gereği olan sınırlanmış alanlarda, bir süreliğine/müebbet yaşamak zorunluluğu olan kadınlara dokunmaya çalıştım, olabildiğince. “Benimle birlikte yürür gökyüzü” adlı sergideki tüm fotoğraflar, birer belge olarak içerden dışarıya not düşüyorlar…
Görmezden gelinen insanları görünür kılmak adına güne başladığım o günden bugünlere geldim. Neden, niçin ve nasıl sorularıyla girdiğim cezaevinden kadınlara dair hikayelerle çıktığım bir belgesel fotoğraf çalışması yolculuğudur izledikleriniz…”
Buradan; Buket Özatay’a teşekkür edip kutlayarak dileyelim; gökyüzü kapanmasın, kelebekler de uçsun… Tüm mezun öğrencilerimizin yolu da açık olsun.
Eğitim alın, sabırlı olun, sanata yakın kalın…
İşlemediği bir suçtan müebbet kürek mahkûmu olan Kelebek’in, mahkûmluğu sırasında yaşadığı olayları Henri Charriere’nin kaleminden kitaplaştığı şekli ile okuduğumdan beri, zamanın buğulamasına karşın, bazı “sahnelerinin” belleğimde hala canlılığını korumakta olduğunu iki gün önce tekrar fark ettim!
Orijinal ismi ile Papillon, Türkçe’si ile Kelebek romanının özetini, yazının tümünü pekiştirmesi açısından paylaşmak gerekir: Fransa'da çevre adı verilen ve lükse dayanan hayat tarzını benimsemiş bir toplum içinde, bir kadın satıcısının öldürülmesi olayının kitabın kahramanı Kelebek’in üzerine atılmasıyla başlar roman. Fransa’da devam eden mahkemeler boyunca Kelebek, suçsuzluğunu ispat etmeye çalışsa da başarılı olamaz. Çevrede sevilen bir kişi olan Kelebek, polis tarafından bu cinayetin üzerine yıkıldığını iddia eder. Ancak mahkeme sonuçlandığında Kelebek, Fransız Guyanası'nda ömür boyu kürek cezasına çarptırılır. İşlemediği bir suçtan ötürü büyük bir ceza alan Kelebek, artık tek bir şey için yaşamaya başlar: firar.
Henri Charriere, Kelebek’te kısaca; müebbet hapse çarptırılan bir kürek mahkûmunun özgürlük uğruna verdiği çabalarını, yaşadıklarını, kaçma girişimlerini akıcı bir dille hikâyelemiştir. Gökyüzünün betimlenmesi; kitabın akıcılığında, önemli bir bağlaç, nefes alma noktası olarak ince ince işlenmiştir. Gökyüzü, Kelebek için duygusal burukluğuna bir çaredir, yaşama tutunması için de bir çağrı.
Kitap; tüm dünyada uzun süre en çok satanlardan biri olmuş ve 1973'de aynı isimle sinemaya uyarlanmıştır. Kelebeği Steve McQueen'in, Kelebeğin dostu Louis Dega'yı Dustin Hoffman'ın oynadığı film, kitabı kadar başarılı olamaz. Başka bir deyişle, Steve McQueen ve Dustin Hoffman'ın güçlü oyunculukları dahi, filmin kitap kadar ilgi görmesini sağlayamamıştır. Bunun sebebi şöyle özetlenir: “müthiş maceraların donuk ve ilgisiz bağlantılarla anlatılması”. Filmi seyrettiğimde benim duygularım böyle cümleleşmemişti belki ama, tepki ya da eleştiri içeriğim oldukça benzerdi diyebilirim…
Evet, aradan epey zaman geçti; kitap okundu, film seyredildi, mekan ziyaret edildi, yazıldı, çizildi… Bulutlar fotoğraflandı…
Ve gökyüzü tekrar karşıma çıktı:
“benimle birlikte yürür gökyüzü” adı altında Buket Özatay’ın (AFIAP, RISF2, MICS) fotoğraflarını görüp sergi kataloğunda bizzat kendi tarafından kaleme alınan yazısını okuduğumda şöyle bir durdum… Evet aradan çok zaman geçmesine karşın Kelebek bilinçaltımdan kanat çırpmaya başladı.
Elbette Buket Özatay bir edebiyatçı değil, iddiası da var görünmüyor. Ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde fotoğraf ve fotoğraf piyasası denilince ilk akla gelen isimlerden biri.
Bir proje olarak “benimle birlikte yürür gökyüzü” hakkında, Buket’in bizzat kendi kaleminden yazdıkları değil “aktardıklarını” bu sayfada, kısaltarak da olsa sizlerle paylaşmak istedim, kendi izni ile:
“Her insan sabaha yaşamın rutiniyle başlar; ben ise fotoğrafla yaşamı keşfetmenin yollarını arayarak, yaşamdan güzel şeyler bulmanın kaygısını taşıyarak… “Güzel” derken, aslında güzel ya da çirkin fark etmiyor. Hoşa giden ne varsa gözüme değen, hepsini anlık zamandan çekip başka bir boyuta taşımaya çalışıyorum. Biliyorum, bu sergide güzel olan bir şeye rastlamak mümkün değil. Ama şu bir gerçek ki “umut” insanların gözlerinde parladıkça güzellik zaten dört duvar mahpus dahi olsa, mutlaka içimizde yaşamaya ve güneşi gören gözlerde ışıldamaya devam edecektir.
…İçimden bir ses bana uzun zamandır yapmak istediğim fakat bir türlü kafamda şekillendiremediğim fotoğraf projesinin “kadınlar koğuşu” olabileceğini söylüyordu.
…İkisi ağır ceza, diğerleri hafif ceza ve hüküm giymemiş mahkûmlar… Cinayet, sirkat, uyuşturucu, evrakta sahtecilik, trafik kazasında ölüme sebebiyet veren “suçlular”…
Tanışma zamanı geldiğinde, demir parmaklıklar açıldı ve içeriye “Misafir var!” diye seslenildi. Tüm kadınlar toplanmıştı. Şaşkın bir şekilde bana bakıyorlardı; ben de onlara… Hepimiz yemek masası, sandalyeler, kanepeler, koltuklar, duvarda asılı bir televizyon ve köşede bir çamaşır makinesinin olduğu odada durup birbirimize baktık…
…Bana yaşam alanlarını, yatakhanelerini, banyolarını, atölyelerini ve “havalandırma bahçelerini” gösterdiler… Yüksek telli duvarların arasından görünen gökyüzü ile beraber yürüyorsunuz, bir duvardan bir duvara… Bunun adı “volta” ve yürüdükçe, özgürlük gülümser gökyüzüyle bakıştığınız “sınırlar” içinde…
Evet, anın, hüznün, heyecanın tam içindeyim. Hem de bir fotoğrafçı olarak. Herkesin aklına ‘kötü’ gelen, içinde bulunan tutsaklara acıyla bakılan ve “Allah Kurtarsın!” dedikleri kapalı cezaevindeyim. İlk gün böylesi düşüncelerin içinde beynimin ve ruhumun büyük bir kayayı sırtlar gibi acıyla sızladığı sarsıcı bir deneyim yaşamıştım.
Kısa notlarla, yaşadığımız tüm anları bir daha silinmeyecek şekilde kayıt altına alıyor ve cezaevinden ayrıldıktan sonra defalarca çektiğim karelere, kaydettiğim kısa filmlere ve aldığım notlara dalıp o insanların, hem de kısa bir süre önce hiç tanımadığım bu kadınların dünyalarında kaybolmaya başladım. “Kaybolmak” bana iyi geliyordu. Yaşamın bir başka sokağında hem de hep karanlık ve çıkmaza açılan bir ara mekânda kalarak, başka hayatların hikâyelerinden insan kendine bakabiliyor ancak. Kendime mi ayna tuttum yoksa kadınların cezaevinden önceki hikâyelerine mi, bilemiyorum.
O kadar çok hikâye dinledim ki, “suç nedir?” diye düşünmeye ve sorgulamaya başladım!
Dışarıdaki hayatın bittiği ve dünya üzerinde “işlenen” günahların cezasının (bedelinin) ödendiği kadınlar koğuşu. Bu koğuş, farklı suçlardan yargılanan kadınlara ev sahipliği yapıyor. Suçları farklı ama kaderleri aynı… Dört duvarın içindekiler… O duvarın dili yoktu!
Böylesi bir duygu tüneli için ne bir kitabın ne de bir filmin etkisinde kalmadığımı söylemeliyim. Yaşamın acı denilen bir dehlizine yolculuk yaptım. Kendi isteğimle, tercihimle… Bir fotoğrafçı için el değmemiş bir arazinin içinde yol almanın heyecanı gibiydi tüm topladığım görüntüler, yaşadığım anlar…
Hapishanenin fiziki koşulları ne olursa olsun, fotoğraflarımda özgürlüğünden yoksun, hapsolmuş kadın olgusuna dikkat çekmek istedim. Siyah-beyaz fotoğrafın dramatik, etkileyici yönünü kullanarak, dört duvar arasındaki yaşamları, tüm görünürlüğüyle, kurgusuz ve teatral anlatıya girmeden, tüm doğallığıyla, samimi ve sansürsüz yansıtmak istedim. Tüm bunlarla birlikte de kadınların izin verdiklerinin dışına çıkmayarak, tüm mahremiyetlerine saygı duyarak projemi tamamlamayı başardığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Mahkûmiyetin gereği olan sınırlanmış alanlarda, bir süreliğine/müebbet yaşamak zorunluluğu olan kadınlara dokunmaya çalıştım, olabildiğince. “Benimle birlikte yürür gökyüzü” adlı sergideki tüm fotoğraflar, birer belge olarak içerden dışarıya not düşüyorlar…
Görmezden gelinen insanları görünür kılmak adına güne başladığım o günden bugünlere geldim. Neden, niçin ve nasıl sorularıyla girdiğim cezaevinden kadınlara dair hikayelerle çıktığım bir belgesel fotoğraf çalışması yolculuğudur izledikleriniz…”
Buradan; Buket Özatay’a teşekkür edip kutlayarak dileyelim; gökyüzü kapanmasın, kelebekler de uçsun… Tüm mezun öğrencilerimizin yolu da açık olsun.
Eğitim alın, sabırlı olun, sanata yakın kalın…
No comments:
Post a Comment