KIBRIS gazetesi, 2016-01-02, cumartesi, sayfa:28
İkibinonaltı yılının ikinci gününden kısa bir yorum: ikibinonbeşin son gününü ikibinonaltının ilk gününe bağlayan gece kimisi eğlendi, kimisi dinlendi. Kimisi “fıtratında olduğu için” yoksulluğuna sarılıp uyudu, kimisi vatanı için öldü ağlayan yakınlarına “dinsel telkin verelim” dendi. Kimisi de dünya ile birlikte sevinme yerine “takvimi” ötelemeyi tercih ederken çağın gerisinde kaldı. Kimisi başına çuval geçiren, gemisini batıran, elçiliğini bombalayan canavara ısrarla ey dostumuz müttefikimiz dedi… Gitti bir de “kendi zihniyetinin” ezeli düşmanıyla antlaşma imzaladı.
Nereye bakarsan bir dilemma, anlaşılabilir ve anlaşılamayan iç içe dramatik bir sahnenin ortasında kukla gibi yönetiliyor insanlar.. Erk, dünyanın ilk yüz üniversitesi arasında gösterilen kendi üniversitesini “takip edeceğiz” hale geldi. Aynı coğrafyada ilkokul mezunları palalarla başka bir üniversite bastı, kimseden ses yok!
Komik bir sahne de var elbet: Nobel ödülü alanın ödülünü ne yapması gerektiğine kadar burnunu soktu plazma akıllılar.
Bu arada “takvim” konusunda hassasiyete sahip olanlar; http://ugurcanakyuz.blogspot.com.cy /2015/01/ dilek-takvim-siir.html kaynağından rahatça anlaşılabilir ve epey bilgiye ulaşabilirler.
Umarım ikibinonaltıda her şey daha güzel olur…
Lefkoşa’da açılan iki sergi var, sözünü etmek istediğim ve iki katalog. İki serginin de kataloglarına yazılan yazıları size getirmek istedim. İlk paylaşacağım Mehmet Gökyiğit’in 10x10 sergisinin katalogunda basılmak üzere gönderdiğim yazı olacak:
“Fotoğrafın en önemli değerlerinden biri “belge niteliği” taşıması ise, teknik ve estetik yönü de o kadar dikkate değerdir. Digital çağın getirdiği olanaklar, iletişim teknolojilerinin yanı sıra görüntü ve anın belgelenmesine ilişkin sorunlara da çözümler getirmiştir. Bu da fotoğrafın yaygınlaşmasına neden olmuştur. Hatırlayalım; 20 yıl önceki 2.8 megapixel fotoğraf makinelerine ulaşılabilmek; bugünün 16 megapixel kameralarına sahip akıllı telefonlarına ulaşabilmekten çok daha zordu.
Elbette ki ilk fotoğraf makinesini kim icat etti sorusunun önüne, “modern fotoğraf teknolojisinin temeli” diye yazarsanız doğal olarak 1839 tarihi ve Louis Daguerre’in adı ile karşılaşırsınız. Hele batılı kaynakları referans alırsanız “batı moderninden” daha eskilere gitmeniz pek mümkün olmayacaktır. Fotoğrafın tarihine “iğne deliğinden” bakar iseniz, terim olarak 1604’de kullanılmaya başlanan Kamera Obscura (Latince karanlık oda) ile karşılaşmanız olasıdır. Kamera Obscura temel prensip olarak çevresindekilerin resmini ekrana ters olarak yansıtan optik bir alettir.
Oysa ısrar ve titizlikle araştırmaya devam ederseniz pek çok “şeyin” olduğu gibi fotoğrafın tarihinde de doğudaki uygarlıkların katkısı ile karşılaşırsınız. İğne deliği kamera veya Kamera Obscura çalışma ilkelerine dair, günümüze kadar ulaşabilmiş ilk ifadenin, Çinli düşünür Mozi'ye (M.Ö. 470-390) ait olduğunu görürsünüz... Mozi, ışık doğrusal çizgiler halinde yayıldığı için Kamera Obscura’da oluşan görüntünün baş aşağı yani ters olacağını ileri sürmüştür. Bu ilkenin doğruluğuna rağmen batılı kaynaklar malum hal ile 1839 tarihinden daha eskiye gitmezler. Hatta bu tarihi, aynı zamanda sanat/teknik işbirliğinin başlangıcı olarak da kabul ederler.
İnsanlık, sanat ile tekniğin işbirliğinden yararlanarak bilginin taşınması bağlamında, her çağda kendine yeni yöntemler ve araçlar geliştirmiştir. Başlangıçtaki amacı bizleri gerçekliğe anında ulaştırabilmek olan fotoğrafçılık, görüntüleri seri şekilde üretip çoğaltarak bireyle dünya arasında “ışık” ile sanal bir bağ kurulmasını sağlamıştır.
Tam burada, John Berger’den bir alıntı yapalım:“fotoğraf makinelerinin gerçekliği; ileri sanayi toplumunun işleyişi açısından temel önem taşıyan iki yolla tanımlanır: kitleler için bir “teşhir” ve yöneticiler için bir “takip” nesnesi. Toplumsal değişimin yerini imgelerin değişimi almıştır.”
Fotoğraf üzerine genel yazmayı burada bırakıp Mehmet Gökyiğit’in yüreğiyle yaptığı işe dönecek olursak: Yüksek öğrenimini tamamlayıp Kıbrıs’a döndükten sonra, 2005’de yani 10 yıl önce bir fotoğraf meraklısı olarak FODER’e katılır. Başlangıçta hobi olarak başlayan fotoğraf serüveninde bugün, artık uluslararası başarıları olan ve tutkuyla çalışmalarına ve fotoğrafa katkı koymaya devam eden bir fotoğraf sevdalısı Mehmet Gökyiğit. Antalya açıklarında çektiği denizden yükselen üç hortumlu fotoğrafın, ders niteliğindeki öyküsünü öğrenip, yabancı bir TV kanalında ve sosyal medyada yayınlandığını da görünce gurur duyduğumu belirteyim.
Fotoğrafın tarihinden, batının bencilliğinden ve doğunun kültürel zengininliğinden söz ettikten sonra bir de; KKTC ve yurt dışındaki pek çok fotoğraf yarışmasında ödüller almış, etkinlikler düzenlemiş, ve aktif olarak “dernekçilik” de yapmakta olan Mehmet Gökyiğit ne demiş ona bakalım: “Işığın peşinde koşmaktan yorulmayan biri olarak, yıllardır fotoğrafla ilgili bir çok projede yer aldım; karma sergilere katıldım; sunumlar yaptım, yurt dışında ülkemi temsil ettim; bir çok programa konuk oldum; bir çok değerli insanla tanıştım ve 2015 yılı sonu itibarı ile fotoğraflarımı kişisel sergimde sizlerin beğenisine sunmaya karar verdim.”
Hatırlayınız; yaradılış yazıları “ışık” ile başlar! Fotoğraf “ışık ile iz bırakmak” olduğuna göre; ışığınız bol olsun.”
İkinci yazı Osman Keten’in “Metafor-2015” sergisine ilişkin Hasan Zeybek’in kaleme aldığı Sahne Olarak Yapıt” yazısı. Shakspeare’den alıntıyı atlayarak!
“Kıbrıs Adası zaman ve mekâna tabi olmayan karakterlerde vücut bulan birçok mitolojik olayın sahnesi olmuştur. Bu olaylardan biri de bereket tanrıçası Demeter’in trajedisidir…
Demeter, kızı ile ülke ülke, diyar diyar dolaşıp, tarlalara tohum serpip kırlarda çiçek toplarken, kızı Persephone, gözüne ilişen nergis çiçeğini koparmak üzere eğildiği esnada yer kabuğu yarılır ve Hades, güzelliğine hayran kaldığı Persophone’yi yer altında arafta bulunan ölüler ülkesine kaçırarak karısı yapar. Annesine çığlıklarını duyuramayan Persophone’nin kaçırılışını güneş tanrısı İlios dışında gören olmaz… Demeter, kızını yeryüzünün dört bir köşesinde arar fakat çabaları sonuçsuz kalır. Bereket tanrıçasının çaresizliğinden kaynaklanan kederi üzerine yağmur yağmaz, toprak kuraklaşır, çatlar, tohumlar yeşermez… Yeryüzündeki mevsimlerin döngüsü, neşe, bereket ve canlılık son bulur…
Osman Keten’in son dönemde ortaya koyduğu yapıtlar değerlendirildiğinde, Demeter’in boyun eğdiği yazgı ile örtüşen bir yazgıya karşı girişilen yüzleşme halinin, yapıtların var oluş gerekçesini oluşturduğu görülmektedir. Bu yazgı, elbet yakın Kıbrıs Tarihinde yaşanan göç, ölüm, savaş gibi toplumu şekillendiren trajedilerin ta kendisidir… Sanatsal bağlamda girişilen bu yüzleşme ve meydan okuma hali bizzat yaratma sürecinin kendi hassasiyet ve malzeme dili ile ifade bulan yapıtta bedene kavuşmaktadır…
İzlemekte olduğumuz yapıtlarda ‘toprak’ ressamın yaşadığı tanıklık sürecinin ifade aracına dönüşerek hem maddi hem de temasal olarak yapıtın temel unsurunu oluşturmaktadır. Osman Keten’in çalışmalarında toprak, barınma hali içerisinde olageldiğimiz yeryüzüne, mekâna dolayısı ile yurt kavramına içkin bir değeri ifade eden bir unsur olarak karşımızdadır.
İnsan var olduğu an itibari ile yeryüzü barınılan bir mekân olarak kurulmaktadır. Shakspeare’ in tüm dünyayı bir sahne olarak nitelendirmesi anlamlıdır. İkamet edilen mekân ve mekânın özellikleri kuşkusuz aidiyet bağı geliştirilen yerin özelliklerini ve kimliği tanımlayan alışkanlıklar toplamını ifade etmektedir… Osman Keten’in bir sanatçı olarak ait olduğu toplumun içinden geçtiği dönüşüme olan tanıklık ve aidiyet bağı kendini var ettiği sanatsal ifade sürecinde somutlaşan işlerine nakşedilmektedir.
Sanatsal ifade elbet sanatçı ve eser arasında araçsal bir bağ olan malzeme ile gerçekleşir. Bu malzeme ise, Osman Keten’in yapıtlarında toprak olarak içkin olduğu anlam ile karşımızdadır. Sanat nesnesi somutlaşırken onu meydana getiren materyalin maddi bünyesinde eyleyenin sanatsal kavrayış, duyu ve görüsüne mekân olma imkânı sağlar. Bir imkân olarak toprak, simyasal bir bağlamda dönüşerek sanatçının varlığının izini barındıran metafizik görüyü maddi bir varlık olan eserin bünyesinde barındırması üzerinden yapıtı bir sahne gibi önümüze açar.
Önümüzde açılmış olan bu sahne Osman Keten’in sanatçı aidiyeti, sanatsal kavrayış ve ifadesinin belleğini arkeolojik kazı alanı gibi bünyesinde barındırmasından dolayı yapıt kurulmuş sahne olarak tanımlanmaktadır. Bu minvalde sergi, Osman Keten’in toprak ile giriştiği sanatsal ifade süreci üzerinden, içinde olageldiğimiz coğrafyanın halleri ve gerçekliklerinin birer içsel tezahürü niteliğindedir. Yapıtlar, izleyicinin tecrübe ve tanıklığı bağlamında yeniden algılanarak izleyiciye olageldiği hal ile sanatsal bağlamda gerçekleşen yüzleşmeyi mümkün kılan kapıyı açmış olmaktadır...”
İki başarılı sergi, Osman Keten’in teknikte özgünlük, dilde yalınlık, kavram kargaşalarının arkasına saklanmamış söylemi ile ortaya koyduğu sergisi hakkında ayrıca yazmak isterim elbet. Ümit ederim o sergiyi başka ülkelerde, başka şehirlerde de izleyebilir insanlar.
Olumsuz örneklerden başladığım yazımı; iki eksi bir artı eder, hesabı ile öyle de sonlandırayım: Kataloglar; her iki “sergi” katalogunun grafik tasarımı genel kurallar açısından çok zayıftı. Bir sergi katalogu nasıl olmalı? Bir market, bir konfeksiyon, bir fotoğraf makinesi katalogundan nasıl ayrılmalı sorularının cevabını o tasarımcılar “ürüne bakınca” önemsememiş izlenimi bıraktılar.
İkibinonaltıda her şey gönlünüzce olsun, sanata yakın kalın…
İkibinonaltı yılının ikinci gününden kısa bir yorum: ikibinonbeşin son gününü ikibinonaltının ilk gününe bağlayan gece kimisi eğlendi, kimisi dinlendi. Kimisi “fıtratında olduğu için” yoksulluğuna sarılıp uyudu, kimisi vatanı için öldü ağlayan yakınlarına “dinsel telkin verelim” dendi. Kimisi de dünya ile birlikte sevinme yerine “takvimi” ötelemeyi tercih ederken çağın gerisinde kaldı. Kimisi başına çuval geçiren, gemisini batıran, elçiliğini bombalayan canavara ısrarla ey dostumuz müttefikimiz dedi… Gitti bir de “kendi zihniyetinin” ezeli düşmanıyla antlaşma imzaladı.
Nereye bakarsan bir dilemma, anlaşılabilir ve anlaşılamayan iç içe dramatik bir sahnenin ortasında kukla gibi yönetiliyor insanlar.. Erk, dünyanın ilk yüz üniversitesi arasında gösterilen kendi üniversitesini “takip edeceğiz” hale geldi. Aynı coğrafyada ilkokul mezunları palalarla başka bir üniversite bastı, kimseden ses yok!
Komik bir sahne de var elbet: Nobel ödülü alanın ödülünü ne yapması gerektiğine kadar burnunu soktu plazma akıllılar.
Bu arada “takvim” konusunda hassasiyete sahip olanlar; http://ugurcanakyuz.blogspot.com.cy /2015/01/ dilek-takvim-siir.html kaynağından rahatça anlaşılabilir ve epey bilgiye ulaşabilirler.
Umarım ikibinonaltıda her şey daha güzel olur…
Lefkoşa’da açılan iki sergi var, sözünü etmek istediğim ve iki katalog. İki serginin de kataloglarına yazılan yazıları size getirmek istedim. İlk paylaşacağım Mehmet Gökyiğit’in 10x10 sergisinin katalogunda basılmak üzere gönderdiğim yazı olacak:
“Fotoğrafın en önemli değerlerinden biri “belge niteliği” taşıması ise, teknik ve estetik yönü de o kadar dikkate değerdir. Digital çağın getirdiği olanaklar, iletişim teknolojilerinin yanı sıra görüntü ve anın belgelenmesine ilişkin sorunlara da çözümler getirmiştir. Bu da fotoğrafın yaygınlaşmasına neden olmuştur. Hatırlayalım; 20 yıl önceki 2.8 megapixel fotoğraf makinelerine ulaşılabilmek; bugünün 16 megapixel kameralarına sahip akıllı telefonlarına ulaşabilmekten çok daha zordu.
Elbette ki ilk fotoğraf makinesini kim icat etti sorusunun önüne, “modern fotoğraf teknolojisinin temeli” diye yazarsanız doğal olarak 1839 tarihi ve Louis Daguerre’in adı ile karşılaşırsınız. Hele batılı kaynakları referans alırsanız “batı moderninden” daha eskilere gitmeniz pek mümkün olmayacaktır. Fotoğrafın tarihine “iğne deliğinden” bakar iseniz, terim olarak 1604’de kullanılmaya başlanan Kamera Obscura (Latince karanlık oda) ile karşılaşmanız olasıdır. Kamera Obscura temel prensip olarak çevresindekilerin resmini ekrana ters olarak yansıtan optik bir alettir.
Oysa ısrar ve titizlikle araştırmaya devam ederseniz pek çok “şeyin” olduğu gibi fotoğrafın tarihinde de doğudaki uygarlıkların katkısı ile karşılaşırsınız. İğne deliği kamera veya Kamera Obscura çalışma ilkelerine dair, günümüze kadar ulaşabilmiş ilk ifadenin, Çinli düşünür Mozi'ye (M.Ö. 470-390) ait olduğunu görürsünüz... Mozi, ışık doğrusal çizgiler halinde yayıldığı için Kamera Obscura’da oluşan görüntünün baş aşağı yani ters olacağını ileri sürmüştür. Bu ilkenin doğruluğuna rağmen batılı kaynaklar malum hal ile 1839 tarihinden daha eskiye gitmezler. Hatta bu tarihi, aynı zamanda sanat/teknik işbirliğinin başlangıcı olarak da kabul ederler.
İnsanlık, sanat ile tekniğin işbirliğinden yararlanarak bilginin taşınması bağlamında, her çağda kendine yeni yöntemler ve araçlar geliştirmiştir. Başlangıçtaki amacı bizleri gerçekliğe anında ulaştırabilmek olan fotoğrafçılık, görüntüleri seri şekilde üretip çoğaltarak bireyle dünya arasında “ışık” ile sanal bir bağ kurulmasını sağlamıştır.
Tam burada, John Berger’den bir alıntı yapalım:“fotoğraf makinelerinin gerçekliği; ileri sanayi toplumunun işleyişi açısından temel önem taşıyan iki yolla tanımlanır: kitleler için bir “teşhir” ve yöneticiler için bir “takip” nesnesi. Toplumsal değişimin yerini imgelerin değişimi almıştır.”
Fotoğraf üzerine genel yazmayı burada bırakıp Mehmet Gökyiğit’in yüreğiyle yaptığı işe dönecek olursak: Yüksek öğrenimini tamamlayıp Kıbrıs’a döndükten sonra, 2005’de yani 10 yıl önce bir fotoğraf meraklısı olarak FODER’e katılır. Başlangıçta hobi olarak başlayan fotoğraf serüveninde bugün, artık uluslararası başarıları olan ve tutkuyla çalışmalarına ve fotoğrafa katkı koymaya devam eden bir fotoğraf sevdalısı Mehmet Gökyiğit. Antalya açıklarında çektiği denizden yükselen üç hortumlu fotoğrafın, ders niteliğindeki öyküsünü öğrenip, yabancı bir TV kanalında ve sosyal medyada yayınlandığını da görünce gurur duyduğumu belirteyim.
Fotoğrafın tarihinden, batının bencilliğinden ve doğunun kültürel zengininliğinden söz ettikten sonra bir de; KKTC ve yurt dışındaki pek çok fotoğraf yarışmasında ödüller almış, etkinlikler düzenlemiş, ve aktif olarak “dernekçilik” de yapmakta olan Mehmet Gökyiğit ne demiş ona bakalım: “Işığın peşinde koşmaktan yorulmayan biri olarak, yıllardır fotoğrafla ilgili bir çok projede yer aldım; karma sergilere katıldım; sunumlar yaptım, yurt dışında ülkemi temsil ettim; bir çok programa konuk oldum; bir çok değerli insanla tanıştım ve 2015 yılı sonu itibarı ile fotoğraflarımı kişisel sergimde sizlerin beğenisine sunmaya karar verdim.”
Hatırlayınız; yaradılış yazıları “ışık” ile başlar! Fotoğraf “ışık ile iz bırakmak” olduğuna göre; ışığınız bol olsun.”
İkinci yazı Osman Keten’in “Metafor-2015” sergisine ilişkin Hasan Zeybek’in kaleme aldığı Sahne Olarak Yapıt” yazısı. Shakspeare’den alıntıyı atlayarak!
“Kıbrıs Adası zaman ve mekâna tabi olmayan karakterlerde vücut bulan birçok mitolojik olayın sahnesi olmuştur. Bu olaylardan biri de bereket tanrıçası Demeter’in trajedisidir…
Demeter, kızı ile ülke ülke, diyar diyar dolaşıp, tarlalara tohum serpip kırlarda çiçek toplarken, kızı Persephone, gözüne ilişen nergis çiçeğini koparmak üzere eğildiği esnada yer kabuğu yarılır ve Hades, güzelliğine hayran kaldığı Persophone’yi yer altında arafta bulunan ölüler ülkesine kaçırarak karısı yapar. Annesine çığlıklarını duyuramayan Persophone’nin kaçırılışını güneş tanrısı İlios dışında gören olmaz… Demeter, kızını yeryüzünün dört bir köşesinde arar fakat çabaları sonuçsuz kalır. Bereket tanrıçasının çaresizliğinden kaynaklanan kederi üzerine yağmur yağmaz, toprak kuraklaşır, çatlar, tohumlar yeşermez… Yeryüzündeki mevsimlerin döngüsü, neşe, bereket ve canlılık son bulur…
Osman Keten’in son dönemde ortaya koyduğu yapıtlar değerlendirildiğinde, Demeter’in boyun eğdiği yazgı ile örtüşen bir yazgıya karşı girişilen yüzleşme halinin, yapıtların var oluş gerekçesini oluşturduğu görülmektedir. Bu yazgı, elbet yakın Kıbrıs Tarihinde yaşanan göç, ölüm, savaş gibi toplumu şekillendiren trajedilerin ta kendisidir… Sanatsal bağlamda girişilen bu yüzleşme ve meydan okuma hali bizzat yaratma sürecinin kendi hassasiyet ve malzeme dili ile ifade bulan yapıtta bedene kavuşmaktadır…
İzlemekte olduğumuz yapıtlarda ‘toprak’ ressamın yaşadığı tanıklık sürecinin ifade aracına dönüşerek hem maddi hem de temasal olarak yapıtın temel unsurunu oluşturmaktadır. Osman Keten’in çalışmalarında toprak, barınma hali içerisinde olageldiğimiz yeryüzüne, mekâna dolayısı ile yurt kavramına içkin bir değeri ifade eden bir unsur olarak karşımızdadır.
İnsan var olduğu an itibari ile yeryüzü barınılan bir mekân olarak kurulmaktadır. Shakspeare’ in tüm dünyayı bir sahne olarak nitelendirmesi anlamlıdır. İkamet edilen mekân ve mekânın özellikleri kuşkusuz aidiyet bağı geliştirilen yerin özelliklerini ve kimliği tanımlayan alışkanlıklar toplamını ifade etmektedir… Osman Keten’in bir sanatçı olarak ait olduğu toplumun içinden geçtiği dönüşüme olan tanıklık ve aidiyet bağı kendini var ettiği sanatsal ifade sürecinde somutlaşan işlerine nakşedilmektedir.
Sanatsal ifade elbet sanatçı ve eser arasında araçsal bir bağ olan malzeme ile gerçekleşir. Bu malzeme ise, Osman Keten’in yapıtlarında toprak olarak içkin olduğu anlam ile karşımızdadır. Sanat nesnesi somutlaşırken onu meydana getiren materyalin maddi bünyesinde eyleyenin sanatsal kavrayış, duyu ve görüsüne mekân olma imkânı sağlar. Bir imkân olarak toprak, simyasal bir bağlamda dönüşerek sanatçının varlığının izini barındıran metafizik görüyü maddi bir varlık olan eserin bünyesinde barındırması üzerinden yapıtı bir sahne gibi önümüze açar.
Önümüzde açılmış olan bu sahne Osman Keten’in sanatçı aidiyeti, sanatsal kavrayış ve ifadesinin belleğini arkeolojik kazı alanı gibi bünyesinde barındırmasından dolayı yapıt kurulmuş sahne olarak tanımlanmaktadır. Bu minvalde sergi, Osman Keten’in toprak ile giriştiği sanatsal ifade süreci üzerinden, içinde olageldiğimiz coğrafyanın halleri ve gerçekliklerinin birer içsel tezahürü niteliğindedir. Yapıtlar, izleyicinin tecrübe ve tanıklığı bağlamında yeniden algılanarak izleyiciye olageldiği hal ile sanatsal bağlamda gerçekleşen yüzleşmeyi mümkün kılan kapıyı açmış olmaktadır...”
İki başarılı sergi, Osman Keten’in teknikte özgünlük, dilde yalınlık, kavram kargaşalarının arkasına saklanmamış söylemi ile ortaya koyduğu sergisi hakkında ayrıca yazmak isterim elbet. Ümit ederim o sergiyi başka ülkelerde, başka şehirlerde de izleyebilir insanlar.
Olumsuz örneklerden başladığım yazımı; iki eksi bir artı eder, hesabı ile öyle de sonlandırayım: Kataloglar; her iki “sergi” katalogunun grafik tasarımı genel kurallar açısından çok zayıftı. Bir sergi katalogu nasıl olmalı? Bir market, bir konfeksiyon, bir fotoğraf makinesi katalogundan nasıl ayrılmalı sorularının cevabını o tasarımcılar “ürüne bakınca” önemsememiş izlenimi bıraktılar.
İkibinonaltıda her şey gönlünüzce olsun, sanata yakın kalın…
No comments:
Post a Comment