KIBRIS gazetesi, 2016-01-30, cumartesi, sayfa:28
Geçen hafta; “Bakü ve sanat kapsamlı izlenimlerimi önümüzdeki haftalarda paylaşmayı düşündüğümü” belirtmiştim. O haftalardan biri bu hafta olsun diye yazmaya başladığım an, zamanın her hafta olduğundan bu defa daha hızlı geçmişliğini malessef fark etmiştim bile. Zaman ile diyaloğum, çocukluğumdan beri bir yarış şeklinde süre gelir… O kaçar ben kovalarım… Aramız çok ender açılır. Ben ona saygı duyarım geçmem, o da beni sever geçmez... Ancak, genel olarak sorunlar, bunu pek fark etmez!
Sorun oluşturma, sorunun bir parçası olma, ya da sorun taşıma yollarının hepsi; hedeflerin yüksek tutulduğunda; koşan zamanın ve beklentilerin sorgulanmadığı ama başarı öykülerinin yaratıldığı yaşanmışlıklardan geriye kalan toza dumana karışıp geçmiş içinde kaybolup giderler… Hiç bir saatın kadranı sorun yansıtmaz, uygun bir açıdan dikkatle bakan kendi gözünü bile görebilir!
Öyleyse biz de geçen hafta, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 2015-2016 Akademik yılında açacağı, BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamında (Türkiye-Ankara, Azerbaycan-Bakü, Saraybosna-Bosna, Estonya-Tallinn, KKTC-Lefkoşa) gerçekleştirilecek sergi dizilerinden ikincisi için gittiğimiz Bakü’de gözümüzle gördüklerimize bir özet çıkaralım. Kelimelerin arasına biraz sıcaklık katarak iddianın güçlenmesi için gerekli alt yapıyı işin hemen başında oluşturmanın yararlı olacağı umudu ile, Bakü’den izdüşümlerimiz olsun bunlar..
Pek çok “şeyin” belirleyicisi, yöneticisi veya yönlendiricisi olma özelliğine sahip ekonominin dünyadaki seyri hakkında İMF verilerine dayanarak biraz bilgi paylaştıktan sonra; ekonomi karşısında “kırılgan” tavırlar sergileyen sanatçıların üretimlerine yönelik “edilgen” tanımını kullanmanın pek de sıkıntı yaratmayacağına inanıyorum.
Tezcanlı okuyucular için yazının başında bir atasözü kullanarak söyleyeceğimizi özetleyelim: “Parayı veren düdüğü çalar.” Bu sözün sanatla ilgili doğruluğuna inancımı; özellikle Bangladesh’de yapılan 16.Asya Sanat Bienali ile ilgili yazılarımda paylaşmıştım. Sanatın küresel olarak sosyo-ekonomik boyutunu içeren, o yazılardan birinden alıntılayalım:
IMF verilerine göre Çin, 17.61 trilyon dolarlık bir ticari hacimle büyürken, buna karşılık USA 17.4 trilyon dolarlık bir hacimle onun gerisinde kalmış vaziyette. Aynı veri ve tahminlerine göre, 2019 yılında Çin’in bütçesinin 26.98 trilyon dolarlık rakamlara ulaşılacağı beklenmektedir.
Çin’in, özellikle son beş yıl içindeki büyümesi Asya’nın yüzünü güldürmüş; bu büyümenin kesintisiz ve bu hızla devam etmesi durumunda, 2050 yılında dünya ekonomisinin yüzde ellisini yöneteceği tahminleri konuşulmaya başlanmıştır. Bu perspektif ile bakan ekonomistler, muhtemel bir Asya yüzyılının eşiğinde olduğumuzu söylemektedirler.
Peki bu değişen ekonomik dünya düzeni ve dengeler, çağdaş sanatın manzarasını nasıl şekillendirmektedir? Ya da yeni bir sanat üretim dili ile, dünya sanatında yeni bir düzen mi oluşmaktadır?
Aslında son on yıla bakıldığında uluslararası sanat piyasasının başlangıçtan beri hedeflediği, bienaller ve küratörler aracılığı ile dünyaya kabul ettirmeye çalıştığı; Batılı olanın daha iyi, daha güzel, daha güçlü olduğu felsefesi; değişen ekonomik dengeler ile sorgulanmaya başlanmış; Batılı olmayan ile yeni bir yüzleşme sorunu ortaya çıkmıştır. Özellikle bienallerde Batılı olmayan sanatçıların baskın bir duruma gelmeleri ile, sosyo-ekonomik değişimin renkleri, galerilerde ya da sergileme mekanlarında da kendini göstermiştir. Böylece, Batılı organizasyonlar; Batıda, kendi düzenledikleri ve yönettikleri etkinliklerde, Batılı olmayan sanatçıları kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bu kabul, bir ticari mal olarak alınıp satılan sanat ile elde edilen gücün, Batıdan kaymasını da beraberinde getirmiştir. Sonuçta, Batı tarafından, bienaller ve küratörler ile yönlendirilen küresel sanatın seyrini, ekonomik dengelerdeki değişimle beraber Asya’ya doğru çevirmekte olduğunu yine Batılı eleştirmenler artık açıkça kabul etmektedirler.
Bu yön değişiminin önemli nedenlerinden biri de, kuşkusuz oluşturulan yeni görsel diller aracılığı ile Batılı olmayan sanatçıların kendilerini dünya kültür ağına entegre etmeleridir. Yeni medya ve video, dijital sanat, bilgisayar grafikleri, internet sanatı, enstalasyonlar gibi sanatsal uygulamaların yeni formlar aracılığı ile söylenmesi, Batılı olmayan sanatçıların etkin bir küresel diyalog içine girmelerine neden olmuştur.
Sosyo-ekonomik küresel gelişmeler ile sanatta yeni sorunlar, yeni teoriler ve yeni değerler ortaya çıkmıştır. Batı penceresinden bakılarak onların cümleleri ile Antik Yunan’a kadar getirilip bırakılan, içine Latince sözcükler serpiştirilip sofistike hava verilmeye çalışılan, “neden sanat” söylemleri artık günümüz sanatçısı için bayat, demode, sıkıcı ve hatta “hikaye” olarak görülür olmuştur. Günümüzün çok taraflı ve çok kutuplu dünyasında; Aristotales şöyle demişti, mimesis budur hikayeleri; Batı’nın kendi uygarlığını üzerine oturttuğu Yunan yerelinden uluslararası sanatı tariflemeye artık yetmemektedir.
Batı, bu yetersizliğin farkında olup doğu için yeni kontrol çözümleri üretmeye çalışırken, kendini yenileyemeyen hikayecilerin körlükleri; değil sanat üzerinden, eski taklitler üzerinden rol çalarak “kazıma” yapmalarından başka bir şey değildir.
Burada bir nefes alıp Azerbaycan hakkında turistik rehberlerden bulunabilecek bazı bilgileri özetleyelim ki sonucun gerekçesini oluşturan “sac ayağını” tamamlamış olalım.
SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) dağılmasından önce ve sonra diye iki önemli dönem Azerbaycan’ın yakın tarihini okurken dikkat edilmesi gereken dönemlerdir. Bakü, Kafkasya'daki üç başkent arasında en yüksek nüfusa sahip şehirdir ve nüfusu Tiflis ve Erivan'ın toplamından fazladır.
Dilde nüfusun çoğunluğu Azericeyi konuşur. Özellikle kentlilerin büyük bir bölümü Rusçayı ikinci dil olarak konuşur. En çok sempati duydukları ülke Türkiye’dir. Türk Büyükelçiliğinin araba plakaları 01 ile başlar, çünkü kendilerini devlet olarak ilk Türkiye Cumhuriyeti devleti tanımıştır.
Rusların kontrolunde Ermenilerin Bakü’ye saldırısında ölenlerin sayısı (300) yaklaşık Somadaki maden kazasında ölenlerin sayısı kadar olmakla beraber, o günün anısına heryıl ulusal yas tutulmaktadır. Herşeye rağmen Ruslara yönelik sempatilerini kimileri açıkça belli ederken, kimileri sessiz kalmaktadır. Geniş sokaklarda Sovyetlerin izleri açıkça görülmektedir. Bundan kimse rahatsız da değildir. Ancak son zamanlarda kentin çehresinde görülen değişiklikte çağdaş mimarinin payının büyük olduğunu söylemekte yarar vardır. Günümüz Bakü mimarisinde; metal ve betonun alışılmış formların dışında başarı ile kullanılması bu yeni kentin çehresini farklı kılmaktadır. Estetik ön planda tutularak yapılan ve yapılmakta olan binaların bıraktığı izlenim, Sovyetler’den sonra başlayan büyük bir modernleşme hareketinin göstergesidir de denilebilir. Elbette geceleri nerede ise tüm binaların ışıklandırılması bambaşka bir keyif vermektedir görenlere.
Görenler için başka bir gerçek daha vardır:
Hazar denizi kıyında oturup “kutum” balığı yerken ufka doğru baktığınızda manzarayı yırtan, yabancıların işlettiği petrol kuyuları; sadece gözün değil, sosyal ve ekonomik rahatsızlığın da sembolü olmaktadır. “İşte neftimiz orada biz de buradan bakıyoruz” denildi bana. Çünkü, petrol çıkan diğer ülkelerde olduğu gibi üretim başkalarının elindedir. Petrolun gelirinin toprağın sahibi halka dağitilmaya kalkışılması durumunda Irak, Mısır, Tunus ve de özellikle Libya gibi ülkelere tanklarla toplarla anında demokrasi gelmektedir! Xeyale Deniz’in bir dörtlüğünü paylaşalım:
Sərvətlərin torpağısan
Qızıl neftin ocağısan
İgidlərin diyarısan
Azərbaycan!!!Azərbaycan!!!
Kırılgan demokrasi, edilgen demokrasi ve sanat! Bağlantılandırılması kolay bütünleştirlmesi zor toparlanması imkansız üç sözcük arasından Bakü şehrine yeniden geri dönersek sanatla ilgili iki üniversitesinin olduğunu görürüz: Azərbaycan Dövlət Mədəniyyət və İncəsənət Universiteti (1945) ve Azerbaycan Devlet Ressamlık Akademisi (2002). Kısaca değinilmesi gerekli bir tespit daha yapalım: Sovyetlerden beri gelen; toplumun ve devletin sanata ve sanatçıya verdiği değer, bu coğrafyada yaşayanlar için özenilecek düzeydedir.
Şöyle bir değerlendirme ile bugünkü yazının sonucuna gelelim:
Bir zamanların islam kullanılarak oluşturulmuş “yeşil kuşak” adı ile bilinen emperyalist projenin başka bir tezahurunu sanat alanında şimdilerde aleni olarak görmek mümkündür denilebilir. Sanat, artık devlet akademilerinin değil kökü dışarıda spekülatörlerin kontrolunde tamamen siyasi amaçlarla kullanılan pembe şeker biçiminde bubi tuzağına dönüşmüş durumdadır. Ekonomik ve siyasi bağımlılık oluşturma süreci, bazı ülkelerde “arap baharı” bazı ülkelerde ise “turuncu devrim” olarak kamüfle edilirken, bazı ülkelerde sanatçının doğum yerine göre “lansmanı” yapılmaktadır. Sosyal kimliği sorgulatıcı, ulusal bilinci yok edici veya böylesi amaçlarla kuruldukları reddedilen bazı sanat merkezlerinin, uluslararası şube sistemiyle çalışıyor olmaları bile önemli bir “okumadır” diye düşünüyorum. İstanbul ve Bakü’deki iki sanat “merkezi” tam da bu değerlendirmeyi kanıtlar niteliktedir.
Dışarıdan yönetilen ekonomi, dışarıdan belirlenen yöneten ve dışarıdan yönlendirilen sanat...
Böyle bir yorum cümlesinin ardından “edilgen” olduğu tespiti ile noktayı koymak lazım yazının “sanat” kısmına. Sanatçı kısmında, ürettiğine ekonomik destekle “kırılganlığı telafi edilebilir” demek yeterli olacaktır! Bakü kısmına ise “yeniden görülmelidir” demeli.
Sanata yakın kalın…
Geçen hafta; “Bakü ve sanat kapsamlı izlenimlerimi önümüzdeki haftalarda paylaşmayı düşündüğümü” belirtmiştim. O haftalardan biri bu hafta olsun diye yazmaya başladığım an, zamanın her hafta olduğundan bu defa daha hızlı geçmişliğini malessef fark etmiştim bile. Zaman ile diyaloğum, çocukluğumdan beri bir yarış şeklinde süre gelir… O kaçar ben kovalarım… Aramız çok ender açılır. Ben ona saygı duyarım geçmem, o da beni sever geçmez... Ancak, genel olarak sorunlar, bunu pek fark etmez!
Sorun oluşturma, sorunun bir parçası olma, ya da sorun taşıma yollarının hepsi; hedeflerin yüksek tutulduğunda; koşan zamanın ve beklentilerin sorgulanmadığı ama başarı öykülerinin yaratıldığı yaşanmışlıklardan geriye kalan toza dumana karışıp geçmiş içinde kaybolup giderler… Hiç bir saatın kadranı sorun yansıtmaz, uygun bir açıdan dikkatle bakan kendi gözünü bile görebilir!
Öyleyse biz de geçen hafta, Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin 2015-2016 Akademik yılında açacağı, BEŞ BAŞKENT BEŞ SERGİ projesi kapsamında (Türkiye-Ankara, Azerbaycan-Bakü, Saraybosna-Bosna, Estonya-Tallinn, KKTC-Lefkoşa) gerçekleştirilecek sergi dizilerinden ikincisi için gittiğimiz Bakü’de gözümüzle gördüklerimize bir özet çıkaralım. Kelimelerin arasına biraz sıcaklık katarak iddianın güçlenmesi için gerekli alt yapıyı işin hemen başında oluşturmanın yararlı olacağı umudu ile, Bakü’den izdüşümlerimiz olsun bunlar..
Pek çok “şeyin” belirleyicisi, yöneticisi veya yönlendiricisi olma özelliğine sahip ekonominin dünyadaki seyri hakkında İMF verilerine dayanarak biraz bilgi paylaştıktan sonra; ekonomi karşısında “kırılgan” tavırlar sergileyen sanatçıların üretimlerine yönelik “edilgen” tanımını kullanmanın pek de sıkıntı yaratmayacağına inanıyorum.
Tezcanlı okuyucular için yazının başında bir atasözü kullanarak söyleyeceğimizi özetleyelim: “Parayı veren düdüğü çalar.” Bu sözün sanatla ilgili doğruluğuna inancımı; özellikle Bangladesh’de yapılan 16.Asya Sanat Bienali ile ilgili yazılarımda paylaşmıştım. Sanatın küresel olarak sosyo-ekonomik boyutunu içeren, o yazılardan birinden alıntılayalım:
IMF verilerine göre Çin, 17.61 trilyon dolarlık bir ticari hacimle büyürken, buna karşılık USA 17.4 trilyon dolarlık bir hacimle onun gerisinde kalmış vaziyette. Aynı veri ve tahminlerine göre, 2019 yılında Çin’in bütçesinin 26.98 trilyon dolarlık rakamlara ulaşılacağı beklenmektedir.
Çin’in, özellikle son beş yıl içindeki büyümesi Asya’nın yüzünü güldürmüş; bu büyümenin kesintisiz ve bu hızla devam etmesi durumunda, 2050 yılında dünya ekonomisinin yüzde ellisini yöneteceği tahminleri konuşulmaya başlanmıştır. Bu perspektif ile bakan ekonomistler, muhtemel bir Asya yüzyılının eşiğinde olduğumuzu söylemektedirler.
Peki bu değişen ekonomik dünya düzeni ve dengeler, çağdaş sanatın manzarasını nasıl şekillendirmektedir? Ya da yeni bir sanat üretim dili ile, dünya sanatında yeni bir düzen mi oluşmaktadır?
Aslında son on yıla bakıldığında uluslararası sanat piyasasının başlangıçtan beri hedeflediği, bienaller ve küratörler aracılığı ile dünyaya kabul ettirmeye çalıştığı; Batılı olanın daha iyi, daha güzel, daha güçlü olduğu felsefesi; değişen ekonomik dengeler ile sorgulanmaya başlanmış; Batılı olmayan ile yeni bir yüzleşme sorunu ortaya çıkmıştır. Özellikle bienallerde Batılı olmayan sanatçıların baskın bir duruma gelmeleri ile, sosyo-ekonomik değişimin renkleri, galerilerde ya da sergileme mekanlarında da kendini göstermiştir. Böylece, Batılı organizasyonlar; Batıda, kendi düzenledikleri ve yönettikleri etkinliklerde, Batılı olmayan sanatçıları kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bu kabul, bir ticari mal olarak alınıp satılan sanat ile elde edilen gücün, Batıdan kaymasını da beraberinde getirmiştir. Sonuçta, Batı tarafından, bienaller ve küratörler ile yönlendirilen küresel sanatın seyrini, ekonomik dengelerdeki değişimle beraber Asya’ya doğru çevirmekte olduğunu yine Batılı eleştirmenler artık açıkça kabul etmektedirler.
Bu yön değişiminin önemli nedenlerinden biri de, kuşkusuz oluşturulan yeni görsel diller aracılığı ile Batılı olmayan sanatçıların kendilerini dünya kültür ağına entegre etmeleridir. Yeni medya ve video, dijital sanat, bilgisayar grafikleri, internet sanatı, enstalasyonlar gibi sanatsal uygulamaların yeni formlar aracılığı ile söylenmesi, Batılı olmayan sanatçıların etkin bir küresel diyalog içine girmelerine neden olmuştur.
Sosyo-ekonomik küresel gelişmeler ile sanatta yeni sorunlar, yeni teoriler ve yeni değerler ortaya çıkmıştır. Batı penceresinden bakılarak onların cümleleri ile Antik Yunan’a kadar getirilip bırakılan, içine Latince sözcükler serpiştirilip sofistike hava verilmeye çalışılan, “neden sanat” söylemleri artık günümüz sanatçısı için bayat, demode, sıkıcı ve hatta “hikaye” olarak görülür olmuştur. Günümüzün çok taraflı ve çok kutuplu dünyasında; Aristotales şöyle demişti, mimesis budur hikayeleri; Batı’nın kendi uygarlığını üzerine oturttuğu Yunan yerelinden uluslararası sanatı tariflemeye artık yetmemektedir.
Batı, bu yetersizliğin farkında olup doğu için yeni kontrol çözümleri üretmeye çalışırken, kendini yenileyemeyen hikayecilerin körlükleri; değil sanat üzerinden, eski taklitler üzerinden rol çalarak “kazıma” yapmalarından başka bir şey değildir.
Burada bir nefes alıp Azerbaycan hakkında turistik rehberlerden bulunabilecek bazı bilgileri özetleyelim ki sonucun gerekçesini oluşturan “sac ayağını” tamamlamış olalım.
SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) dağılmasından önce ve sonra diye iki önemli dönem Azerbaycan’ın yakın tarihini okurken dikkat edilmesi gereken dönemlerdir. Bakü, Kafkasya'daki üç başkent arasında en yüksek nüfusa sahip şehirdir ve nüfusu Tiflis ve Erivan'ın toplamından fazladır.
Dilde nüfusun çoğunluğu Azericeyi konuşur. Özellikle kentlilerin büyük bir bölümü Rusçayı ikinci dil olarak konuşur. En çok sempati duydukları ülke Türkiye’dir. Türk Büyükelçiliğinin araba plakaları 01 ile başlar, çünkü kendilerini devlet olarak ilk Türkiye Cumhuriyeti devleti tanımıştır.
Rusların kontrolunde Ermenilerin Bakü’ye saldırısında ölenlerin sayısı (300) yaklaşık Somadaki maden kazasında ölenlerin sayısı kadar olmakla beraber, o günün anısına heryıl ulusal yas tutulmaktadır. Herşeye rağmen Ruslara yönelik sempatilerini kimileri açıkça belli ederken, kimileri sessiz kalmaktadır. Geniş sokaklarda Sovyetlerin izleri açıkça görülmektedir. Bundan kimse rahatsız da değildir. Ancak son zamanlarda kentin çehresinde görülen değişiklikte çağdaş mimarinin payının büyük olduğunu söylemekte yarar vardır. Günümüz Bakü mimarisinde; metal ve betonun alışılmış formların dışında başarı ile kullanılması bu yeni kentin çehresini farklı kılmaktadır. Estetik ön planda tutularak yapılan ve yapılmakta olan binaların bıraktığı izlenim, Sovyetler’den sonra başlayan büyük bir modernleşme hareketinin göstergesidir de denilebilir. Elbette geceleri nerede ise tüm binaların ışıklandırılması bambaşka bir keyif vermektedir görenlere.
Görenler için başka bir gerçek daha vardır:
Hazar denizi kıyında oturup “kutum” balığı yerken ufka doğru baktığınızda manzarayı yırtan, yabancıların işlettiği petrol kuyuları; sadece gözün değil, sosyal ve ekonomik rahatsızlığın da sembolü olmaktadır. “İşte neftimiz orada biz de buradan bakıyoruz” denildi bana. Çünkü, petrol çıkan diğer ülkelerde olduğu gibi üretim başkalarının elindedir. Petrolun gelirinin toprağın sahibi halka dağitilmaya kalkışılması durumunda Irak, Mısır, Tunus ve de özellikle Libya gibi ülkelere tanklarla toplarla anında demokrasi gelmektedir! Xeyale Deniz’in bir dörtlüğünü paylaşalım:
Sərvətlərin torpağısan
Qızıl neftin ocağısan
İgidlərin diyarısan
Azərbaycan!!!Azərbaycan!!!
Kırılgan demokrasi, edilgen demokrasi ve sanat! Bağlantılandırılması kolay bütünleştirlmesi zor toparlanması imkansız üç sözcük arasından Bakü şehrine yeniden geri dönersek sanatla ilgili iki üniversitesinin olduğunu görürüz: Azərbaycan Dövlət Mədəniyyət və İncəsənət Universiteti (1945) ve Azerbaycan Devlet Ressamlık Akademisi (2002). Kısaca değinilmesi gerekli bir tespit daha yapalım: Sovyetlerden beri gelen; toplumun ve devletin sanata ve sanatçıya verdiği değer, bu coğrafyada yaşayanlar için özenilecek düzeydedir.
Şöyle bir değerlendirme ile bugünkü yazının sonucuna gelelim:
Bir zamanların islam kullanılarak oluşturulmuş “yeşil kuşak” adı ile bilinen emperyalist projenin başka bir tezahurunu sanat alanında şimdilerde aleni olarak görmek mümkündür denilebilir. Sanat, artık devlet akademilerinin değil kökü dışarıda spekülatörlerin kontrolunde tamamen siyasi amaçlarla kullanılan pembe şeker biçiminde bubi tuzağına dönüşmüş durumdadır. Ekonomik ve siyasi bağımlılık oluşturma süreci, bazı ülkelerde “arap baharı” bazı ülkelerde ise “turuncu devrim” olarak kamüfle edilirken, bazı ülkelerde sanatçının doğum yerine göre “lansmanı” yapılmaktadır. Sosyal kimliği sorgulatıcı, ulusal bilinci yok edici veya böylesi amaçlarla kuruldukları reddedilen bazı sanat merkezlerinin, uluslararası şube sistemiyle çalışıyor olmaları bile önemli bir “okumadır” diye düşünüyorum. İstanbul ve Bakü’deki iki sanat “merkezi” tam da bu değerlendirmeyi kanıtlar niteliktedir.
Dışarıdan yönetilen ekonomi, dışarıdan belirlenen yöneten ve dışarıdan yönlendirilen sanat...
Böyle bir yorum cümlesinin ardından “edilgen” olduğu tespiti ile noktayı koymak lazım yazının “sanat” kısmına. Sanatçı kısmında, ürettiğine ekonomik destekle “kırılganlığı telafi edilebilir” demek yeterli olacaktır! Bakü kısmına ise “yeniden görülmelidir” demeli.
Sanata yakın kalın…
No comments:
Post a Comment