Saturday, February 20, 2016

Duman, hikaye, geçer

105+10,  KIBRIS gazetesi, 2016-02-20, cumartesi, sayfa:29



Çok uzak olmayan bir tarihsel dönemde yaşananların geçen haftadan devamla, ders alabilecekler için örnek bir hikâyesine rastladım üç gün önce, şaşkın Şubat baharının sıcak ayak sesleri arasında...

Şaşkın olan sadece Şubat baharı değil elbet.  Ben, sen, o, biz, siz, onlar herkes şaşkın…

Yirmibirinci yüzyılda demokrasi ile yönetilen bir ülke düşünün ki her gün tüm yayın araçlarında can güvenliği, huzur, barış tartışılıyor.  İstisnasız her gün tartışılıyor bunlar.  Son derece güvenli binalardan, lüks yayın odalarından, şık beyler asgari ücretle geçinemeyen halka dini telkinde bulunuyorlar.  Onlara göre bulutlar bile pembe… Ölenler ne güzel öldülere getiriliyor laflar.  Şehitler deniyor.  Hatta ve artık savaş çıktı çıkacak diye alıştırılıyor toplum…

Dünyaya meydan okuyoruz ya yeter, helal bize. Haddini bildiririz sana dünya!  Sabrımızın sınırlarını zorlamayın!  Ey dünya!

Konforunuzu bırakın, sıcak koltuklarınızdan kalkın, gidin biraz da siz şehit olun madem öyle…

Ateş düştüğü yeri yakar, ancak o ateşin düştüğü yere kimse bakmıyor… Güvenlik önlemleri alınmış cenaze törenlerinin ön saflarında poz verenler yine onlar.

Memlekette duman var.  Olay yerine ambulanslardan önce yayın yasağının geldiği söyleniyor.

Dün kol kola olanlardan bugün geriye kalanlar:

Ölüm, kan, kin, çözüm, barış, süreç, Suriye…

Artvin direniyor…

Ülke savaşa sürükleniyor.

Kıbrıs’ta da su akıyor geriye…

Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’nın o kara akşamında; devletin göbeğinde patlatılan bombanın daha dumanları tüterken; hemen ertesi sabahında bir üniversitenin Rektörü “Dekanlıklar için eğilim yoklaması” genelgesi yayınlıyor…

Gecenin karanlık yalnızlığında pembeye boyanmış kirli bulutlarını yorgan eyleyip, ille de uyuyan güzel ülkemin acıyı bal eyleyen cefakar halkı… “Her toplum layık olduğu iktidar tarafından yönetilir” sözünü üzülerek hatırlarım hep...

Geçen hafta "bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti” sonuçlu bir hikaye paylaşmıştım.

Yukarıdaki başlıkların detaylarında kaybolmamak için, ders alabilecekler için, bu hafta da başka bir hikaye paylaşmak istedim.

BİR GEZGİN HİKAYESİ

Gezginin yolu uzak bir diyarda şirin bir köye düşer. Köylülere, “tanrı misafirini ağırlayacak biri var mı” diye sorar.

Köylüler, kendisine, çiftlik sahibi Süleyman diye birinin yardımcı olabileceğini, onu iyi ağırlayabileceğini bu nedenle de onun çiftliğine gitmesini söylerler.

Gezgin, çiftliğe doğru giderken yoluna çıkan birkaç köylüyle daha sohbet eder. Köylülerden Süleyman’ın, o yörenin en zenginlerinden biri olduğunu bir de Hasan isimli bir başka çiftlik sahibi daha olduğunu öğrenir.

Gezgin, nihayetinde Süleyman’ın çiftliğine ulaşır. Köylülerin dedikleri gibi Süleyman misafirini çok iyi karşılar.  Yedirir, içirir dinlendirir..  Ayrılacağı gün gezgin, Süleyman’a ve ailesine kendisini çok iyi ağırladıkları için teşekkür eder ve tekrar yola çıkmadan önce der ki:

– “Böyle nimetlerle ödüllendirildiğin ve zengin olduğun için hep şükretmelisin!”

Süleyman de gezgine der ki:

– “Zenginlik dediğin nedir ki, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen gerçek, görünen değildir. Bu da geçer…”

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, gezginin yolu yine aynı köye düşer.  Doğal olarak Süleyman’ı ziyaret etmek ister. Yine yolda karşılaştığı köylülerle konuşurken Süleyman’ın fakirleştiğini, diğer çiftlik sahibi Hasan’ın yanında çalışmaya başladığını öğrenir.

Gezgin, Süleyman’ı merak ederek Hasan’ın çiftliğine gider. Onu, eski püskü elbiseli, birazda yaşlanmış halde bulur.  Hizmetkar olarak yanında çalıştığı Hasan tarafından kendisine verilen baraka gibi evinde yaşamaktadır.  Gezgin büyük bir merak içinde sorar:  “Nasıl oldu da çiftlik sahibi iken maraba oldun?”

Süleyman, çiftliğinin bir sel felaketinde yıkıldığını, tüm hayvanlarının telef olduğunu, topraklarının da işlenemez hale geldiğini, tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Hasan’ın yanında çalışmak zorunda kaldığını anlatır.

Süleyman, yine de gezgini bir yere bırakmaz, son derece mütevazi koşullarda misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır.

Gezgin, vedalaşırken, Süleyman’a olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve Süleyman’dan şu yanıtı alır:

– “Üzülme… Unutma, bu da geçer…”

Hikaye bu ya; uzun yıllar geçtikten sonra, gezginin yolu yine aynı bölgeye düşer. Eski dostunu ziyarete gider. Bir süre önce ölen Hasan, ailesi olmadığından, bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkarı ve eski dostu Süleyman’a bırakmıştır. Süleyman, Hasan’ın konağında oturmaktadır. Büyük arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insanı olmuştur. Gezgin, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde üçüncü kere, yine aynı yanıtı alır:

– “Bu da geçer…”

Birkaç yıl sonra gezgin yine Süleyman’ı ziyaret etmek ister. Ona bir tepe gösterirler. Tepede Süleyman’ın mezarı vardır ve mezar taşında şöyle yazmaktadır:

“Bu da geçer…”

Gezgin, üzgün bir şekilde, “Allah Allah, ölümün nesi geçer?” diye düşünür ve ancak yoluna gider.

Ertesi yıl, gezgin, Süleyman’ın mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıklarda mezar falan kalmamıştır.  Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve Süleyman’ın mezarından geriye hiç eser kalmamıştır.

Buraya kadar olan hikayenin birinci kısmı. Devamı da var!

O yıllarda, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını önleyecektir.

Hiç kimse, sultanın istediği gibi bir yüzük yapamaz. Sultanın kuyumcusu yukarıda sözü geçen gezginin eski bir dostudur. Kuyumcu ondan yardım ister. Gezgin de kendinden yardım isteyen dostuna, nasıl bir yüzük yapması gerektiğini yukarıdaki hikayeden öğrendikleri ile açıklar.

Kuyumcu yüzüğü hazırlar ve yüzük sultana sunulur. Son derece sade bir yüzüktür bu, sultan yüzüğü inceler ve gözü üzerindeki yazıya takılır. Okuduğu yazının üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır.  Tam da istediği gibi bir yüzüğü vardır artık, yüzük nedeniyle mutlu olur.

Sultanın yüzükle gelen mutluluğu merak edilecek bir durumdur elbet, acaba onun üzerinde ne yazıyordur?

“Bu da geçer”

 Hayatın akışında “bu da geçer”.

Hikayenin akışı içinde ve sonunda bir de deyişin etimolojisine ilişkin açık kaynaklarda ulaştığım bilgiyi de yazıya eklemekte yarar vardır diye düşünerek paylaşalım:

“Bu da geçer” sözünün kökeni; yaklaşık bin yıl önceye, Bizans dönemine kadar uzanır.  Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman “bu da geçer” anlamına gelen “k’afto ta perasi” derlermiş.

Deyiş, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp  “in niz beguzered” olur; Osmanlılar devrinde ise Türkçe söylenip “bu da geçer” değişimi ile kullanılır.  Son şekil, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna “ya Allah” anlamına gelen bir “ya Hû” ilave edilip “bu da geçer ya Hû” hali ile bugüne kadar kullanıla gelir.

Yalnız ve güzel ülkemin başkentinden dumanların kalkmasını, acıların dinmesini, güvenlik, barış ve huzurun bir an önce gelmesini umut ederek bugüne, bu haftaya da noktayı koyalım.

Sanat kimsenin umurunda değil.

Ama ve yine de sanata yakın kalın…