Saturday, February 13, 2016

Mahlukat, harita, öğrenmek

KIBRIS gazetesi, 2016-02-13, cumartesi, sayfa:29





Geçen haftaki yazımda; her hafta olduğu gibi makalemi gazeteye gönderdikten sonra aldığım keyif, “bir başka şeyle örneklenemez” demiştim...  Ancak, bu fikrimi çürütürcesine üç öğrencimin sergi davetiyeleri ile karşılaşmaktan aldığım keyfi kıyaslamak da varmış yazacaklarım arasında! Nadire Şule Atılgan: “SHMRN POP Tasarım Sergisi” ile, Melda Genç: “Gelenekten Çağdaşa Keçe Takı ve Aksesuar Tasarım Sergisi” ile ve Banu Bulduk: “Mahlukat” sergisi ile bana büyük laf etmemem gerektiğini “öğrettiler” desem yalan olmaz.

Akademisyenlikleri nedeniyle; sergi açma amaçlarında benzerlik olsa da, teknik, içerik ve sunuş açısından birbirinden farklı üç serginin davetiydi aldığım.  “Değerli hocam, burada olmanızı çok isterdim!” 

Bu durumdan hareketle hocalığın, öğretmenliğin, akademisyenliğin ve üstelik de idareciliğin şöyle ulvi veya böyle menem bir şeyler olduğundan bahsetmeyeceğim!  Umberto Eco’nun “öğrenciler, her yıl onlarla beraber gençleşiyorum” deyişinin öyküsünü de tekrarlamayacağım… Bir takım hazretlere yapıştırılmış dersleri de getirmeyeceğim buraya.  Uzmanlık alanım, çalıştığım kurumlar, yürüdüğüm akademik yol, kazanımlarım ve ürettiklerim; bunların hepsini nerede ise tüm boyutları ile, sürekli kendini oluşturan bir “anıt” gibi içinde barındırıyor. Bencileyin bu egosantrik yaklaşımı fazla ulvileştirip o anıtın ruhunu hayal kırıklığına uğratmadan, konuya dönmek lazım!

Şöyle bir alıntı cümlenin tam da yeridir diye düşünüyorum: “Güçlü insanları hayal kırıklığına uğratabilirsiniz ama buna devam edemezsiniz. Kırıldıklarında, size verdikleri değerleri geri alırlar ve arkalarına bakmadan çeker giderler…”

Banu Bulduk, sergisinin manifestosunu da göndermiş. Görselleri de postanın ekinde elbet.  Üç serginin de açılışına gidebilmem mümkün değildi. İzleyebilir miyim umudunu da hala yitirmiş değilim. Ama Banu Bulduk’un hazırlayıp gönderdiği manifestosunu paylaşmak istedim. Tam da geçen hafta yazdıklarım hakkında bir arkadaşımla konuşurken cümleleşti fikrim: Yazdıklarımda benim anlattıklarım, okuyucunun kendince anladıklarıyla sınırlıdır aslında. Hele de dikkatle okumamışsa, anlamamışsa içeriğini; ölçerek, biçerek, tartarak yazdığımın, çok kolayca konu hedeflenen amacının dışında değerlendirilebilinir.

Yandı gülüm keten helva!

İnsanlardaki düşünme olgusu, çevrelerindeki olayları keşfedip tanımlamalarını ve sınırlandırmalarını sağlar.  Bu sınırlar içerisinde yapılan tanımlama, bilginin bir anlamda depolanmasına ve de birikim oluşturmalarına yardımcı olmuştur.  Depolanan bilgi birikimi; insanın hemtürleri ile alışverişte bulunma gereksinimini de artmıştır.  Onu, diğer mahlukatlardan ayıran özelliklerinin başında; düşünmenin doğal bir uzantısı olan iletişim gelir. İleti alışverişi, belirli bilgileri, düşünceleri, davranışları ve olayları kapsar.

“İletişim; bilgi, düşünce ve tutumların mahlukatların türleri arasında değişik yollarla aktarılmasıyla bir benzeşme, birlik veya bir ortaklık yaratılmasıdır” diyor kaynaklar!

İnsanın var olduğundan bu yana iletişim kurma çabası benliğinde vardır. Ancak, iletişimin belirli sınırlar içinde ve sınırlı olanaklarla yapılması ve gruplaşma, insan topluluklarının birbirlerini tanımasını kısıtlamıştır diyerek; işin ötesini uzmanlarına bırakmak, doğru bir tercih olacaktır diye düşünüyorum.

“Mahlukat” sergisinin manifestosunda İ.A.Gövsa "insanlar, koku duygusunun çeşitlerini ve manalarını görmekte her mahlûktan daha fazla miyopturlar" demiş!

Eğer insan var olduğundan bu yana başkalaşımlar içinde olan diğer hemtürleri ile doğru ve doğrudan iletişim kurabilseydi; tek bir toplum, tek bir geçmiş olacaktı demek, kuşkusuz yine de zor olacaktı.  Çünkü, mekan, zaman ve en azından coğrafi koşullardaki farklılıklar buna pek de izin vermezler. Sanırım bu ayrıştırıcıların neden olduğu en önemli sonuç ve göstergelerden biri, topluluklar arasındaki dil farklılıklarının açıkça görülür olmasıdır. Hemtürler arasında iletişim açısından oluşan bu sorun, aynı dünyayı paylaştığımız diğer mahlukatlarla insan arasında zaten aşılmaz engeller oluşturmaktadır, demek yanlış olmasa gerek.

Gelelim Banu Bulduk’un sergisindeki çalışmaları için yazdığı ve bana da gönderdiği manifestosuna:

“Mahlukat”; yaratıklar, yaratılmışlar ve yaratılmışlar bütünü olarak tanımlanan bir kelimedir. İçeriği kalabalıktır tabiatın ev sahipleri gibi.  “Mahlukat” serisinin esin kaynağını oluşturan mitolojik öğelerden hayvan sembolleri, dünya ve Anadolu söylencelerinin sıklıkla kullandığı bir anlatım motifi olarak karşımıza çıkar. Her biri ya kahraman ya kurtarıcı ya da kimi zaman hikâyenin sonunu değiştiren olmuşlardır.

Anadolu anlatılarından söylence ve fabl türlerinde hayvan hikâyelerinin sıklıkla işlenmesi, birçok hayvanın, farklı inanışlarla bütünleşen rol ile var olması, bir anlama geliyor olması, hareketleri ve özellikleriyle anlatılarda kullanılması kültür kavramını belirginleştirendir. Kültür bileşenlerinin bireylerin algı duyarlılıklarını/farklılıklarını etkilediği gerçeği ise anlatıların bireysel bilince işlenmesini ve sonrasında yorumlamasını etkiler.  Öyleyse her motif, bildiğiniz ya da bilmediğiniz bir bilgi taşımaz mı?

Kimi zaman büyüleyici anlatımı ve gerçeküstü özellikleri ile betimlenir, kimi zaman ise gözle görülen biçimlenişinde her insanın kendisi ile özdeşleştirebildiği bir nesne konumuna bürünür. 

Herkesin bildiği gibi ve gördüğü kadardır aslında mahlukat.”

Vefa duygusu ile bunun bir ilgisi var mıdır diye sorulacak bir soru, sergi davetleri ile bağlantı kurdurup makalenin devamını okumaya merak uyandırır mı bilemedim!

İsra suresi 70. ayette "insanları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık" ifadesi yer alır. Fakat bir de insanın "eşref-i mahlukat" yani, yaratılanların en “şereflisi” olduğu inancı vardır.  Yine bilemediğim bir soru; kadeh kaldırılırken o nedenle midir ki “şerefe” derler! Tam tersi, küfür ya da hakaret ederken de, bu eşref-i mahlukatlar birbirine “şerefsiz” derler!

İşte bu eşref-i mahlukat; içinde bulunduğu fiziki coğrafya ve iklim koşulları açısından bile bakılsa; siyasi, sosyal, ekonomik ya da başka sınıflayıcıların ayrımına vardığı kadar, onların girdabına da kapılıverir… O nedenledir ki normal zekaya sahip bireylerin hemen hepsi, o girdabın içinde kaybolmamak için konu bulup duvarlardaki çentiklere tutunarak yaşamaya çalışırlar.  Geçen demiştim ya herkesin cebinde taşlar, başında kuşlar… Bu eşref-i mahlukatın en çabuk ve en kolay yaptığı “şeylerden bir tanesi” de kuşkusuz ötekileştiriyor veya ötekileştiriliyor olmasıdır…

Bunu da bir öğrenme olarak kabul ederek:

Akademisyenin biri; seminerler, dersler ve uzun araştırma saatleri ile dolu günlerin ardından sabırsızlıkla beklediği hafta sonuna ulaşır. Kuşkusuz o da ailenin diğer bireyleri gibi haftanın tüm yorgunluğunu geride bırakmak istemekte, bütün Pazar gününü keyif yapıp, tembellikle evde geçirmeyi hayal etmektedir.

Böyle bir haleti ruhiye ile baharı müjdeleyen Pazar sabahında uyanıp, güneşle birlikte güzelce ve özelce hazırlanmış kahvaltı masasına oturur...

Sonra koltuğuna geçer, gazetesini eline alır, çayından da bir yudum.

Sanki kendisinin aklından geçenleri makale haline getirip yayınlayan köşe yazarının olduğu sayfayı şöyle güzelce katlayıp hazırladıktan sonra, tam okumaya sıra gelince oğlu mızmızlanarak yanına gelir!

- “Baba beni ne zaman parka götüreceksin?”

Baba, oğluna iki hafta öncesinden onu parka götürmek için söz vermiştir. Bu hafta sonu işte o hafta sonudur! Dışarıya çıkmak istemediğinden olsa gerek, tembellik, üşengeçlik ağır basar.  Ancak, bir bahane uydurması gerekir. Öyle ya oğluna sözü vardır!

Sehpanın üzerindeki; okuduğu gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişir. Tembelliğine çare, parka gitmemeye çözümü bulmuş olmanın mutluluğu ve hinlikle gülümser! Çayından bir yudum daha aldıktan sonra dünya haritasını küçük parçalara ayırır ve oğluna uzatır:

- "Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!" der.

Sonra; "oh be, kurtuldum! İyi bir Coğrafya profesörünü bile getirsen bu parçalanmış dünya haritasını akşama kadar düzeltemez" diyerek bardağındaki son çay yudumunu keyifle içer.

Heyhat, daha o makalenin yarısına gelmeden oğlu babasının yanına koşarak gelir:

- "Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidelim mi?"

Baba, çocuğun söylediğine önce inanamaz. Haritayı görmek ister. Birlikte çocuğun odasına giderler. Gerçekten de düzeltilmiş dünya haritasını gördüğünde hayretler içinde kalır baba.  Büyük bir şaşkınlıkla oğluna “bunu nasıl yaptın” diye sorar. Oğlu da, şu ibretlik açıklamayı yapar babasına:

- "Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!"

Yazının özü: akademisyen; aslında öğrenecek çok şeyi olan insan demektir!

Sanata yakın kalın…