Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:18
18 Mart 2014, Salı, Lefkoşa
Yazılarımın bir kısmını daha önce de söylediğim üzere; kültürünün en önemli taşıyıcılarından biri “söz” olan toplumun “tarihine not düşmek için” özellikle akademisyenlere yönelik kaleme aldım. Çok önemli yorumlar, katkılar, destekleyici eleştiriler ve keyif aldım. Mutlu oldum, minnettarım da.
Geçen haftaki yazımda: “…kapitalist sistemin önemli ulaştırıcılarından “vitrin” ve vitrinin “dışındakine” bir parantez açmak gerek: Önünden geçenlerin çok büyük bir çoğunluğunun beslenme alışkanlıkları ve taşıdığı genler nedeniyle ne oran ne de orantı açısından uyumsal örtüşme değil; sadece türdeş figür benzerliği olan mankenlere ve onlara giydirilenlere hayran hayran bakmalarını anlamak “bence” mümkün!...”diye yazmışım. Düzenli olarak yazmaya başladığım yaklaşık dört ay öncesinden beri şuna dikkat ettim: ben yazdıklarımdan sorumluyum, okuyanın anladığından değil! Diğer “profesyonel” köşe yazarlarını okudukça “anlaşılmak” sorununun; düşünsel paylaşımlarla örtüşmese dahi ortak bir değer olduğunu fark ettim. Elbette ki çalışma alanı plastik sanatlar olan bir akademisyen kimliği ile “anlaşılma” konusunda pek bir sıkıntıya meydan vermeyecek şekilde açık ve net olarak iletmek istediklerimi yazıya dökmüş olduğumu sanıyorum. Günlük hayatta en çok karşılaştığım “demokrasi” ve “alan tacizi” sorunlarını; -yetersiz ve yeteneksiz insanların kısaca, dansta terlemeleri süresini- Freud’un psikanalizine bağlayarak şimdilik piste gömüyorum!
Ancak ve duyarsız kalamayacağım bazı toplumsal sorunlara “farkındayım” demek için zaman zaman küçük göndermeler ile yer verdim yazılarımda. Örneğin; “…vaziyet “size demokrasi getirdik” denilecek kadar vahimdir…” demişim. Bugün biraz daha geniş bakalım: “mahallenin öğretmeni imama yenildi” diyerek Türkiye’de proje yürütenler ve onlara paralel ya da doğrudan destek olanlar; Kuzey Afrika, Arap Baharı gibi süslü tanımlar kullananlar, aslında “design” edilenin bu coğrafyadaki inanç sistemleri üzerinden “çıkar” olduğunu pek iyi biliyorlardır. Akım medyada tartışılanlara baktığımızda ise insan hakları, özgürlük, demokrasi ile süslenmiş bir “devşirme” maskeli balo var!
Yirmibirinci yüzyıl insanının “kültürlendirilmesinde”; hangi görüş öne çıkarsa çıksın, hangi yönelim baskın olursa olsun, mutlaka ve birilerine hizmet ettiği için hiçbir görüşün tarafsız olduğu söylenemez. Bunu “yönetsel” bir gerçek olarak algılayabildikten sonra geriye; her türlü tarafsızlık ve evrensellik iddiasının aslında ideolojik bir kurgu olduğu sonucuna varmak kalıyor… Sonuçtan geriye doğru baktığımızda ise; taktik olarak böl, parçala, yönet ile hangi enstrümanların, kimlerin aracılığıyla, nasıl kullanıldığına tanık olmak; yirmibirinci yüzyıl insanının belki de en büyük talihsizliğidir.
Birilerinin “ayaklar altına aldığı” değerlerin önemi; toplumsal olayların “pasif” bir şekilde dışa vurumunda kendini yeterince göstermiyor mu? Sorunun cevabı olmasa da, sanırım birilerinin hırstan, kinden, nefretten; kimilerinin de gazdan gözleri kör oluyor… Hatta birileri de ölüyor! Cevap: “döviz kuru bundan etkilenmez”…
Epey zamandır üzerinde düşündüğüm “fastfood design yöntemi” ile ilgili daha çok şey yazmak gerek. Tabii ki bu design yöntemi sadece siyasi veya ekonomik arenaya değil, hayatın her alanına girmiş durumda. Ortak özellik olarak belirgin bir şekilde göze çarpan şu yorum pek de yabana atılacak türden değil: önce kimliksizleştir, sonra senin istediğin yeni bir kimlik yükle…
Görünen o ki sanat; bu “design”dan en hızlı nasibine kavuşan alan!
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:18
18 Mart 2014, Salı, Lefkoşa
Yazılarımın bir kısmını daha önce de söylediğim üzere; kültürünün en önemli taşıyıcılarından biri “söz” olan toplumun “tarihine not düşmek için” özellikle akademisyenlere yönelik kaleme aldım. Çok önemli yorumlar, katkılar, destekleyici eleştiriler ve keyif aldım. Mutlu oldum, minnettarım da.
Geçen haftaki yazımda: “…kapitalist sistemin önemli ulaştırıcılarından “vitrin” ve vitrinin “dışındakine” bir parantez açmak gerek: Önünden geçenlerin çok büyük bir çoğunluğunun beslenme alışkanlıkları ve taşıdığı genler nedeniyle ne oran ne de orantı açısından uyumsal örtüşme değil; sadece türdeş figür benzerliği olan mankenlere ve onlara giydirilenlere hayran hayran bakmalarını anlamak “bence” mümkün!...”diye yazmışım. Düzenli olarak yazmaya başladığım yaklaşık dört ay öncesinden beri şuna dikkat ettim: ben yazdıklarımdan sorumluyum, okuyanın anladığından değil! Diğer “profesyonel” köşe yazarlarını okudukça “anlaşılmak” sorununun; düşünsel paylaşımlarla örtüşmese dahi ortak bir değer olduğunu fark ettim. Elbette ki çalışma alanı plastik sanatlar olan bir akademisyen kimliği ile “anlaşılma” konusunda pek bir sıkıntıya meydan vermeyecek şekilde açık ve net olarak iletmek istediklerimi yazıya dökmüş olduğumu sanıyorum. Günlük hayatta en çok karşılaştığım “demokrasi” ve “alan tacizi” sorunlarını; -yetersiz ve yeteneksiz insanların kısaca, dansta terlemeleri süresini- Freud’un psikanalizine bağlayarak şimdilik piste gömüyorum!
Ancak ve duyarsız kalamayacağım bazı toplumsal sorunlara “farkındayım” demek için zaman zaman küçük göndermeler ile yer verdim yazılarımda. Örneğin; “…vaziyet “size demokrasi getirdik” denilecek kadar vahimdir…” demişim. Bugün biraz daha geniş bakalım: “mahallenin öğretmeni imama yenildi” diyerek Türkiye’de proje yürütenler ve onlara paralel ya da doğrudan destek olanlar; Kuzey Afrika, Arap Baharı gibi süslü tanımlar kullananlar, aslında “design” edilenin bu coğrafyadaki inanç sistemleri üzerinden “çıkar” olduğunu pek iyi biliyorlardır. Akım medyada tartışılanlara baktığımızda ise insan hakları, özgürlük, demokrasi ile süslenmiş bir “devşirme” maskeli balo var!
Yirmibirinci yüzyıl insanının “kültürlendirilmesinde”; hangi görüş öne çıkarsa çıksın, hangi yönelim baskın olursa olsun, mutlaka ve birilerine hizmet ettiği için hiçbir görüşün tarafsız olduğu söylenemez. Bunu “yönetsel” bir gerçek olarak algılayabildikten sonra geriye; her türlü tarafsızlık ve evrensellik iddiasının aslında ideolojik bir kurgu olduğu sonucuna varmak kalıyor… Sonuçtan geriye doğru baktığımızda ise; taktik olarak böl, parçala, yönet ile hangi enstrümanların, kimlerin aracılığıyla, nasıl kullanıldığına tanık olmak; yirmibirinci yüzyıl insanının belki de en büyük talihsizliğidir.
Birilerinin “ayaklar altına aldığı” değerlerin önemi; toplumsal olayların “pasif” bir şekilde dışa vurumunda kendini yeterince göstermiyor mu? Sorunun cevabı olmasa da, sanırım birilerinin hırstan, kinden, nefretten; kimilerinin de gazdan gözleri kör oluyor… Hatta birileri de ölüyor! Cevap: “döviz kuru bundan etkilenmez”…
Epey zamandır üzerinde düşündüğüm “fastfood design yöntemi” ile ilgili daha çok şey yazmak gerek. Tabii ki bu design yöntemi sadece siyasi veya ekonomik arenaya değil, hayatın her alanına girmiş durumda. Ortak özellik olarak belirgin bir şekilde göze çarpan şu yorum pek de yabana atılacak türden değil: önce kimliksizleştir, sonra senin istediğin yeni bir kimlik yükle…
Görünen o ki sanat; bu “design”dan en hızlı nasibine kavuşan alan!
No comments:
Post a Comment