Uğurcan Akyüz
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:29
01 Haziran 2014, Pazar, Lefkoşa
YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!
Değerli okurlar bugün; tam bir yıl önce verilmiş bir sözü kendi köşemde yerine getirmeye çalışacağım için mutluyum. Birkaç haftadır köşemde ağırlıklı olarak yazdığım Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin düzenlediği “AKADEMİADA gerçek anlamda bir okul kimliği taşıyor” demek çok da yanlış olmasa gerek. Gönüllü katılımcıların ve gönüllü eğiticilerin yaklaşık on gün boyunca önyargılardan ve küçük-büyük her tür hesaptan uzak durduğu; üretmenin ve bilgi paylaşımının üst düzeyde yaşandığı bir ortam, bir okul tanımlamaya çalıştığım. Bu okulda sadece uygulamalı atölye çalışmaları yapılmıyor elbette.
Çoğunluğu öğrenci olan katılımcılara her etkinlikte bir de sanat, tasarım, eğitim ana başlıkları altında bir tartışma ortamı yaratılıyor. Böylece kuramsal atölye çalışmasının bir seminer ile hayat bulması sağlanıyor.
İşte budur sözünü ettiğim okul, uygulama ve kuramın birlikte ele alındığı okul…
İstanbul, Doğuş Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Fakültesinden Prof.Dr. SITKI M. ERİNÇ tarafından; geçen yıl AKADEMİADA etkinliğinde sunulan bir bildiriyi size sunmak istiyorum bugün. Anlaşılması kolay ve bir o kadar da geniş kitleler tarafından okunması; akıllara takılan pek çok soruya cevap niteliği taşıyan içeriği bakımından gerekli diye düşündüğüm için bildiriyi sizlere getiriyorum:
SANATÇI VE SANATSEVER İLİŞKİSİNİN DOMİNANTLARI
“Sanat olgusunun bu iki öznesi arasındaki ilişki, nesnel ya da tinsel olarak ama mutlaka sürekli bir şekilde varlığını sürdürür. Bu süreç içinde ilişkiyi hem var eden hem de kendini hissettirecek şekilde etkileyen temel dominantları en genel şekliyle üç ana grupta toplayabiliriz.
Bunlar; a) Kültür ve Eğitim, b) Politika ve Demokrasi, c) Ekonomi ve Yaşam Standardı.
Bu üç dominant ayrı ayrı ele alınsalar bile birbirinden bağımsız düşünülemez ve daima üçü bazen sebep-sonuç ilişkisi içinde, bazen de yan yana hem sanatçıyı, hem sanatseveri hem de aralarındaki kaçınılmaz ilişkiyi etkiler. Fakat salt konuyu daha anlaşılır kılmak için bu üç etmeni ayrı ayrı ele almakta yarar görülebilir.
a) Kültür ve Eğitim:
Eğitim, Kültür örtüsünün en temel öğelerinden biridir. Öylesine temeldir ki, kültürü tek başına yönlendirebilir, şekillendirebilir. Fakat eğitimi temel öğe yapan da kültürün yoğunluğudur, derinliğidir.
Sanatçıyı ve sanatseveri öncelikle bu kültür ve eğitim var kılar. sanattan ne anlamamız gerektiğini, nasıl bir sanatın yeğlenmesi kaçınılmaz olduğunu, sanatla çağı ve çağcıl olanı nasıl yakalayabileceğimizi ancak önce kültürel edinimlerimizle, sonra da bu edinimlere uygun düşen ve onu pekiştiren daha ileri götüren eğitimle sağlayabiliriz. Bu ikisinden biri yani kültür ya da eğitim yetersiz kalırsa sanat hemen önce durağan bir hal alır, sonra da kavuklaşır, büzülür, küçülür. Sanatçı için yetenek ön koşul kabul edilir. Fakat bu yetenek nesneleşmedikçe, sanata dönüştürülmedikçe onun varlığından söz edilemez. Bir sanat eseri yaratabilmek ise teknik ve felsefi eğitimle gerçekleşebilir. Önce bu yeteneğin nasıl ortaya konulabileceği, hangi yolla ve nasıl bir sanat eseri yaratabileceği öğrenilir, sonra da bu sanat eseri ile sanatseverine ne verilebileceği. Yani sanat eserinin iletisinin ne olacağı...
Bilindiği gibi her sanatçı potansiyel bir alıcı için ürün verir. Sanatçının bu 'potansiyel'den ne anladığı onun yapıtını önce yeni yapar, sonra da o talebe uygun arz yaratılır. Bunun tek ayrıcalıklısı sanattır. Sanatta önce arz yapılır, bu arza göre talep oluşturulur. İşte sanatçı kültürü ve eğitimi sayesinde neyin yeni bir arz olabileceğini keşfeder. Yoksa Amerika'yı tekrar, tekrar keşfeder durur.
Sanatsever, kendisine arz edilen yeni, tek ve özgün bir yapıtı, alışageldiklerinden farklı bir eseri ancak kültürü ve eğitimi sayesinde kavrayabilir ve o yapıtla hem duygusal bir bağ kurar, hem de belli bir ileti sağlar, bir bilgi elde eder. Sanatseverin kültür düzeyi ve eğitim seviyesi sanatçının 'potansiyel' kavramını doğrudan etkiler ve onun yapıtının sıradanlığını engeller.
Sanatçının yapıtı da sanatseverin kültür düzeyini yükseltir, görgüsünü, bilgisini artırır. örneğin bir Bilge Karasu kitabı okumak, okuyabilmek ve onu sindirebilmek, ya da Sefiller Müzikalini izlemek ve dinlemek, yahut Meriç Hızal'ın Antalya’daki Alyazma Anıtını turlamak ve kavramak... Bunları yapabilen bir sanatseverin hem kültür seviyesi bir üst basamağa çıkar hem de bilgisi artar. Bu ve bunlar gibi yapıtlar onu çağdaş yapar, çağcıl toplumlar düzeyine ulaştırır. Bu tür eserlerin varlığından bile habersiz olanlar asla sanatsever sayılmazlar, niçin yaşadıklarının, nasıl yaşadıklarının farkına bile varamazlar. Sanatçı ile sanatsever arasındaki bu ilişki; kültür ve eğitim ilişkisi, sanatı sanat yapan en önemli dominantlardan da birini, hatta ilkini oluşturur.
b) Politika ve Demokrasi:
Demokrasi özgür düşünebilmenin, özgür düşünebilme yönteminin öğrenilmesinin tek yoludur. Bir ülkede yönetim biçimi ne olursa olsun, sanatçı kendini özgür hissedebilmelidir. Bu hisse ket vuran pek çok dış etken olabilir. Ama asıl etken içimizdeki, düşünsel yapımızdaki ket vuruculardır. Bu nedenledir ki en diktacı rejimlerde bile çok iyi sanatçılar çıkabilmiş ve evrensel üne kavuşabilmişlerdir.
Politikada, ister bir devlet yönetimini, ister bir toplum ya da bir aile yönetimini ölçüt alalım, asıl olan sanata bakış, sanattan anlayış üzerine oluşturulan politikadır. Örneğin bir aile babası, bir ilin valisi ya da bir devletin en baştaki yöneticisi nasıl bir politika izlerse izlesin, bu politika sanata, iyi sanata, evrensel sanata ne kadar karşı olursa olsun, eğer hem sanatçı ve hem de sanatsever, ruh olarak akıl olarak özgürlüğünü koruyabiliyorsa sanat gelişme yolundan sapmaz. Olsa olsa biraz gecikir. O kadar...
Rus ihtimalinde, Nazi Almanya'sında ya da İtalya'sında, daha pek çok ülkede tüm politik baskılara, engellemelere rağmen sanat derinden derinden gelişmeye devam etmiştir. Daha 14. Yüzyılın ilk yarısında Giovanni Boccaccio, özellikle dine dayalı diktaya rağmen 'Decameron Geceleri' yazabilmiştir. 1600'lerin hemen başlarında İspanyol ressam Diego Velasquez, engizisyonun katı yasağına rağmen 'Aynadaki Venüs'ü yapabilmiş, arkasından da Francisco de Goya'nın 'Çıplak Maya'sı için öncülük edebilmiştir. Nazım Hikmet'in durumu da bunlardan farksız olmuştur. Çünkü bunlar ve bunlara benzeyen sanatçılar hiçbir şey uğruna kafa özgürlüğünden ve demokratik tutumdan taviz vermemişlerdir.
Demokrasinin bir sistem olarak, bir ad olarak var olması ile bir düşünce tarzı, bir dünyaya bakış şekli olarak var olması çok farklı iki durumdur. İkinci varsa birinciyi gerçekleştirmek sorun değildir. Ama eğer yoksa, yani kafa olarak yoksa birincinin var gözükmesi sanatı olumlu etkilemez, hatta aksine sanatı geriletir. Bunu bilmemize rağmen, ne yazık ki, aydın kabul edilenler, sanatçı geçinenler anti demokratik bir düzende iktidarın yanında olmayı çağdaşlık kabul ederler, entelektüellik zannederler ve koşulların daha da beter olmasına çanak tutarlar. Böyle bir ortamda sanat evrenselliğin çok uzağında oluşur. Sanat adına yapılan her şey alaturkalaşır. Gerçek sanatseverlerin sanattan kopmasına neden olur.
Sanat severin sanat politikası, her ne kadar ailesinin, yakın çevresinin tutumundan doğarsa da kendi geliştikçe, eğitimi değiştikçe, görgü ve bilgisi arttıkça kendi politikasını oluşturur ve çağa ayak uydurur. Evrensel sanatı tanır ve benimser. Böyle bir politika sanat adına yapılan arzın kalitesini de yükseltir şüphesiz. Talebin kalitesi sanatçının potansiyel alıcı üzerine oluşturduğu imim de kalitesini yükselteceğinden toplumun sanat seviyesi, toplumun yeğleme düzeyi de yükselir. İktidardakilerin sanata karşı politik tutumları çağa ve çağcıl akla ters düşse bile sanatçılar buna direnebilecek kapasiteye sahip ise sanatın yükselmesini hiçbir güç engelleyemez. Yeter ki sanatçı sanatı her şeyin önünde tutabilsin.
c) Ekonomi ve Yaşam Standardı:
Gerek toplumun ve gerekse o toplumu yaratan bireylerin yaşam düzeyleri ekonomik koşullarla doğrudan ilişkilidir. Fakat bu konuda iki temel kuralı unutmamak gerekir. Bunlardan ilki hiçbir toplumda, siyasal rejim ne olursa olsun ekonomik eşitlikten söz edilemez. İkincisi ise, ekonomik koşullar ne kadar üst düzeyde olursa olsun bu düzeyle sanat arasında aracısız, doğrudan bir ilişki kurulamaz. Bu ilişki ancak kültür ve eğitim düzeyi aracılığı ile sağlanabilir.
Yaşam standardı dendiğinde önce ekonomik olanaklar akla gelir genellikle. Ama aslında bundan daha farklı, daha yoğun bir anlamı içerir yaşam standardı tanımlaması. Ekonomik olanakları nasıl kullanacağını bilmek, doğru kullanabilmek yaşam standardını gösterir. Geliri ne denli kıt olursa olsun hiç olmazsa bir kitap alabilmek için para ayırabiliyorsa, zaman zaman bir buket çiçek almayı akıl edebiliyorsa, bir tiyatroya gitmek için gerektiğinde bir öğününden vazgeçebiliyorsa bu kişinin yaşam standardı yüksek demektir. Bir müze giriş ücretinden, bir sergi biletinden kaçınmayı tasarruf zannedip, pahalı bir lokantada görünmeyi yaşam standardı zannedenlerin safdilliği, tüm çevresi tarafından fark edilebilir.
Gerek sanatçı, gerekse sanatsever kişisel yaşam standartları için bilinçli bir şekilde çaba sarf ederlerse toplumun kalkınmasına doğrudan hizmet etmiş olurlar. Bu da vatandaşlık görevlerini yerine getirmek anlamına gelir ki galiba hepimizin temel dileği de budur, bu olmalıdır.”
Öğrencilerimle derste tartışma ortamı yaratmak için paylaşmaktan keyif aldığım bu yazıyı, sunumdan sonra hocamdan yayınlama izni istemiştim. “Yayınladığında bir kopya da bana yollama sözü verirsen evet” demişti hocam! Aradan bir yıl geçti! Artık okudunuz, sizlerin de yararına olduğu ümidi ile ve değerli hocamı bir kere daha saygı ve minnetle anıyorum.
Deep Purple, Cumhuriyeti Afişleyen Adam: İhap Hulusi Görey sergisi, Piri Reis Haritaları sergisi, YDÜ, GSTF, Plastik Sanatlar Bölümü sergisi; artık evrensel büyüklüğe ulaşmış bir bütünün değişik düzeydeki başarıları… Sanat ne ulvi bir değer ki herkes kendine göre nasipleniyor, kovası kadar su alıyor denizden…
Sanata yakın kalmanız dileğimle.
Kıbrıs Postası, YAKINDAN SANAT köşe yazısı no:29
01 Haziran 2014, Pazar, Lefkoşa
YAZININ KUPÜRÜ VE METNİ AŞAĞIDADIR!
Değerli okurlar bugün; tam bir yıl önce verilmiş bir sözü kendi köşemde yerine getirmeye çalışacağım için mutluyum. Birkaç haftadır köşemde ağırlıklı olarak yazdığım Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinin düzenlediği “AKADEMİADA gerçek anlamda bir okul kimliği taşıyor” demek çok da yanlış olmasa gerek. Gönüllü katılımcıların ve gönüllü eğiticilerin yaklaşık on gün boyunca önyargılardan ve küçük-büyük her tür hesaptan uzak durduğu; üretmenin ve bilgi paylaşımının üst düzeyde yaşandığı bir ortam, bir okul tanımlamaya çalıştığım. Bu okulda sadece uygulamalı atölye çalışmaları yapılmıyor elbette.
Çoğunluğu öğrenci olan katılımcılara her etkinlikte bir de sanat, tasarım, eğitim ana başlıkları altında bir tartışma ortamı yaratılıyor. Böylece kuramsal atölye çalışmasının bir seminer ile hayat bulması sağlanıyor.
İşte budur sözünü ettiğim okul, uygulama ve kuramın birlikte ele alındığı okul…
İstanbul, Doğuş Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Fakültesinden Prof.Dr. SITKI M. ERİNÇ tarafından; geçen yıl AKADEMİADA etkinliğinde sunulan bir bildiriyi size sunmak istiyorum bugün. Anlaşılması kolay ve bir o kadar da geniş kitleler tarafından okunması; akıllara takılan pek çok soruya cevap niteliği taşıyan içeriği bakımından gerekli diye düşündüğüm için bildiriyi sizlere getiriyorum:
SANATÇI VE SANATSEVER İLİŞKİSİNİN DOMİNANTLARI
“Sanat olgusunun bu iki öznesi arasındaki ilişki, nesnel ya da tinsel olarak ama mutlaka sürekli bir şekilde varlığını sürdürür. Bu süreç içinde ilişkiyi hem var eden hem de kendini hissettirecek şekilde etkileyen temel dominantları en genel şekliyle üç ana grupta toplayabiliriz.
Bunlar; a) Kültür ve Eğitim, b) Politika ve Demokrasi, c) Ekonomi ve Yaşam Standardı.
Bu üç dominant ayrı ayrı ele alınsalar bile birbirinden bağımsız düşünülemez ve daima üçü bazen sebep-sonuç ilişkisi içinde, bazen de yan yana hem sanatçıyı, hem sanatseveri hem de aralarındaki kaçınılmaz ilişkiyi etkiler. Fakat salt konuyu daha anlaşılır kılmak için bu üç etmeni ayrı ayrı ele almakta yarar görülebilir.
a) Kültür ve Eğitim:
Eğitim, Kültür örtüsünün en temel öğelerinden biridir. Öylesine temeldir ki, kültürü tek başına yönlendirebilir, şekillendirebilir. Fakat eğitimi temel öğe yapan da kültürün yoğunluğudur, derinliğidir.
Sanatçıyı ve sanatseveri öncelikle bu kültür ve eğitim var kılar. sanattan ne anlamamız gerektiğini, nasıl bir sanatın yeğlenmesi kaçınılmaz olduğunu, sanatla çağı ve çağcıl olanı nasıl yakalayabileceğimizi ancak önce kültürel edinimlerimizle, sonra da bu edinimlere uygun düşen ve onu pekiştiren daha ileri götüren eğitimle sağlayabiliriz. Bu ikisinden biri yani kültür ya da eğitim yetersiz kalırsa sanat hemen önce durağan bir hal alır, sonra da kavuklaşır, büzülür, küçülür. Sanatçı için yetenek ön koşul kabul edilir. Fakat bu yetenek nesneleşmedikçe, sanata dönüştürülmedikçe onun varlığından söz edilemez. Bir sanat eseri yaratabilmek ise teknik ve felsefi eğitimle gerçekleşebilir. Önce bu yeteneğin nasıl ortaya konulabileceği, hangi yolla ve nasıl bir sanat eseri yaratabileceği öğrenilir, sonra da bu sanat eseri ile sanatseverine ne verilebileceği. Yani sanat eserinin iletisinin ne olacağı...
Bilindiği gibi her sanatçı potansiyel bir alıcı için ürün verir. Sanatçının bu 'potansiyel'den ne anladığı onun yapıtını önce yeni yapar, sonra da o talebe uygun arz yaratılır. Bunun tek ayrıcalıklısı sanattır. Sanatta önce arz yapılır, bu arza göre talep oluşturulur. İşte sanatçı kültürü ve eğitimi sayesinde neyin yeni bir arz olabileceğini keşfeder. Yoksa Amerika'yı tekrar, tekrar keşfeder durur.
Sanatsever, kendisine arz edilen yeni, tek ve özgün bir yapıtı, alışageldiklerinden farklı bir eseri ancak kültürü ve eğitimi sayesinde kavrayabilir ve o yapıtla hem duygusal bir bağ kurar, hem de belli bir ileti sağlar, bir bilgi elde eder. Sanatseverin kültür düzeyi ve eğitim seviyesi sanatçının 'potansiyel' kavramını doğrudan etkiler ve onun yapıtının sıradanlığını engeller.
Sanatçının yapıtı da sanatseverin kültür düzeyini yükseltir, görgüsünü, bilgisini artırır. örneğin bir Bilge Karasu kitabı okumak, okuyabilmek ve onu sindirebilmek, ya da Sefiller Müzikalini izlemek ve dinlemek, yahut Meriç Hızal'ın Antalya’daki Alyazma Anıtını turlamak ve kavramak... Bunları yapabilen bir sanatseverin hem kültür seviyesi bir üst basamağa çıkar hem de bilgisi artar. Bu ve bunlar gibi yapıtlar onu çağdaş yapar, çağcıl toplumlar düzeyine ulaştırır. Bu tür eserlerin varlığından bile habersiz olanlar asla sanatsever sayılmazlar, niçin yaşadıklarının, nasıl yaşadıklarının farkına bile varamazlar. Sanatçı ile sanatsever arasındaki bu ilişki; kültür ve eğitim ilişkisi, sanatı sanat yapan en önemli dominantlardan da birini, hatta ilkini oluşturur.
b) Politika ve Demokrasi:
Demokrasi özgür düşünebilmenin, özgür düşünebilme yönteminin öğrenilmesinin tek yoludur. Bir ülkede yönetim biçimi ne olursa olsun, sanatçı kendini özgür hissedebilmelidir. Bu hisse ket vuran pek çok dış etken olabilir. Ama asıl etken içimizdeki, düşünsel yapımızdaki ket vuruculardır. Bu nedenledir ki en diktacı rejimlerde bile çok iyi sanatçılar çıkabilmiş ve evrensel üne kavuşabilmişlerdir.
Politikada, ister bir devlet yönetimini, ister bir toplum ya da bir aile yönetimini ölçüt alalım, asıl olan sanata bakış, sanattan anlayış üzerine oluşturulan politikadır. Örneğin bir aile babası, bir ilin valisi ya da bir devletin en baştaki yöneticisi nasıl bir politika izlerse izlesin, bu politika sanata, iyi sanata, evrensel sanata ne kadar karşı olursa olsun, eğer hem sanatçı ve hem de sanatsever, ruh olarak akıl olarak özgürlüğünü koruyabiliyorsa sanat gelişme yolundan sapmaz. Olsa olsa biraz gecikir. O kadar...
Rus ihtimalinde, Nazi Almanya'sında ya da İtalya'sında, daha pek çok ülkede tüm politik baskılara, engellemelere rağmen sanat derinden derinden gelişmeye devam etmiştir. Daha 14. Yüzyılın ilk yarısında Giovanni Boccaccio, özellikle dine dayalı diktaya rağmen 'Decameron Geceleri' yazabilmiştir. 1600'lerin hemen başlarında İspanyol ressam Diego Velasquez, engizisyonun katı yasağına rağmen 'Aynadaki Venüs'ü yapabilmiş, arkasından da Francisco de Goya'nın 'Çıplak Maya'sı için öncülük edebilmiştir. Nazım Hikmet'in durumu da bunlardan farksız olmuştur. Çünkü bunlar ve bunlara benzeyen sanatçılar hiçbir şey uğruna kafa özgürlüğünden ve demokratik tutumdan taviz vermemişlerdir.
Demokrasinin bir sistem olarak, bir ad olarak var olması ile bir düşünce tarzı, bir dünyaya bakış şekli olarak var olması çok farklı iki durumdur. İkinci varsa birinciyi gerçekleştirmek sorun değildir. Ama eğer yoksa, yani kafa olarak yoksa birincinin var gözükmesi sanatı olumlu etkilemez, hatta aksine sanatı geriletir. Bunu bilmemize rağmen, ne yazık ki, aydın kabul edilenler, sanatçı geçinenler anti demokratik bir düzende iktidarın yanında olmayı çağdaşlık kabul ederler, entelektüellik zannederler ve koşulların daha da beter olmasına çanak tutarlar. Böyle bir ortamda sanat evrenselliğin çok uzağında oluşur. Sanat adına yapılan her şey alaturkalaşır. Gerçek sanatseverlerin sanattan kopmasına neden olur.
Sanat severin sanat politikası, her ne kadar ailesinin, yakın çevresinin tutumundan doğarsa da kendi geliştikçe, eğitimi değiştikçe, görgü ve bilgisi arttıkça kendi politikasını oluşturur ve çağa ayak uydurur. Evrensel sanatı tanır ve benimser. Böyle bir politika sanat adına yapılan arzın kalitesini de yükseltir şüphesiz. Talebin kalitesi sanatçının potansiyel alıcı üzerine oluşturduğu imim de kalitesini yükselteceğinden toplumun sanat seviyesi, toplumun yeğleme düzeyi de yükselir. İktidardakilerin sanata karşı politik tutumları çağa ve çağcıl akla ters düşse bile sanatçılar buna direnebilecek kapasiteye sahip ise sanatın yükselmesini hiçbir güç engelleyemez. Yeter ki sanatçı sanatı her şeyin önünde tutabilsin.
c) Ekonomi ve Yaşam Standardı:
Gerek toplumun ve gerekse o toplumu yaratan bireylerin yaşam düzeyleri ekonomik koşullarla doğrudan ilişkilidir. Fakat bu konuda iki temel kuralı unutmamak gerekir. Bunlardan ilki hiçbir toplumda, siyasal rejim ne olursa olsun ekonomik eşitlikten söz edilemez. İkincisi ise, ekonomik koşullar ne kadar üst düzeyde olursa olsun bu düzeyle sanat arasında aracısız, doğrudan bir ilişki kurulamaz. Bu ilişki ancak kültür ve eğitim düzeyi aracılığı ile sağlanabilir.
Yaşam standardı dendiğinde önce ekonomik olanaklar akla gelir genellikle. Ama aslında bundan daha farklı, daha yoğun bir anlamı içerir yaşam standardı tanımlaması. Ekonomik olanakları nasıl kullanacağını bilmek, doğru kullanabilmek yaşam standardını gösterir. Geliri ne denli kıt olursa olsun hiç olmazsa bir kitap alabilmek için para ayırabiliyorsa, zaman zaman bir buket çiçek almayı akıl edebiliyorsa, bir tiyatroya gitmek için gerektiğinde bir öğününden vazgeçebiliyorsa bu kişinin yaşam standardı yüksek demektir. Bir müze giriş ücretinden, bir sergi biletinden kaçınmayı tasarruf zannedip, pahalı bir lokantada görünmeyi yaşam standardı zannedenlerin safdilliği, tüm çevresi tarafından fark edilebilir.
Gerek sanatçı, gerekse sanatsever kişisel yaşam standartları için bilinçli bir şekilde çaba sarf ederlerse toplumun kalkınmasına doğrudan hizmet etmiş olurlar. Bu da vatandaşlık görevlerini yerine getirmek anlamına gelir ki galiba hepimizin temel dileği de budur, bu olmalıdır.”
Öğrencilerimle derste tartışma ortamı yaratmak için paylaşmaktan keyif aldığım bu yazıyı, sunumdan sonra hocamdan yayınlama izni istemiştim. “Yayınladığında bir kopya da bana yollama sözü verirsen evet” demişti hocam! Aradan bir yıl geçti! Artık okudunuz, sizlerin de yararına olduğu ümidi ile ve değerli hocamı bir kere daha saygı ve minnetle anıyorum.
Deep Purple, Cumhuriyeti Afişleyen Adam: İhap Hulusi Görey sergisi, Piri Reis Haritaları sergisi, YDÜ, GSTF, Plastik Sanatlar Bölümü sergisi; artık evrensel büyüklüğe ulaşmış bir bütünün değişik düzeydeki başarıları… Sanat ne ulvi bir değer ki herkes kendine göre nasipleniyor, kovası kadar su alıyor denizden…
Sanata yakın kalmanız dileğimle.
No comments:
Post a Comment