Saturday, July 16, 2016

Hopa, Artvin, biyosfer

KIBRIS gazetesi, 2016-07-16, Cumartesi, sayfa:33



Uzak coğrafyaların reklam kokan, iştah açıcı turizm yazılarını gazetelerden okudukça; yakında ama ırak kalmış yerlerin gündeme getirilmesinin, hatta bu sayfaya da taşınmasının gerekliliğine inancım heyecana dönüştü. Sanatla nasıl bir bağlantı kurabileceğimi pek düşünmeden öylece gittiğim gezdiğim gördüğüm yerlerden çektiğim fotoğrafları bu nedenle taramaya başladım. Çünkü yazmakta olduğum gazetenin hafta sonu ekinde değil de, yazım ana gazetede bir sayfada yayınlanacağı için kolaj yapmadığım sürece taş çatlasın üç fotoğraf yayınlama şansım vardır. En iyi olasılık: yayınlanacak bir fotoğraftır! Eleme bu nedenle gerekli idi!

Bu arada memleket nedir diye sordum sözlüğe: “Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, şehir, yurt” cevabı aradığıma en uygun olandı! Türkiye’nin okuma yazma oranı en yüksek, göç verme oranı da yine en yüksek illerinden bir tanesi olan Artvin’dir, kast ettiğim.  Benim için, memleket diye coğrafi sınırları çizilmiş yer orasıdır!

Artvin, Türkiye'nin coğrafi olarak Doğu Karadeniz bölgesinde yer alan ve kıyıda iki ilçesi bulunan ilidir. İl, aynı zamandaTürkiye'nin Gürcistan'la olan sınırında yer alan kuzeydoğu köşesidir. Doğusunda Ardahan, güneyinde Erzurum ve batısında Rize illeri vardır.

Elbette turist olarak orayı görmek isteyecekler için daha çekici bilgilerin de verilmesi gerekir biliyorum.  Bunun için de bir iki hikayeyi; dağların rüzgarını, derelerin sesini, yamaçta ağlayan kayayı, ıslık çalan ağacı, ya da konuşan kuşu, belki de bunların hepsini birlikte takaya doldurup çıkarmalı sahile Hopa’dan.  İskelede bekleyenler arasında omzunda gitarı ile Kazım Koyuncu da olacaktır demeyeceğim. Ama onu hatırlayanların Çernobil faciasında oluşan radyasyon bulutlarının Kafkaslara çarpıp kıyı şeridine çöktüğünü çıplak gözle görenler, televizyon ekranlarındaki animasyonda bulutların daha kıyıya varmadan “hikmetli” bir şekilde yok olduğunu hatırlayacaklardır. Ekranlarda “bakın çayı ben içiyorum bir şey olmuyor” diyen muhteremin adını büyük bir olasılıkla hatırlamayacaklardır.

Nazım’ın yattığı maphushane, bahçesinde incir ağacı...

Hopa’ya 35 km uzaklıkta bulunan Batum Havalimanı; Gürcistan’la yapılan anlaşma gereği pasaport olmadan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından kullanılabilmektedir.  Buradan İstanbul ve Ankara'ya uçuşlar vardır. Trabzon Havalimanı ise kente 150 km uzaklıktadır.

Hopa'nın ana karayolu bağlantısı Karadeniz sahil yoludur. Sarp Sınır Kapısı'na 20 km, Arhavi'ye 11 km, Borçka'ya 36 km, Artvin’e 70 km ve Rize'ye 92 km uzaklıktadır.

Hopa’ya varmadan Artvin’e varılmaz bilgisi ve biraz da torpil ile yazılan bu satırların sahibi; işte tam da oralı!

Bölge; coğrafi ve kültürel yapısıyla Anadolu'nun diğer bölgelerinden keskin çizgilerle ayrılır. Yüzey şekilleri çok engebelidir. İklimde çeşitlilik, demografik yapıda zenginlik vardır. Bir gün “iklim ve coğrafi koşulların insan davranışları üzerindeki etkisi” konulu bir yazı da kaleme almak isterim.

Artvin, boğalarıyla meşhur bir il olduğu için kentin simgesi de boğadır. Her yıl Geleneksel Boğa Güreşleri Festivali yapılır, Kafkasör festivali bunların içinde en ünlüsüdür.  Boğa gibi dirençli Artvin halkı “şiçturma madenuna” diyerek doğayı korumaya devam ediyor olduğu için, henüz il topraklarının %55’inin ormanlık alanlarla kaplı kalabildiğini de belirtmekte yarar var.

Oraya gidecekler için bir Kızılderili atasözü daha albenili olabilirdi belki ama, ben doğrudan söyleyeyim: Ormanlar giderse insanlar da gider!

Önemli bir ziyaret nedeni olarak şu da gösterilebilinir; Artvin doğal parklarıyla ünlüdür. Şavşat ilçesindeki Sahara Millî Parkı içerisinde bulunan Şavşat-Karagöl ve Borçka-Karagöl fazlasıyla görülmeye değerdir.

Yeşilin insan gözüyle algılanabilen her tonunun öylece dağın yamaçlarına yayıldığı bir ortamda, anlatılacak hikayelere fotolar getirmek için sisten önce, ya da sisten hızlı hareket etmek gerekir. (Borçka-Karagöl’de, ilk defa gitmeme rağmen, biraz da şansla bunu başardım!)

Borçka-Karagöl, orman denizi içerisinde kapkara görünümlü, alabalığı, buz gibi soğuk suyu ve eşsiz manzarası ile önemli bir kamp yeridir. Bölge; alabalık, ayı, domuz, çakal, tilki, kurt, dağ keçisi, vaşak vb. açısından da zengin bir potansiyele sahiptir.

Benzer potansiyel, dağcılar için de sözkonusudur: Karçal dağları (3400 m), eşsiz güzellikteki manzaraları, buzulları, buzul devrinden kalma irili ufaklı gölleri, buzulların erimesinden doğan dereleri, tarihi kemer köprüleri ve yaylaları ile bölge, onlar için de cennet sayılabilir!

Şöylesi bir bilgi de; uzak coğrafyalardaki “uniqe” meraklısı olanlara gelsin: Borçka’nın Camili yöresi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından “biyosfer rezerv alanı” olarak belirlenen Türkiye'deki tek bölgedir ve bir dünya mirası olarak görülmektedir.

Gidecekleri ne kadar ilgilendirir bilemem ama şunu da ayrıca belirteyim: Artvin yöresi halk oyunlarında Artvin Barı’nın adı; Atatürk'e ithafen Atabarı olarak değiştirilmiştir. Atabarı ise kuşkusuz Artvin ile özdeşleşmiştir.

Memleketim benim!

Haydi kalkın Hopa’ya Artvin’e gidelim demeden önce bölgedeki dağların yamaçlarında; kışın yapraklarını döken, kızılağaç, kestane, gürgen, kayın ve meşe ağaçlarından oluşan özellikle sonbaharda usta bir ressamın paletindeki tüm renkleri barındıran bir bitki örtüsü olduğunu da paylaşalım!..

İyi, burada ressam ve palet sözcükleri geçtiğine göre “köşe” ile bağlantıyı kurduk demektir. Yöresel çalgılar, kemençe, tulum, akordiyon, davul ve zurna ile de bunu kutlarız olur biter!  Üstüne de mevsimine gore hamsi veya karalahanadan yapılan en az beş çeşit yemek...

Sözlük demedi ama; “insanın doğduğu yer” derler!

Bir de “en büyük sanat eseri doğadır”, ben de “memleketim” dedim!

Saturday, July 2, 2016

Narsizm, sanat, akademi

KIBRIS gazetesi, 2016-07-02, Cumartesi, sayfa:30



Evrensel kabul ile yedi dalı olduğu bilinen sanatın nerede ise tüm alanlarında yapıt üretenlerin (ressam, heykeltıraş, edebiyatçı vb. gibi.) hemen hepsinde narsisizmin farklı dozlarda var olduğu teslim edilir.  Yorumlara göre onları sanatçı yapan ya da sanata iten şeyin, içlerinde barındırdıkları küçük narsisizmin ta kendisi olduğu da söyleniyor!  Bu küçük ve sevimli narsisim bir şekilde kontrol altında tutularak büyütülmesi durumunda, zaman zaman “büyük” sanatçıların ortaya çıktığı da oluyor! (Onlara müteşekkir kalan toplum kendisini büyük sanatçı sananlardan ise çok çekiyor!)

Sanatla uğraşırken aldığı hazzın; yarattığı ve yaptığının takdiri üzerine oturduğunu itiraf eden kişilerin sayısının oldukça fazla olduğu bilinmektedir. Övülüp sevilmenin, önemli bir isteklendirme kaynağı olduğu da açıktır.  Bu hazzın derinleşmesi; yapıta dönüşüp dışa vurulması kişiyi mutlu eder. Kişi, her geçen gün ve her çalışmadan sonra bu övülüp sevilme dozunun da artmasını bekler olur. Aksi durumda sevgisizlik ve takdir edilmeme duygusu onu hırçınlaştıracaktır.  Kendisinin hatta anne veya babasının şu veya bu nedenle insanın temel ihtiyaçlarından biri olan sevgiden; mahrum kaldığını düşünmesi, kişiyi daha da zorlu bir hayata itecektir.  Kin ve intikam duygularıyla beslenmiş bir narsizm!

Epey zamandır üniversiteyi üniversite yapan önemli unsurlardan biri de öğretim elemanlarıdır diye beyanat verip duruyorum. Yeni bir tespit değil elbette bu. İşin içinde olanların üzerinde gerçek anlamda araştırma ve sentez yaptıkları; bilimsel sonuçlar çıkardıkları bir çalışma alanı. Akademisyen olan neredeyse herkesin de yabancı olmadığı bir konu.  Çünkü merkezinde “ben” vardır, yani akademisyenin ta kendisi. Hele de sanatla ilgili bir alanın akademisyeni ise bu kişi, uğraşı alanı gereği narsistik bir kişiliğe yakın olması da “izleyen için” sürpriz olmayacaktır.

Narsistik kişilik bozukluğu, bir insanın aşırı şekilde kişisel yeterlilik, güç, saygınlık ve kendini üstün görme ile zihinsel olarak meşgul olup bu durumun kendisine ve başkalarına verdiği yıkıcı hasarı görememesine neden olan bir kişilik bozukluğudur. Kaynaklardaki tahminlere göre toplumun %1 gibi bir kesiminde görülmektedir. İlk kez 1968 yılında formüle edilen bu rahatsızlık megalomani olarak da adlandırılır. Egosantrizmin oldukça sert bir formudur.

Narsistik kişilik bozukluğu bulunan kişiler, başkasının düşüncelerine ve isteklerine ilgisiz kalan kişilerdir. Kendini beğenmiş, başkalarının yaşadıklarına duyarsız kalan, sürekli olarak kendini ön plana çıkarmak isteyen kişiler narsistik olarak adlandırılır. Bu kişiler kendilerini başkalarının yerine koymaz, başkalarını anlamazlar.

Açık bilgi kaynaklarında paylaşılan aşağıdaki kriterlerin; beş tanesi ya da daha fazlasının bir arada olması halinde kişiye narsistik bozukluk tanısı konulabilir.

Kendilerinin çok yetenekli ve önemli olduğunu düşünüp başarılarıyla övünenler
Her zaman beğenilmek istenen, eşi bulunmaz olduğunu düşünürler,
İlişkide oldukları kişileri “eşi bulunmaz” “mükemmel” ya da “üstün yetenekli” olarak tanımlayanlar. Sıradan vasat buldukları insanların kendi üstün ihtiyaçlarını, özel değerlerini anlayamayacaklarına inanlar.
Hep en yukarıdaki kişilerle (paşa, profesör, genel müdür) ve makamlarla ilişki kurmakta ısrarcı olanlar.
Eleştiriye dayanamayanlar, sürekli övgü bekleyenler bu nedenle görünüş ve davranışları hep bunları elde etmeye yönelik, gösterişe düşkün olanlar.
Kendinin kayırılacak biri olduğunu düşünen ve hak kazandığını zannedenler
Başkalarını kendi çıkarları için kullananlar
Başkalarını kıskanan ya da başkalarının onları kıskandığını düşünenler.
Küstah ve kendilerini beğenmiş davranışlar sergileyenler, çoğu kez züppeliğe varan, tepeden bakan, patronluk taslayan tutumlar sergileyenler
Empati kelimesini hiç duymamış gibi davrananlar…

Yukarıda açık bilgi kaynaklarından derleyerek paylaştığım kriter ve tanımlamaların yerine oturması için özellikle son on yılımda yaptığım inceleme ve gözlemlerde ortaya çıkanların sonuçlanması; geçen gün yaptığım kısa bir sohbetle çözülmüş oldu, adını koyunca mutlu oldum.

Bu çözüm aslında; ne bilmediğinizin farkında olarak, alanınız dışında bir konuda uzmanların görüşlerini alarak, onlardan yararlanarak, doğru sonuca ulaşmanın yazıya dökülmüş hali oldu.  Öyleyse; sonuç bir haz nedeni olarak da değerlendirilebilir.

Yukarıda sözünü ettiğim; üniversiteyi üniversite yapan öğretim elemanlarıyla, uzmanlarla aynı çatı altında çalışmak, bu yüzden önemli bir zenginliktir, şanstır diye düşünüyorum.

Sanat ile doğrudan bağlantısı olduğu görülen bu kişilik bozukluğu/ şişkinliğine akademiden bir örnek uyarlamaya çalışayım:  Unvanı yetmeyen kişi, kendini dekan değerinde görür ve etrafındaki herkesten de kendine dekan değeri gösterilmesini beklerse ve bunu göremediğinde de davranışlarında çirkinleşme başlarsa, tanım hemen oradadır: Narsistik kişilik bozukluğu!

Bu bozukluğun tedavisi için uzmanlar bireysel psikoterapi öneriyorlar.  Zaman zaman terapi amaçlı da kullanılan sanat; narsistik kişilik bozukluğu saldırganlaşma düzeyinde alenileşmiş kendini sanatçı sananlara ne kadar etkili bir tedavi yöntemi olarak kullanılabilir sorusunun cevabı çok zor verilir sanıyorum.

Hayatınızda; cevaplar olsun, empati olsun, ama mutlaka sanata da olsun…

Saturday, June 18, 2016

Mezuniyet dönemi, diploma

KIBRIS gazetesi, 2016-06-18, Cumartesi, sayfa:31



Çalışmak ve bunun sonucunda ortaya çıkan işten keyif almak çok önemli bir motivasyon yoludur bilen için. Bu nedenle zamanını ve emeğini esirgemeden hayat yolunda yürüyenlerin geride başkaları tarafından izlenebilecek ayak izleri bırakmaları da doğaldır, dersem, “itiraz” edecekler mutlaka çıkacaktır!  Çünkü akademinin yürüdüğüm yollarında örneklerine çok rastladım bu tip insanların.  Sağım solum sobe!

Sizin bu satırları okuduğunuzun bir gün öncesinde yani dün, on yıl önce kurduğum fakültenin mezuniyet töreni vardı.  Kıbrıs Gazetesinin “değişik kurumlara eşit mesafede durma” ilkesi çerçevesinde kalarak ve hatta duruma saygı göstererek… Yine dün aynı fakültenin mezuniyet sergisinin açılışı da vardı.

On yıldır birilerinden hep duyarım: “Böyle ülke mi olur, böyle üniversite mi olur, böyle hoca, böyle öğrenci, böyle.. böyle.. vs..”  On yılda ben, dünyanın çevresini “alanımla ilgili gerekçelerle” neredeyse üç kere döndüm… Ne sonuç elde ettim biliyor musunuz: Evet üniversite dediğiniz böyle olur, fakülte, hoca, öğrenci dediğiniz böyle olur…

“Anladın sen onu” diye bir söz vardı bir ara ortalıkta yalın ayak gezen!

Bu hafta fıkra yazmak yerine sordum sarı çiçeğe: "dön bundan 4 sene önceye.. Ciguli patladı.. ekle iki sene.. ne patladı.. ikiz kuleler.. Ciguli hangi parçayla patladı.. Binnaz.. fazla naz ne usandırır.. aşık.. usanan kim.. Usame.. Binn.. Ladin.. anladın sen onu anladın.."

Yalınayak toprakta, çimende gezmek elektriğini alır insanın derler.  Eh şimdi bu coğrafyada deniz mevsimi…  Akademinin ayrıntılarında tıkanıp da itiraz edenler; ayrıntıda boğulmamak lazım, hadi kolay gelsin!

Biz yürüyelim!

Bizim pazartesi günü de bir başka mezuniyet törenimiz var!

“Fast food” kültürünün getirilerinden yararlanmak tembelliğe yol açar, doğrudur.  Sadece masada oturmak fikri göbek yapar elbet, ama mihrap sağlamsa söz de yerine ulaşır!  Genel olarak, dört yıl sonunda başarılı olanlar da diplomalarına kavuşur.

Peki, diploma nedir?
Değişik kaynaklara göre farklı tanım ve örnekleri olan diplomanın bu yazıya uygun olan açıklaması kanımca aşağıdaki gibidir:

“Bir kimseye; herhangi bir okulu veya öğrenim programını başarıyla tamamladığını, bir derece veya unvanı kullanmaya hak kazandığını, bir iş, sanat veya meslek dalında çalışabilme yetkisi elde ettiğini belirtmek için bir öğretim kurumu tarafından düzenlenip verilen resmî belge, icazetname, şahadetname!”

Sormaya devam edelim:  Peki diplomayı alan ne oluyor?

Girne Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. İlkay Salihoğlu konuşmasında değinmişti:
Osmanlıca yazılışı ile: mezun oluyor;  salahiyetli oluyor!

Diploma ve diplomalıya ilişkin daha yaygın bilinen ve bugün için kullanılan tanımlar veya anlamları da şöyle:
-  bir iş için yetki verilmiş, yetkili
-  izinli, izin almış.

Diploma konusunu karıştırırken şu karşıma çıkan “şamata” tanımı da eklemeden edemeyeceğim yazıma.  Hep ciddiyet için değil, bazen gülmek için de nefes almak iyi gelir…

“Diploma; ilk kez Claudius devrinde görülen, üstünde askerlerin öncelikleri, hakları yazılı olan küçük bir çift bronz tablete denir.  Günümüz kullanımına da buradan geçmiştir. Askerler ancak belli bir süre hizmet ettikten sonra haklarına kavuşabilirlerdi.  Diploma bugün olduğu haliyle o devirde kesinlikle bir mezuniyet, tamamlama belgesi niteliği taşımazdı.  Bir tür ‘sen olmuşsun artık, evlilik hakları, vatandaşlık hakları sana  feda olsun yiğidim’ belgesiydi askerler için.”

Bu hafta daha hafif yazmaya çalışarak yürüyorum dikenlerin üstünde…

Yalın ayak, nereden nereye!

Emeğinizin karşılığında diplomalarınız olsun, diplomalarınızın karşılığında da hayatınız başarılarla dolu olsun. Sağlık da olsun…

Muhakkak sanata da olsun…

Saturday, June 11, 2016

Üsküp, konferans, devam

KIBRIS gazetesi, 2016-06-11, Cumartesi, sayfa:31




Değişik gerekçeler ve defalarca gittiğim Balkanlar; Batı’nın özellikle Müslümanlaşmış toplulukları öteleme çabaları gözle görülür biçimde cereyan ederken, demokrasi havarilerinin buna ses çıkarmamaları ve hatta demografik yapının sosyalizm çöktükten sonra bu topluluklar aleyhine hızla çalıştırıldığı bir coğrafi bölge haline gelmiş durumda. Baskınlık savaşı sadece Üsküp’teki heykeller arasında yok! Sosyalizmden sonra Müslümanlara karşı yürütülmüş bir kıyım ve bunun hala devam eden sistematik yansımalarını görmek mümkün. İşin içinde ABD ve hatta NATO olduğu için kimse “ey benim Müslüman kardeşime zulmeden…” diye horozlanamıyor…  Ki bu konuda görüştüğüm uzmanlara göre; Balkanlardaki demografik yapının değişmesi, Arap baharı kandırmacası ile kan ve gözyaşına boğulup ortaçağa döndürülen başta Libya ve halen teslim alınamayan Suriye’deki zorlamadan çok daha önemli görülüyor.

Böylesi labirentvari siyasi ve sosyolojik ortamda kurulabilecek akademik işbirliklerinin en barışçıl girişimlerden biri olması muhtemeldir.  Özellikle; görüştüğümüz akademisyenlerin yaklaşımları, bu işbirliklerini bir görev olarak algılamamıza neden olabilecek samimiyette idi diyebiliriz!

Kosova AAB Üniversitesi Rektörlüğünden bir heyetin Priştine’den kalkıp, (SEEU) Tetova kampusunda devam eden konferansın ikinci gününde bizimle görüşmeye gelmeleri; yukarıda sözünü ettiğim samimiyete önemli bir örnek olarak gösterilebilir sanırım!

Bu görüşmeler sırasında ve geçen haftadan devamla; Makedonya South East European Üniversitesi, Kosova AAB Üniversitesi ve KKTC Yakın Doğu Üniversitesi arasında oluşturulacak akademik işbirliğinin yararlı sonuçlar doğuracağına inancım tamdır.

Temmuz ayının ortalarında iki üniversite arasında imzalanacak protokolden sonra; çok yakın bir zamanda bunun meyvelerini göreceğimizden de kuşkum yok!

YDÜ Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin Uzunboylu’yu özellikle Balkanlarda kurduğu bağlantılar ve bağlantılarda sağladığı süreklilik açısından kutlamak gerekiyor.  Makedonya’nın başkenti Üsküp’te South East European Üniversitesi (SEEU) ev sahipliğinde beşincisi gerçekleştirilen “Dünya Tasarım, Sanat ve Eğitim Konferansı” da bunlardan biriydi.

Tekrar bu konferansa dönelim, bu konferansa ve benim konuşmama!

Bu cümle tekrar olacak ama geçen haftadan kalan anlamı pekiştirme açısından gerekli diye yineliyorum! Makedonya’nın başkenti Üsküp’te South East European Üniversitesi (SEEU) ev sahipliğinde gerçekleştirilen beşinci Dünya Tasarım, Sanat ve Eğitim Konferansı’nda baş konuşmacı olarak “Sanat, Eğitim ve Akademi” başlıklı bir konferans vermiştim.  Konuşmamı Temel’den bir fıkra ile sonlandırdığımı ve fıkrayı paylaşmıştım.  Bazı arkadaşlardan gelen; “konuşmanın başlangıcı nasıldı?” sorularına yanıt için; Üsküp’e değil de konferansa geri dönmem lazım!  Dolayısı ile de konferansımın başında anlattığım fıkraya dönelim!

Sunum için İngilizceye çevirdiğim fıkranın Türkçesini aradım bulamadım. Bu nedenle de tekrardan Türkçeye çevirmek zorunda kaldım!  Farklı anlatımları da mevcuttur elbet; ama ortaya çıkanı birlikte okuyalım:

Temel’in uzun olan hayat hikâyesinin fıkrası kısa olsun diye:

Temel, yirmi yıllık hapis cezasının son bir ayına gelmiş… Koğuşta kara kara düşünüp dururken yanına hemşerisi Dursun gelmiş, elinde iki bardak çay ile.
-Ula uşağum nedur düşündüğün, aha da çıkacaksun işte daha ne isteyisun…
Temel dertli:
-Sorma Dursun; dışarı çıkmak eyidur muhakkak da, benum için öyle değil.  Ne ailemden kimse kaldi, ne evum var, ne işim ne de geçinecek param… Ne yapacağum pilmeyirum…
Deyip çaydan kocaman bir yudum çeker. Dursun güler durumuna Temel’in.
-Habu düşündüğün derde bak. Ben biliyurum bir çare…
Temel: Söyle o zaman da nedur o…
Dursun: Habu senin horon oynamayı öğrettuğun pire var ya
Temel: Eee noldi ki?
Dursun: Uşağum; işte o pireye horon oynatursun, seyredenlerden de para alursun da…
Temel: Hay aklun ile bin yaşa Dursun!

Ceza biter, o gün gelir Temel özgürlüğüne kavuşur… Pirenin kutusu cebinde çıkar dışarı…

Özlemiştir, hemen bir lokantaya girer, hamsi ve yanında bir duble rakı sipariş eder.
Yer, içer. Hesabını ister. Keyfi yerindedir. Hesabı getiren garsona; masanın üstüne koyduğu kutudan çıkardığı pireyi gösterir…
-“Ula uşağum habu pireyi göriyimisun” der ve horon için ıslık çalmaya başlar… Pire de oynar…
Bunu gören garson da hemen cebinden çakmağı çıkarır ve pireyi yakar!

Konuşmamın devamında: “bu fıkrayla “Sanat, Eğitim ve Akademi” başlığının ne alakası var diyeceksiniz, merak edenler için açıklayayım öyleyse!
1-  Fıkrada eğitim var. Çünkü bizim Temel pireye horon tepmesini öğretti, yani onu eğitti! Dolayısı ile işin içinde eğitim var!
2-  Horonu dans olarak değerlendirmek lazım, dans da bir tür sanat olduğuna göre bu bağlantıyı da kurduk. İşin içinde sanat da var! Geriye kaldı akademi!
3-  Elbette hapishane resmi bir eğitim kuruluşu değildir. Ancak başlık kapsamında ister istemez akıllara akademiyi çağrıştırıyor.
Böylece fıkra ile konuşma başlığı arasında bir bağlantı kurulmuş oluyor mu, oluyor!
Öyleyse şimdi akademiden başlayalım!” diyerek konuşmamın esas konusuna geçtim…

Konferans kapsamında ilk gün Türk Sanatçıların (SEDER üyelerinin) sergi açılışı yapıldı. Arkasından açılış konuşmaları ve benim sunumum geldi. Sunumumda “Burning Man” izleyenler ancak Destan’da köfte yiyerek kendilerine gelebildiler!

Sonra SEEU Tetovo Kampus’une geçtik.
Dikkatimi çeken yerler ve durumlar hakkında yorumlarımı paylaşmıştım!

Hacettepe Üniversitesine torpil geçerek; sözlü sunumları yapılan bildiriler arasından bazılarını yazar ve konu başlığıyla paylaşmak istedim. Bildiriler yayınlandığında veya yazarlarının adından, arzu edenlerin onlara ulaşması mümkün olabilir.

~ Ayşe Bilir: From The Surface of Painting to Architecture Space: Cloud Image.
~ Refa Emrali: Present Day Artists’ Multicultural, Hybrid Identity.
~ Banu Bulduk: Contemporary Illustration Methods and New Application Areas on Illustrations: Interaction Induced Animated Illustrations.
~ Emre Demirel: The Haptic and Visual Considerations of the Public Spaces: Otto Herbert Hajek’s Proposal for Hergelen Square in Ankara.
~ Seza Soyluçiçek: New Generation Console Game Technologies; Console Game Application Supported with Projection Mapping.
~ Ödül Işıtman: Producers of Contemporary Art; Generations X, Y, Z.
~ Hüseyin Özçelik: Ceramic wall tales based on the work named “Freedom”.
~ Hakan Sağlam, Ilayda Asak: Post Graduate Architectural Education in Turkey.
~ Sezer Cihaner Keser: The Role and Importance of Art Education Socializing.

Konferans sekreteri Naziyet Uzunboylu’dan aldığım bilgilere göre; Yakın Doğu Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Zagrep Üniversitesi, Avrupa Eğitim Araştırmaları Birliği ve South East European University işbirliği içerisinde gerçekleştirilen konferansa; 19 farklı ülkenden 120’ye yakın akademisyen katılarak tasarım, sanat ve eğitim bilimleriyle ilgili güncel araştırma konularını tartıştılar.

Konferans kapsamında düzenlenen “Üst Düzey İndexli Dergilerde Yayın Yapımında Dikkat Edilmesi Gereken Unsurlar” başlıklı panelde koşan Prof.Dr. Hüseyin Uzunboylu, özet olarak; dünyada yayınlanan makalelerin yüzde elliden fazlasının hiçbir atıf almadığını, araştırmacıların eriştiği makalelerin yüzde doksanının sadece başlığına göz attığı, yüzde ikisinin özetini okuduğunu ve yüzde birinden azını detaylı okuduğu yönünde bilgiler verirken, etki faktörlü dergilerde; orijinal, bilime katkı getirme düzeyi yüksek ve iyi yazılmış makalelerin yayınlandığını dikkat çekerken, önemli olanın yazarın dışında başka araştırmacıların yazılan makaleye atıf yapmasının olduğunu vurguladı.

Keyifli bir etkinliğin yazısını sonlandırırken: Konferans hiçbir aksaklık olmadan tamamen planlandığı gibi başladı ve sonlandı. Bu nedenle genel koordinatör olarak Prof.Dr. Hüseyin Uzunboylu‘na, evsahipliği yapan SEEU Rektörü Prof.Dr. Zamir Dika ve Yrd.Doç.Dr. Mentor Hamiti’ye, organizsayona emek veren Ankara Üniversitesinden Prof.Dr. Ayşe Çakır İlhan ve Prof.Dr. Hafize Keser’e özellikle teşekkür etmek isterim.

Konferansın benim için öngörülmeyen getirilerinden biri de; geçen gün elektronik postama gelen bir mektup oldu.  Mektubun bir cümlesini aktarayım: “We have learned your paper "Art, Academy and Education" at the 5th International Conference on Education.  We are very interested to publish your latest paper in the Journal of Modern Education Review.”

Balkanlara ve sanata yakın kalın…

Sunday, June 5, 2016

Makedonya, Üsküp, izlenimler

KIBRIS gazetesi, 2016-06-05, Cumartesi, sayfa:29



Temel; macera için İstanbul’dan Amerika’ya kadar yüzmeye karar verir… Dursun da taka ile onu takip edecektir.  İki kafadar yola çıkarlar.  Fıkra bu ya, tam 75 gün sonra ufukta özgürlük anıtı görülür… New York’a varmalarına az kalmıştır.  Temel takada horon tepmeye başlayan Dursun’a döner:
-Ula uşağum ben vazgeçtum geri döneyirum!

Makedonya’nın başkenti Üsküp’te South East European Üniversitesi (SEEU) ev sahipliğinde gerçekleştirilen beşinci Dünya Tasarım, Sanat ve Eğitim Konferansı’na (WCDAE 2016) baş konuşmacı olarak davet edilmiştim. Gittim; “sanat, eğitim ve akademi” başlıklı konferansımı davet eden ve izleyenlere göre başarıyla gerçekleştirdim ve geri geldim. Bu durumun Temel ile alakası var, çünkü konuşmamı yukarıdaki fıkrayı anlatarak sonlandırdım!

Geçen yıl Saraybosna’da gerçekleştirilen resim çalıştayı ve ardından bu yıl açtığımız “izdüşüm” sergisine ilişkin yazılarımda Balkanlar ve eski Yugoslavya hakkında bilgi paylaşımında bulunduğum için bu yazımda Makedonya ve Üsküp ile sınırlı kalmaya çalışacağım.

Makedonya, Balkanlar'da bir ülke. Kuzeyde Sırbistan ve Kosova, batıda Arnavutluk, güneyde Yunanistan, doğuda Bulgaristan ile komşu. Ülke, 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nden Makedonya ismi ile bağımsızlığını ilan etmiş. Birleşmiş Milletler ülkeyi 1993 yılında Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) ismi ile tanıdığını duyurmuş.  Avrupa Birliği, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), Uluslararası Para Fonu, Avrupa Yayın Birliği ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi gibi örgütler ülkeyi Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) adıyla tanımış.

Türkiye, Makedonya Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ilanıyla beraber ülkeyi kendi ismi ile tanımış. Nitekim bu sebeple Makedonya'yı Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya ismiyle (FYROM) tanıyan NATO teşkilatına ait ve içinde Makedonya geçen tüm belgelerde metinde "FYROM" kısaltması geçerken, belgenin sonundaki bir dipnotta Türkiye'nin ve diğer NATO üyeleri ABD, Arnavutluk, Bulgaristan, Estonya, Hırvatistan, İsveç, İzlanda, Kanada, Litvanya, Macaristan, Norveç, Polonya, Romanya ve Slovakya ile birlikte Makedonya'yı anayasal ismi ile tanıdığı ayrıca belirtilmiş.

Gün ortasında indiğimiz Üsküp’te şehrin profilini görmek için gezerken dikkatimizi çeken heykeller oldu. Başarılı başarısız, büyüklü küçüklü heykeller, hemen hepsi yeni heykeller… Kent merkezinde her yüz metrekareye 3-4 heykel düşmekte desem sanırım abartmış olmam.  Heykel deyince neredeyse tümü tarihten devşirildiği belli olan “kahramanların” figürleri. Öyle normal boyutlarda da değiller, devasa heykeller.  Birbirinin görüş alanına giren, hatta genel olarak görüntü kirliliği yaratan “söylemli” heykeller. Bir kısmına su ve ışık oyunları da eklenmiş! Elbette aralarında siyasi ve askeri olmayan şahsiyetlerin heykelleri de var ama azınlıktalar. Şehrin iki yakasını bağlayan taş köprüden eski çarşı yönüne doğru giderken sağ tarafta Vardar nehri içinde suya atlayacakmış gibi ellerini yukarıdan kavuşturmuş, mayosu kırmızı renkli bronz kız heykeli bunlardan biri. Su biraz çekilince kızın çok yakınında iki de ayak görülüyor.  Belki de kız o ayakların sahibini kurtaracakmış izlenimi bırakan bir kompozisyon düzenlenmiş.


Heykellerin aralarında aleni bir “baskınlık” savaşı var denilebilir… Bir de ve özellikle Büyük İskender’in aslanlarına karşı uygulanan vandalizm: boyama!  Bu vandalizm türü pek çok devlet dairesine, bakanlık binalarına ve bir de dikkatimi çeken Makedonya Zafer Kapısı’na karşı da uygulanmış.

Merakımın cevaplanması için yaptığım girişimler sonuçsuz kalmadı elbette.  SEEU Rektörü Prof.Dr. Zamir Dika ve arkadaşları ile yaptığımız sohbetlerde konu aydınlığa kavuştu.  Ancak, yine de açık bilgi kaynaklarından da yararlanarak paylaşmakta yarar var diye düşündüm:

Makedonya hükümeti "Üsküp 2014" projesi çerçevesinde başkent Üsküp'ün merkezini yeni bir görünüme kavuşturmak adına, büyük çalışmalar yürütmüş. İnşa edilen yeni binalarla, eski binalar üzerindeki yenileme çalışmalarıyla ve değişik heykellerle, Üsküp'ün merkezi adeta görkemli antik bir kente benzetilmeye çalışılmış. Heykeller içinden en çok dikkat çekeni ise, kuşkusuz Büyük İskender’in (Alexander the Great), heykelidir. Makedonyalı İskender olarak da bilinen Büyük İskender’in Floransa’da yaptırılan heykeli Makedonya Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 20. yılı anısına 8 Eylül 2011 tarihinde Üsküp Meydanı’na dikilmiş.

Meydanın batı tarafında ışık ve su oyunlarıyla tasarlanmış yirmi metre çapında ve bir havuzun içine yerleştirilmiş 10 metre yüksekliğindeki rölyefli silindirin tepesindeki yine on metre çapındaki platformda merkezin dışına basan iki arka ayak ve iyice çemberin dışına yakın yerleştirilmiş kuyruğu ile dengesiz bir platformda şaha kalkmış atın üzerinde kılıcı ile “fetih” işareti yapmakta olan Büyük İskender’in atlı heykeli 14.5 metre, anıtın toplam yüksekliği ise yaklaşık 30 metre yüksekliğinde.

Silindirik kaidenin etrafında İskender’in komutanları uzun uzun mızraklarla kompozisyona hareket katmışlar. Havuzun etrafına sıralanmış aslan heykellerinin kimi içe doğru kimi de dışa doğru bakıyor. İçe doğru bakanların ağızları açık ve su oyunlarına katılıyorlar. Suyun hareketiyle senkronize olarak değişen ışığın rengi “kitchliğin” zirve yaptığı izlenim anı oluyor tarihi bir figürün anıtında. Kısaca; izlenmesi zor olduğu için etkisi de olumsuz denebilecek bir anıt!

Makedonya hükümetine göre 80 milyon Euro’ya mal olduğu belirtilen Büyük İskender heykeli projesinin maliyeti, kimilerine göre 200 milyon kimilerine göre de 500 milyon Euro’ya mal olmuş.
Turistler için, fakirliğin pek deşifre olmadığı kentte, dikildiği ilk zamanlarda harcanan bütçe nedeniyle heykel, bazı kesimlerin tepkisini toplamış.  Halkın bir kısmı, işsizlik oranının yüzde 33'ü aştığı ve vatandaşların yaklaşık üçte birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede heykellere yüklü harcamaların yapılmasına karşı çıkmış. Vandalizmin sebebi olarak da işte bu “dengesizlik” gösteriliyor.

Kentte gezerken barışçıl bir protesto gösterisinin de tanığı olmak ilginçti. Her yaştan ve her statüden, bisikletlisinden tekerlekli sandalyelisine kadar oldukça farklı renklerden oluşmuş göstericilerin zarar vermeden ve zarar görmeden toplanacakları alana kadar şarkılar ve sloganlar eşliğinde yürümeleri eski Yugoslavya sempatilerinin hala sönmediğinin göstergesiydi. Bu arada şunu da belirteyim ki; sadece iki üniformalı ve onların yanında duran sivil giyimli bir polisin güvenliğini sağladığı bir binanın dışında başka bir “önlem” gözüme takılmadı! Hükümet aleyhine olduğu belli ancak, dedim ya “barışçıl” bir gösteriydi.

Üsküp 2014 projesiyle Makedon ve Ortodoks Hıristiyan kültürüne “anıtsal” yatırım yapılıyor izlenimi var kentte.  Büyük İskender'i kendi ataları olarak gören Yunanlar, Makedonya'nın bu projesini tahrik edici buluyor. Makedonya hükümetinin Makedon etnik kimliğini reform etmeye çalıştığını ve bu amaçla Üsküp 2014 projesini geliştirdiği ve milliyetçiliği tırmandırdığı kanısı yaygın bir görüş. Bu kapsamda, Makedonya'nın çok uluslu ve çok kültürlü bir devlet olduğunu gerekçe gösteren Arnavut ve Türkler, Üsküp 2014 projesinin kendi tarihlerine ve kültürlerine ait değerleri yansıtmıyor olmasından dolayı rahatsızlıklarını dile getiriyor.  Otelden havaalanına giderken konuştuğumuz taksi şoförü bu konuda oldukça net bilgiler ve rakamlar verdi...

Pek ümitleri olmazsa da Arnavut ve Türkler, kendi tarihlerine ait kahramanların heykellerinin de Üsküp'ü süslemesini talep ediyorlar.  Bu talebe karşın; Mostar’da olduğu gibi Üsküp’ün en görünür yerine de bir haç dikilmiş!

Arnavutların Tetova, Türklerin ise Kalkandelen dedikleri bölgede, halen Türkçe de konuşan Arnavutların kontrolündeki Osmanlı dini külliyelerinden biri Harabati Baba Tekkesi veya Sersem Ali baba Dergahı’nın içindeki o “koltuğa” konulmuş ABD ve Avrupa Birliği bayrakları dikkat çekiciydi! Mihmandarın anlattığı “yıktılar, yaktılar, ahıra çevirdiler” hikâyeleri, bayrakların neden orda olduğunu yeterince açıklıyordu. Hikâyelere tezat, dışarıdaki hemen her şey Osmanlıdan kaldığı gibi ayakta duruyordu!  Yine mihmandarı yalanlarcasına Alaca Camii kapısına asılmış Kalkandelen Müftülüğünden imzalı mühürlü bir bildiride de “her gün devamlı okunan hatme-i şerif 77.yıl” yazıyordu…

Tetova’dan güzergahımız Ohrid Gölüne doğruydu… Arnavutluk, Yunanistan ve Makedonya Cumhuriyeti'nin kesiştiği noktada bulunan Ohrid gölü kıyısında balık yemek, tekne turu ve huzur üç saatlik otobüs yolculuğuna fazlasıyla değdi. Bir de fotoğraflar var elbet, sabitleyip kendimle getirdiğim!



Peki, kongre?

Makedonya South East European Üniversitesi, Kosova AAB Üniversitesi ve KKTC Yakın Doğu Üniversitesi arasında oluşturulacak akademik işbirliği hakkında önümüzdeki hafta yazsam daha iyi olacak.

Sanata yakın kalın…

Saturday, May 21, 2016

Gazi Yüksel, Duvarlar

KIBRIS gazetesi, 2016-05-21, Cumartesi, sayfa:33



Babasının Temel’i; araba çarpması sonucu hastaneye kaldırılır.

Ameliyat olması gerekmektedir. Doktorlar maskelerini takarlar.  Yarı baygın Temel doktorlara bakarak:
-Haçan boşuna takmayun maskeleri, pen sizi taniyirum!


Duvarlarımız

Bu hafta Lefkoşa-Bedesten’de Gazi Yüksel’in; tuval üzerine akrilik tekniği ile yapılmış kırkiki parçadan oluşan ilk kişisel sergisi açıldı.

Yoğun emek, titiz işçilik, çaba, renk kullanımı ve duvarın olumsuz çağrışımına karşın politik söylemlerin karmaşasına teslim olmadan kendi dili ile konuşmuş Gazi Yüksel sergisinde. Kendi resim dilinin yanı sıra kataloğuna yazdığı “Duvar” başlıklı yazısının samimiyetini olduğu şekliyle paylaşmak istedim:

“İnsanın parçalı gereçlerle yapı oluşturma serüveni mağara düzeninden yerleşik topluluklar düzenine geçmesi ile başladı. Bu yeni düzende doğal ya da yapay materyallerle oluşturulan duvarlara koruma misyonunun yanı sıra, saklama, insanları birbirlerinden ayırma ve özgürlükleri kısıtlama misyonları da yüklendi.

Tarihin en ciddi fiziksel yapılarından biri olan Çin Seddi savunma ve koruma, Utanç Duvarı olarak da nitelenen Berlin Duvarı ise insanları ayırma ve özgürlüklerini kısıtlama misyonlarıyla inşa edildi.

Tarihsel süreçte duvar nitelemesi “Ağlama Duvarı” adıyla ruhani dünyanın, “Güvenlik Duvarı” adıyla da internet dünyasının öne çıkan fenomenlerini oluşturdu.

Fiziki bir yapı olan duvar, taş, tuğla ve benzeri materyallerin yan yana, üst üste, birbirlerine yaslanarak ve birbirlerini destekleyerek oluşturduğu bir bütündür.  Bu anlamda, kişisel olduğu kadar toplumsal yapı olarak da insan yaşamını duvarlara benzetmek mümkündür. Öyle ki, dayanışma ve yardımlaşmayla oluşan bu bütünsel yapıda her birim zamanın imbiğinden süzülerek ortaya çıkar. Her varlık farklı özellikleri olan birer duvar örgüsüne sahip olurken benliğinde de yaşanmışlığın özünü taşır.

Duvarlar yaşantılarımızın bekçisidirler. Ancak, böyle olmalarına rağmen birbirine zıt anlamlandırmaların etkisinde kalırlar. İnsanları sevdikleriyle bir arada tutarak koruyup gözettiklerinde sevginin ve mutluluğun, yönetim erkinin psikolojik stratejileriyle halklar arasına örüldüklerinde ise nefret ve üzüntünün simgesi haline gelirler.

Duvar ögesi aynı zamanda modern dünyadaki insan ilişkilerinden kaynaklanan negatif olguların soyut tezahürünü (belirtisini) oluşturur.  Reel dünyada gözle görünmeyen bu duvarlar giderek yalnızlaşan ve yabancılaşan insanın korku, umut ve beklentileri doğrultusunda çevresine ördüğü soyut duvarlardır.

Kısa sürede oluşmayan ama hemen de yıkılmayan bu duvarlar elle tutulur gerçeğin aksine, zorlanması gereken sınırların, sıkışıp kalınan dogmaların da sembolüdürler.  Her soyut duvarın önyargılardan oluşan birbirinden farklı harçları olduğu da unutulmamalıdır.

İşte ben resimlerimde gözle görünmeyen ancak duyumsanabilen bu gerçeği betimlemeye çalıştım. Soyut veya yarı soyut imge ve semboller kullanarak duyguların fenomonolojik karşılığını aradım.”

Yaşamın Kayıtsız Tanıkları: Duvarlar

Gazi Yüksel; açılışta yaptığı konuşmasında özellikle isimlerini andığı hocalarından Mustafa Salim Aktuğ’un sergi hakkında yazdığı yazısını da iznine teşekkürlerimle paylaşıyorum:

“Gazi Yüksel, Kıbrıs’ta gençlik yıllarını gazetecilik ve foto muhabirliğiyle geçirdi. Yaşadığı coğrafya ve günlük hayatla ilgili bir çok olayı, anı fotoğrafladı.  Görünen dünyayla ilgili bu görsel notlamalarını alımlarken, beyinsel bir bütünleşmeyle hareket etmekte olduğu bir gerçek. Zaten zanaatkâr bir ailenin çocuğu olarak yetişmişti ve bunun da avantajı, kendisini mesleğinde her zaman bir adım daha öne çıkarmıştı. Yakın Doğu Üniversitesi’nde  vermiş olduğu “Temel Fotoğrafçılık”, “Basın Fotoğrafçılığı”, “Stüdyo ve Reklam Fotoğrafçılığı” derslerinde öğrencilerin yetişmesine katkı sunarken her zaman yakından takip ettiği resim sanatına yeni kurulan Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin Plastik Sanatlar Bölümü’nde başladı.  Fotoğraf sanatındaki sistematik kapsayıcı çalışmalarını resim sanatı üzerinde uygulamalı ve kesintisiz olarak devam ettirdi. Kendince sürdürdüğü uzun çabaların sonunda kişisel resim sergisini oluşturma aşamasına geldi. Belli konular, imgeler ve temalara yöneldi. Onları zamanla yoğurarak önemli aşamalar kat etti. Yüksel’in önceden fotoğraf bilmesinin verdiği avantajla çok iyi bir imge avcısı olduğunu, bunun sonucu, şiirsel bir resim dili sergilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. KKTC Turizm Bakanlığı’nca yayınlanan ‘Fotoğraf Albümleri’,  bölgenin değerlerinin öne çıkarılmasının kanıtı niteliğindedir. Onun bakış açısından bu ülkenin insanı, oluşturduğu kültürü, renkleri, günün ışığıyla kayıt altına alınır. Burada fotoğraf sanatı adına değinmeden geçemeyeceğim 2007 yılında yayınladığı, “Kıbrıs’ta Fotoğraf ve Fotoğrafçılık:1878-2006” adındaki geniş kapsamlı kitabını vurgulamak gerekir.  Topluma verdiği hizmeti kayıt altına alarak gelecek nesillere aktarmak adına Yüksel’in bu kitabı takdire şayan niteliktedir.

Kıbrıs  toplumu  eğitimi, okumayı  seven ve çeşitli  hobilere  yönelim  konusunda  oldukça ilgimi çekmiştir.  Gazi Yüksel, böyle bir toplumun farkındalığını fazlasıyla yaşayan bir kişiliktir. Fakültede arkadaş grubuyla gerçekleştirdikleri “Yüzleşme” sergisiyle (2012), doğa ve çevre felaketlerine dikkat çekmek adına, atık  malzemelerle  büyük  boyutlu  çalışmalar üretmişlerdi.  Gazi, bu sergide farkındalığın en güzel örneklerinden birini,  babasının  biriktirdiği  saatleri  bir  portre haline getirerek sergilemişti.  Çalışmasıyla, geldiği kültürün kökleriyle ve o kültürün  elemanı  olan ailesinin birikimiyle bizi  yüzleştirmişti.  Eserinde  yüzlerce  saatin farklı bölümlerine ait parçaları iç içe bir yığın oluşturarak  zamana karşı direnen doğanın varlığını derin bir kavramsal boyuta taşıdı. Saatlerin üst üste eklemlenerek oluşturduğu bu yapı, çevre felaketlerine karşı zamanla yarışan doğamızı koruma adına, saatlerin geçişini izleyende duyumsatmıştı.  Olağanüstü  teknik  bir mükemmellikle yapılmış  bu eser  bir çok şeyin de cevabı niteliğindeydi.  Gazi,  saatleri  birbirine  eklemleyerek oluşturduğu yapıda yitip giden doğaya karşı temsili bir sesin varlığını heykel boyutuna taşımıştı.

Gazi Yüksel, fotoğrafla gerçekleştirdiği görsel notları, resim ve heykel dünyasının yeni aktarım olanaklarıyla çeşitlendirme yoluna böylece girmiş oldu. Takip eden yıllar, onu resimlerinde  tematik çalışma  yoluna  sevk  etti.  Kıbrıs’taki  duvarların  sessiz renkliliği, dünyaya açılan kapılarındaki motifler, insanların günlük hayatlarındaki duruş ve davranışları onun resimlerinde yerlerini aldı. Akrilik  boyayı daha çok tercih  etti.  Bu seçim,  konuları resmederken düşündüğü  biçimi  hızlı kuruyan  bir  boyayla  sonuçlandırmak  istemesinden kaynaklanmaktadır.

Duvarlar insanları birbirinden ayıran, çevreyi sınırlayan, kapatan yapı elemanlarıdır. Duvarlar,  bizi çevreleyen  duyarsız  koruculardır aynı zamanda. Duvar ve inşa sureti duvarlaşmış, duyarlılığı kalmamış  insanlara  göndermelerde bulunur.  Bazen  de  bu  durumu ters yüz etmenin arayışı içerisindedir sanatçı.  Parçacıklarla renklendirilmiş duvarlar, şeffaf duvarlar,  onların  renkleriyle  iç içe  geçmiş insan suretleri bunun en güzel  temsili  örnekleridir.

Duvarlar yaşamın kayıtsız tanıklarıdır. Dünü, bugünü yaşayıp yarına taşıyacaklardır kuşkusuz.  Ama onlar bu tanıklığın farkında mı ?  Duvar gibi bir tanıklık onlarınkisi. İnsanca yaşamın ve belli bir dönemin duyarlı tanıklarıdır. Yaşayan nefes alıp verendir. Onları yaşadıklarıyla, yiyip içtikleriyle, giyip kuşattıklarıyla, çevreleriyle sadece yansıtmak yeterli değildir. Yaşamanın anlamına dair, geleceğe dair derinlikleri de göstermek şarttır. Burada yaşamın birikimlerinin oluşturduğu simgeler, devreye girmeye başlıyor. Bu çalışmalarda, örneğin, salyangoz şeklinden hareketle oluşturulan spiraller, sonsuzluğun simgesi olarak yer almaktadır.

Gazi’nin resimlerinde insan maskları adeta duvar sessizliğinin vurdumduymazlığını dışa vururlar.  Masklar  kadın-erkek  gibi  bir cinsiyet  farkını içermezler. Onlarla gösterilmek istenilen  tam  anlamıyla  insandır  ve  insanlık  halleridir.

İnsan maskelerinin soğuk-durağan ifadelerinin karşısında yer alan renkli tuğlalarla örülü kuş siluetlerini görmekteyiz. Burada daha bir şenlikli dünyanın varlığına varıyoruz. Kırlangıç suretleriyle duvarların yıkılması, aşılması ve özgürlüğe doğru kanatlanıp uçmak anlatılır.

Gazi Yüksel’in resimlerinde Kıbrıs’ın duvarlarını dışarıya açan kapılarda yer alan metal süslemelerdeki motiflerle de sıklıkla karşılaşırız. Bunların yanı sıra düşen hilaller, medoş lalesinin soyutlamaları, temel geometrik formlar (kare-dikdörtgen-daire) resimlerinde istiflenmektedir. Kullanılan geometrik formlar ve renklerle zihinsel derinliklerde geziye çıkmamızı sağlayan sanatçı, metafizik ağırlıklı sürrealist dünyalarla da bizi sıkça yüzleştirmektedir.

Birçok filme, müzik eserine, şiire, resme, mimariye asıl konu olan “duvar” konusunda yapılan çalışmalara Gazi Yüksel’in bu sergisi önemli bir katkı niteliğindedir.  Gazi’nin ustaca biçimlendirdiği resim tekniğiyle, dikkat çekici uygulamalarıyla ve değindiği konularla, “Kıbrıs Resim Sanatına” sağlam adımlarla geldiğine sevinerek tanık olmaktayız.”

Maske takan doktorların niyeti belli Temel’e karşı!  Ama duvarların anlamı, hangi tarafında durduğunuza göre değişir…

Sanata yakın kalın…


Saturday, May 14, 2016

Hocam, sergi, davetler

KIBRIS gazetesi, 2016-05-14, Cumartesi, sayfa:35



Geçen hafta büyük bir laf et deyince “fil” cevabı veren bizim Temel vardı ya işte o, babasını üzmemiş!  Büyümüş, akıllı adam olmuş, hatta zengin bile olmuş. Sonra bir gün, iş dönüşü kuşçuya gitmiş!

Hemen dükkanın girişindeki bordo renkli papağanı göstererek satış elemanına sorar:
-Haçan bu papağanun fiyatı nedur?
Satış elemanı kestirmeden düz bir rakam söyler:
-1.000-TL efendim!
-Temel: Neye göre habuna o rakami söyledun uşağum, pahali celdi bana!
Satış elemanı günün yorgunluğu ile kargaların altını temizlerken:
-Efendim o papağan 100 Türkçe kelime ile konuşabiliyor!

Temel, bu papağanı üçyüz kelime ile günlük hayatını sürdüren hem türleri ile karşılaştırınca şaşırır. Başını kaşır, geçer hemen birincinin yanındaki mavi papağan ile ilgilenmeye başlar. Sorar:
-Bana habunun fiyatini de pakayim uşağum!
-2.000-TL efendim
-Anlamak isteyirum niye o fiyati dedun?
Satış elemanı bu sefer elindeki işi bırakır Temel ile ilgilenmeye başlar:
-Efendim; bu papağan deminkinden farklı olarak aynı kelimeler ile hem Türkçe hem de İngilizce konuşabiliyor!

Bu cevap karşısında akşam akşam kafası iyice karışan Temel, merakla onun yanındaki, daha albenili görünen kırmızı renkli papağanı işaret ederek sorar:
-Peki bunun fiyatı nedur da?
Satış elemanı sakın, geçiyor üçüncü kafesteki papağanın yanına:
-4.000-TL efendim!  Neden diye siz sormadan ben hemen söyleyeyim. Bu papağan diğerlerinin konuştuğu kelimeleri her dilde konuşabiliyor!

Temel; bozuntuya vermeden dükkanda biraz daha bakındıktan sonra öyle arkada bir yerde tenhada asılı duran kafesin içindeki albenisi sıfır, hatta tüyleri biraz dökülmüş beyaz papağanı görür ve satıcıya sorar:
-Bunun fiyatı nedur?
-10.000-TL efendim!
Cevap karşısında afallayan Temel; kuşlar ve insanlar hakkında bildiklerini tümden unutmak ister! Dayanamaz yine de sorar:
-Haçan niye?
Tam da bu soruyu bekleyen satış elemanı hafiften tebessüm ederek bir taraftan kafese yem atar, diğer taraftan da Temel’e cevap:
-Valla efendim, bu pek konuşmaz ama, daha önce sorduğunuz o üç papağan vardı ya…
-Eee ne ilgisi var ki onlar ile demiş Temel. 
Satış elemanı:
-Efendim, işte onlar buna "hocam" diyorlar!

...
Nazan Sönmez sergisi

Yazının bundan sonraki kısmına “hocalık güzel bir şey, kendumden biliyurum” diye devam etmek olmaz.

Hacettepe Üniversitesinde aynı yıllarda göreve başladığımız; Yakın Doğu Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesini kurarken adını dosyada kullandığım dört kişiden biri olan, gerek Hacettepe’de gerekse burada çalışırken hep desteğini gördüğüm değerli akademisyen Nazan Sönmez, Ankara’da faaliyet gösteren Peker Sanat Evi’nde açılan ve 19 Mayıs’a kadar izlenebilecek sergisi ile sayfamın konuğu bu hafta…

Sergide sanatçının bir kısmı eski dönemlerine ait, akrilik ve yağlıboya tekniği ile yapılmış, değişik boyutlarda toplam 46 adet yapıtı sergilenmektedir bilgisi de gerekli diye düşündüm…

Önce çok kısa bir özgeçmiş paylaşalım:

Sanatçı Nazan Sönmez 1949 yılında Diyarbakır’da doğdu. 1967'de girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde Nurullah Berk ve Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyelerinde öğrenim gördü. 1972 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi'nden mezun oldu. 1976-78 yılları arasında Elazığ'da resim öğretmeni olarak çalıştıktan sonra Ankara'ya yerleşerek, resim çalışmalarını serbest olarak sürdürdü. 1985 yılında Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Plastik Sanatlar Biriminde okutman olarak çalışmaya başladı. 1987'de aynı Fakültenin Seramik Bölümüne öğretim görevlisi olarak atandı. 1992 yılında "Doğa İzlenimlerinden Plastik Dile" isimli çalışmasını tamamlayarak Sanatta Yeterlik unvanını aldı. 2002 yılında Doçent, 2007 yılında da Profesör oldu. Birçok yarışmalı ve karma sergiye katılan,  ondokuz kişisel sergi açan sanatçının yapıtları özel ve resmi koleksiyonlarda yer almaktadır. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği, Akademi Mezunları Derneği, Sanat Eğitimcileri Derneği ve Plastik Sanatlar Derneği üyesi olan sanatçı halen HÜ. GSF. Seramik Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır.

Bosphorus Sanat Gazetesi'nin Mayıs sayısında Hatice Kumbaracı Gürsöz’ün Ressam Nazan Sönmez için yazdığı yazıyı izinleriyle ve biraz kısaltarak paylaşıyorum:

“Sanatçının özgeçmişi onun çok iyi yetişmiş bir ressam ve değerli bir eğitmen olduğunu anlatıyor. Çağdaş soyut resmin önemli bir temsilcisi olan Nazan, doğa ressamı olarak yorumlanıyor. Sanatçı, bence doğadaki insana daha yakın olup kolay yorumlanabilen; kır çiçekleri, güller ve lalelerden ziyade, hayatın zorlukları gibi tuttuğunda eline batabilen, kokusu olmayan dikenli çiçekleri seçmiş. Yaşam nasıl bir mücadele gerektiriyor ise sanatçı da eserlerinde tabiatta yaşamı zor ama ömrü uzun olan çiçekleri tercih etmiş. Eserlerindeki yorum, renk ve leke kompozisyonunu zaman zaman sert konturlar içinde harmanlaması, pastel renklerin meydana getirdiği bir bütünlükle izleyiciye sunuyor. Sanatçının eserlerindeki bu ifadelerde duygusallığın gizemi, tabiatın gizli kalmış acı görüntüleriyle yoğruluyor. 

Her sanatçıda olduğu gibi, Nazan’ın eserlerinde de doğduğu kent Diyarbakır’ın ve yaşamının özgün ifadesini görebiliriz. Anadolu’daki ağaçları, oraya has fayton arabaları, zaman zaman tabiatta görülebilen “sarı sıcağı” tablolarına yansıtmıştır. 

Nazan Sönmez zor bir yolu seçmiş. İyi bir eğitimciliğinin yanı sıra, uluslararası sanat kimliğini korumayı başarmış ender sanatçılarımızdandır. Eserlerindeki pastel renklerin duygusallığında, tabiatın zorluğunu adeta empresyonist renklerle harmanlayarak doğadaki nesneleri size sunuyor. Bitmemişlik hissi veren eserleri, hayatın zorluğunu aşabilme mücadelesini onun dikenlerinin çiçek açışında görüyorsunuz. 

Sanatçının ne kadar geniş düşünebildiğini, her zorluğun üstesinden bir kaç fırça darbesiyle gelebildiğini, ihtirasın rengi olan “mor”un fırçanın tuşları ile size nasıl bir pembe dünyaya dönüştürdüğünü görüyoruz. Aynı konuyu defalarca işlemesine rağmen, renk kombinasyonundaki değişimle size farklı oluşumlar sunuyor. Soyut sanatın keskin hatları Nazan’ın eserlerinde renk ve leke kompozisyonu ile empresyonist bir ifadeye bürünüyor. 

Bedri Rahmi Eyüboğlu “Resimde en önemli şey, renk, leke ve benek” derdi. Ben de zaman zaman misafir olarak Bedri Rahmi atölyesine giderdim. Bu sözler oradan kulağımda kalmış. Nazan’ın eserlerine baktığımızda Bedri Rahmi Atölyesi’nden geldiğini fazlasıyla hissedersiniz. Sanatçı “soyut dışavurumcu” diye ifade edilirken, ekspresyonizmin çarpıcı renklerini kullanmaktansa, pastel tonlardaki kompozisyonların meydana getirdiği konuları izleyicilerine sunmuştur. Onun eserlerini izlerken doğa kompozisyonlarında siz de kendinize çok yakın şeyler bulacaksınız. 

Sanatçı arkadaşıma bu zor sanat yolunda başarılar dilerim. Eminim bizi daha çok güzel eserleri ile buluşturacak.”

Bedri Rahmi atölyesinin yetiştirdiği, Başkent Ankara’nın yakından tanıdığı, ‘doğa yorumcusu’ Nazan Sönmez’in sergisine ilişkin paylaşımım şimdilik bu kadar.  Eğitimciliği, yetiştirdiği öğrenciler ve kişiliği ile örnek bir sanatçı ve akademisyen olarak bilinen Nazan Sönmez’i kurucular listesinde yer aldığı fakültemize katkılarından dolayı da teşekkür ve saygı ile anmak istedim. Sergi de bunun bahanesi oldu!


Afrodit
Akademiada’nın Afrodit heykeli henüz ziyaretçi kabulüne başlamadı!  Tamamlanıp uygun yerine dikildiğinde; üç metre boyundaki büyüklüğü ve araştırmalarımıza göre adada yapılmış ilk çağdaş Afrodit heykeli olacak!

...
Davetler
Bu hafta aldığım bir mektupta; İstanbul’dan bir üniversitenin çıkaracağı dergide “Uluslararası Bilim Kurulu Üyeliği” yapmamdan onur duyacaklarını söylüyorlardı…

Yine bu hafta aldığım ikinci mektupta ise; İzmir’de Ekim 2016’da düzenlenecek 16. Genç Beyin Fırtınası ve Uluslararası Grafik Sempozyumu’nun Bilim Kurulu’nda yer almamdan çok mutlu olacaklarını söylüyorlardı...

Makedonya’nın başkenti Üsküp’te 26-28 May 2016 tarihleri arasında South East European University’de gerçekleştirilecek olan beşinci Dünya Sanat ve Tasarım Konferansı’na (WCDAE 2016) konuşmacı olarak davet edilmem de var…


Bir öğrencim; “hocam, yaş elli beş yolun yarısı eder” dedi!

Sanata yakın kalın…